HANiFDOSTLAR.NET

 

Kuran Müslümanı
 

(Şahıs odaklı din anlayışından Allah odaklı din anlayışına...)

Ana Sayfa Hanif Mumin  Iste Kuran Kurandaki Din  Kur'an Yolu  Meal Dinle Sohbet Odasi Hanifler E- Kitaplik Kütüb-i Sitte ?  ingilizce Site Kuran islami Aliaksoy Org  Hasanakcay Net Tebyin-ül Kur'an Önerdiğimiz Siteler Bize Ulasin

 

- Konulara Göre Fihrist

- Saçma Hadisler

- Hadislerin-Sünnetin İncelemesi

- Haniflikle İlgili Sorular Cevaplar

- Misakın Elçisi Kim?

- Kuranda Namaz/Salat

- Onaylayan Nebi

- Kuranda Namaz/Salat

- Enbiya 104

- Kuranda Yeminler

- Adem Hakkında Sorular

- Ganimetleri Resulün Eline Nasıl Vereceğiz?

- Allahın ındinde YIL ve DOLUNAYLAR

- Abese ve Tevella

- Hadisçilerce Tahrif Edilen Ayetler

- Mübarek Yer, Mübarek Vakit

- Arkadaş Peygamber

- Kuranın İndirilişinden Günümüze Gelişi

- Bir Türban Sorusu

- Kuran ve Bize Öğretilenlerin Farkı

- Namazın Kılınışı

- Hadislere Göre Namaz

- Kuranda Salat Namaz mıdır?

- Kuran Yetmez Diyen Uydurukçular

- Bizler Hanif Dostlarız

- Sahih Hadis mi İstersiniz?

- Hakkı Yılmaz'ın Tebyin Çalışması

- Kur'anı Anlamada Metodoloji

- Tarikatçıların Çarpıttığı Birkaç Ayet

- Nasıl Kur'an Okuyalım?

- Kur'anı Kerim Nedir?

- Kur'anda Oruç

- Allah'sız Bir Din ve Allah'sız Bir Kur'an İnancı

- Kuransız Bir İslam Anlayışı ve Müşrikleşme

- Meal Çalışmasına Davet

- Allah Şahit Olarak Kafi Değil mi?

- Doğru Hadisleri Ne Yapacağız?

- Kur'andaki Muhammed ve Peygamberlerin Misyonu

- Mahrem, Avret, Ziynet

- Nur Suresi Çeviri-Yorum

- Cilbab

- Resule İtaat Ne Demektir?

- Hadis Kalburcuları ve Kalburları

- Kur'anı Kerim'in İndiriliş Gayesi

- Kur'anda Amellere Karşı Cahili Yaklaşım

- İslamdışı İnanışlara Kur'andan Örnekler

- Biri Şu Haram Üretim Tesislerini Kapatsın

- Tasavvufta İslam Var mı?

- İslamda Delil Sorunu

- Kurban Kesmek

- İlahi Hitabın Serüveni

- Ecel Nedir?

- Şirk, İşrak, Müşrik, Müşareke, Müşterik

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Peygamberlere Karşı Rabbani Yaklaşımlar

- Salat-ı Tefriciye yada Zikri Çarpıtmaya Bir Örnek

- Mucize Nedir?

- Ayrılıkların Nedenleri

- Sıfır Hata veya Kur'an

- Haniflik Nedir?

- Rabıta İle Şeyhlere Tapanlar

- Hadis Zindanının Mezhepçi Mahkumları

- İslam Dininin Öğrenilmesinde Kaynak Sorunu

- Fasık ve Münafıkların Genel Tanımlaması

- Hadisler, Hıristiyanlık ve Selman Rüştü

- Kur'anı kerim'in İndiriliş Gayesi

- Müstekbirlere Karşı Cahili Yaklaşım

- Halis-Hanif İslam

- Kur'anda Şefaat

- Fuhuş Tellalı Tefsirciler

- Hayızlıyken Neden Namaz Kılınmasın?

- Cebrail, Vahiy, Melek

- Dindarlıkta Müşrikleşme Temayülü

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Yaratılış, Adem, Havva

- Kur'an Yerel mi, Evrensel mi?

- Reform Dinde mi, Dindarlıkta mı?

- Ne Mutlu Tağutu Olmayanlara

- Peygambere Saygı(?)

- Hadislere Kanıt Diye Gösterilen Ayetler

- Allah Nazara Karışmadı mı?

- Kur'anı Kerimle Amel Etmek Mümkün mü?

- Kur'anda İnkar Edenlerin Vasıfları

- Müminlerin Vasıfları

- Allah'ın Vasıfları

- Kur'anın Vasıfları

- Dine Karşı Cahili Yaklaşımlar

- Kur'an Merkezli Din

- İrin Küpü Patladı; Mevlana

- Hurafe ve Bidatlar

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Hz. İsa'nın Ölümü

- Allah'ın Mesajının Adı: Kelamullah

- Allah'ın Resule Uyarıları

- Kur'ana Göre Tenkit ve Eleştiri Nasıl Olmalı?

- Kur'anda Sevgi

- Sofuların Devlet Desteğiyle Desteklenmesi

- Hans Von Aiberg Aldatmacası

- Kabir Azabı Safsatası

- Kur'an Kıssalarının Önemi; Masal Değiller

- Kur'anda Toplumsal Sünnetler

- Tefsirde İsrailiyyat

- Kardeş Evliliği Olmadan Çoğalma

- Hans Von Aiberg Tutuklandı

- Kur'anda Tevbe Kavramı

- Yaşar Nuri Öztürk'ün Yorumuyla Namaz

- Karadelikler; Bir Büyük Yemin

- Mezhepçilerin Ümmi Açmazı

- Kabe Nedir? Mekkede midir, Kudüste mi?

- Kur'anda Ruh Kavramı

- Kur'anda Nefs Kavramı

- Amin Kavramı ve Putperestlik

- Diyanet İşleri Başkanlığının Sitemize Cevabına Cevaplar

- Resul ve Nebi -1

- Resul ve Nebi -2

- Sapık Bir Fırka: Hansçılar

- Cihad mı, Çapulculuk mu?

- Kur'an Deyip Namazı Yok Sayanlar

- Cennete Sadece Müslümanlar mı Girecek?

- Kur'anda El Kesme Cezası var mı?

- Nazar veya Göz Değmesi Var mı?

- Şehadet Getir, Münafık(?) Ol

- Kur'anda Eleştiri Metodu

- Hacc Mekkede mi, Bekkede mi?

- İslami Tebliğde Kur'an Metodu

- Saptırılan Kavram: Mekruh

- Kur'anda Cuma Namazı var mı?

- Of Be Kader, Allah mı Suçlu Yoksa Biz mi?

- Kader Açısından Cebir ve İhtiyar

- Baban Peygamber Olsa Ne Yazar

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Vahdet-i Vücud, Şirkin Alası

- Tasavvufi Bilginin Kaynağı Vahiy mi?

- İslam'da Resullük Son Bulmuştur

- Teveffi Kelimesi ve Arap Dili

- Tasavvuf Üzerine Düşünceler

- Nefis Mertebelerinin İç Yüzü

- Allah Rızası Anonim Şirketi; Tarikatlar

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -1

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -2

- Nakşi Şeyhi Allah'ın Avukatı mı?

- Kur'anda "ve+la" Öbeği

- Putlar ve Tapanlar

- Son Peygamberimizin Okuma Yazması

- Mesih ve çarpıtılan Bir Ayet

- Hac İzlenimleri

- "Üzerinde 19 var" da Son Nokta

- Secde Emri

- Kur'andaki Hac

- Aracıların Gaybı Bildiği İnancı

- Tarikatçı - Müşrik Karşılaştırması

- Gazali'nin Kadına Bakışı

- Kur'anda Kadına Verilen Önem

- Başörtüsü Allah'ın Emri Değil

- Başörtüsü Takmak Kur'anda Var mı?

- Kur'anda Kadın Dövmek Var mı?

- Cariye, Köle; Utanmaz Mealciler

- Kadına Yönelik Şiddet

- Sünnet Edilen Kızın Öyküsü

- Erkekçe ve Kadınca Meal Konusu, Nebe 33. Ayet

- Harem - Selamlık Kimin Emri?

- Zina, Evlilik ve Örtünme Adabı

- Cariyeleri Aç, Hür Kadınları Kapat (!)

- Çok Eşliliği Yasaklayan Ayetler

- Kur'ana Göre Evlilik Hukuku

- 2 Kadın = 1 Erkek, Uydurma mı?

- Danimarkalı mı Sapık, Buhari mi?

- Ebu Hanife, Cariyenin Avreti

- Nisa 25, Hür Kadın ve Fahişe İfadesi

- Maymunların Hadisi ve Recm Vahşeti

- Hz. Muhammed'in Tebliği

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Angarya Haline Getirilen İbadet

- Buhari'nin Hadislerini Buhari Yazmamıştır

- Hadis ve Sünnet Gerçeği

- Uydurma Hadisler, İslamın Kara Boyası

- Hadisler Dinin kaynağı Olamaz

- Uydurmaların Sınırı Yok; Şeytan Geyiği

- Beşeri Hükümler Neden Kutsal Oluyor?

- Hadis - Kur'an Çelişkisi

- Kur'anda/Dinde Olanlar ve Olmayanlar

- Cehennem'den Çıkış Yok

- Kur'anda Tağut

- Ebu Hureyre Gerçekte Kimdir?

- Hadis - Mantık Çelişkileri

- Kurban ve Kurban Bayramı Nereden Geliyor?

- Hadislere Göre Kur'an Eksiktir

- Bildiri: İslam Anlayışında Reform

- Arapça mı, Arap Saçı mı?

- Koca mı Üstün, Allah mı?

- Esbab-ı Nüzül Komedi Hadisleri

- İşte Geleneğin Dini

- Ulul Emir İle Kim Kastediliyor?

- Kul Hakkı

- Yezidi Bir Gelenek: Aşure Tatlısı

- Hz. İbrahim'den Asrımıza Dersler

- Taklitçiliğin Boyutları

- Seb-ul Mesani Nedir?

- Kelle Sayılarak Gerçek Bulmak

- Kıyamet - Mahşer Günü ve Sonrası

- Kur'anda Namaz Vakitleri

- Kur'anda Cuma Konusu

- Salih Olmak Yetmez

- Hudeybiye Anlaşması Uydurma mı?

- Kitap Yüklü Eşekler

- Kur'andaki Hac

- Hz. Nuh'un Oğlu Kimdi? İftira mı?

- Ruhun Ağırlığına Başka Bakış

- Hz. İbrahim Yalancı Değildi

- İncil'de Kadına Bakış

- Şirkin Büyüğü Küçüğü Olur mu?

- Kur'andaki Abdest ve Hijyen

- Din de Bir Araçtır

- Kur'an Okumanın Zararları

- Kur'anda Dua Ayetleri

- Kur'anda Tarih Kavramı ve Bilinci

- Şekilsel Secde Kur'anda Yok mu?

- Salat ve salatı İkame

- Kur'andaki Emr Kavramı Üzerine

- Dindar İnsanlar Şirk Koşar

- Alak Suresinin İlk Beş Ayeti

- Men Arefe'nin Çözümü

- Kur'andaki Av Yasağı

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Din Büyüklerini Tanrılaştırma

- Allah'a ve Muhammed'e Değil

- Kur'andaki Örnek Tevekkül

- Şekilsel Rüku Kur'anda Yok mu?

- Hz. İbrahim Kuşları Kesti mi?

- Ehli Sünnet Dininin Anayasası

- İnsan Allah'ın Halifesi mi?

- Kur'an Üzerinde Düşünmek

- Şirkin Kuyusuna Düşenlere Uyarılar

- Kur'an Ölülere Okunmak İçin mi İndirildi?

- Ayda Okunan Kur'an Masalı

- Hz. İbrahim, Safa ve Merve Masal mı?

- "Haç"er-ul Esved (!)

- Mevlana Sahte Bir Peygamber Değil mi?

- Tasavvufun Tanrısı İki Zıttır

- Kur'andaki Tasavvuf: Teveccüh

- Önce Batıl ve Hurafe İle Savaşalım

- Resuller Haram Kılamaz mı?

- Elçi Muhammed ile İnsan Muhammed'in Farkı

- Tarikatlarda Aracılar Rezaleti

- Nur Suresi 31. Ayet Nasıl Çarpıtılıyor?

- Sırat Kıldan İnce, Kılıçtan Keskin mi?

- Kur'anda Zalimler

- Bütün Mehdileri Çöpe Atıyoruz

- Kur'ana Göre Ramazan Ayı ve Haram Aylar

- Tasavvufçuların İlahı; Varlık ve Yokluk

- Tasavvufçuların Küçük Putları

- Sünnet Etmek yaratılışı Değiştirmedir

- Son Peygamberimizin Mektupları

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Mescid-i Aksa Nerede?

- Büyük Kandırmaca: Hadis

- Kur'an Neden Arapça Olarak İndirilmiştir?

- Kimin dini? Kimin Kitabı? Kimin Meali?

- Evliya Kelimesinin geçtiği Ayetler

- Şimdiye Kadar Yaşanan İslam

- Ayın Yarılması Diye Bir Mucize Yoktur

- Kabe Dikili Taş Değil mi?


Up | Down | Top | Bottom
 
Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.

Yunus Suresi 105

Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.

Enam Suresi 79

İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.

Ali İmran Suresi 67

Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.

Nahl Suresi 123

De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.

Ali İmran Suresi 95

Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.

Hacc Suresi 31


Up | Down | Top | Bottom

HABERLER

 

 








 

 

  Hanif Islam

 

Alıntılar, Makaleler
 Hanif Dostlar Ana Sayfa -> Alıntılar, Makaleler
Konu Konu: ORTADOĞU - İSRAİL VE SİYONİZM Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazanlarda
Gönderi << Önceki Konu | Sonraki Konu >>
iman
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 16 haziran 2006
Gönderilenler: 751
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı iman

selam

7 sayfadan sonra herkese yapabileceği güzel bi
öneri gerçekten.

burada bir yanılgıyada parmak basmak istiyorum.
genelde adamın cirosu içinde bizim payımız ne
olacakki diye kendini ve eylemini küçük gören bir
tutum içindeyiz.

ah aklımızdan geçirerek reddettiğimiz bir bardak
kolanın gücünü bir bileblisek ...
Yukarı dön Göster iman's Profil Diğer Mesajlarını Ara: iman
 
hasan oktem
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 11 temmuz 2006
Gönderilenler: 109
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasan oktem

iman Yazdı:


ah aklımızdan geçirerek reddettiğimiz bir bardak
kolanın gücünü bir bileblisek ...

evet, işte bütün mesele bu '' ah '' larımızda yatıyor. tabi ki  İman kardeşin dediği gibi bu '' ah  '' ın söyleniş bilinci + keyfiyeti çok önemli ve belirleyicidir. ve tabi ki bu '' ah '' ların nedenlerini, nasıllarını , çözümlerini Kur'an la buluşturmak-çakıştırmak ...

bunlar icraat ister, fedakarlık ve sabır ister. yolum üstündeki bir coca-cola ambarının hergün kocaman tırlarla dolup boşaldığını gördüğümde , iman ve teslimiyet konusunda , sözde Müslümanların her konuda büyük bir bilinç sorunu yaşadıklarını acıyla hissediyorum. evet, gerçekten bu mantık ve azimle   İsrail- AmeriKAN mallarının reddedilmesi, mutlaka bize Rıza-ı İlahi konusunda aşama kaydettirecektir.

selam ve dua ile

 

Yukarı dön Göster hasan oktem's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasan oktem
 
hasan oktem
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 11 temmuz 2006
Gönderilenler: 109
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasan oktem

Ali Bulaç: Hiroşima’dan Beyrut’a

   Kullanılan silahların tahrip veya öldürücü gücü ile zayiat açısından tabii ki Hiroşima ile Beyrut mukayese edilemez. Ama silahların kullanılış amaçları, yöneldikleri (sivil) hedefler ve muhtemel zayiat açısından Hiroşima ile Beyrut arasında fark yok. İkisi arasında mahiyet farkı değil, derece farkı vardır. Önce Hiroşima ve Nagazaki’de ne olup bittiğini hatırlamaya çalışalım:

İkinci Dünya Savaşı sürerken, Amerika, Japonya’nın Hiroşima şehrine atom bombası attı. Bomba 6 Ağustos 1945 günü saat 08.15’te atıldı. Şehrin büyük bir bölümü muhtemelen uykudaydı, en azından çocuklar, çalışmayan kadınlar ve yaşlılar henüz daha gözlerini açmamışlardı. Tarihte ilk defa atılan bomba 140 bin kişiyi öldürdü. Üç gün sonra, yani 9 Ağustos’ta ABD bu sefer Nagazaki’ye de aynısından attı, burada da 80 bin kişi hayatını kaybetti. Yani bu iki Japon şehrinde ölen insan sayısı 220 bini buldu; tabii hâlâ bugüne kadar bombanın insanlar, hayvanlar ve doğal çevre üzerindeki olumsuz etkisi devam etmektedir.

Japonya’nın “yenilgiyi kabul ederek” savaştan çekilmesi bu olayla ilgilidir. Atom bombası, bir dehşete işaret ediyordu: Bu güce sahip olan ülkeler, sivilleri öldürebilir ve istediği askerî-politik neticeyi alır. ABD’nin acımasız bir biçimde bu dehşet verici ölçekte sivil öldürerek “netice” almaya çalışması, bu alanda diğerleri için “emsal” teşkil ediyordu, zamanla bu emsalin savaş teamülü haline geleceğini görecektik. Böylelikle sui misal, emsal oldu. Nitekim Saddam, Halepçe’de 5 bin masum insanı katletti ve savaşta zaaf içine girince Batı’nın onayıyla Ruslardan aldığı nükleer silahları İran’ın sivil yerleşim birimleri üzerine atmaya karar verdi. Bu da İran’ı “ateşkes”i kabul etmek zorunda bıraktı.

Son Lübnan saldırısında İsrail’in misket bombaları, fosfor, lazer vb. silahlar kullandığı açıklandı. 11 kişilik bir aile tuhaf bir şekilde öldürüldü, ölenlerin tüyleri bile yanmamıştı. Uzmanlar, bu olayda nükleer silah kullanıldığını söylüyor. Ancak İsrail henüz nükleer gücünün binde birini kullanmış değil. İsrail’in elinde yüzlerce atom bombası var. Bunları kullanır mı? Kimsenin şüphesi olmasın, kullanır. Ben Gurion Üniversitesi Öğretim Üyesi Benny Morris, “İsrail’in kuruluşundan önce ve sonra da katliam yaptığını, etnik arındırmaya başvurduğunu ve askerlerinin Filistinli kızlara tecavüz ettiğini” söyler. “İsrail, sadece 1948’de 24 katliam yapmış.” (Benny Morris, En Güçlünün Hayatta Kalışı, Birikim, Kasım-2004, Sayı: 164.) Bugün de, bunca sivil öldürmekle, daha tahrip edici silahlarla daha çok sivil öldürebileceği mesajını vermeye çalışıyor. Lübnan’da öldürdüğü sivillerin sayısı şimdiden çoktan bini aştı, bunların yüzde 30’u 12 yaşından küçük çocuklar. 1 milyon insan mülteci durumuna düşürüldü; 6 bin 800 yerleşim birimi; 73 köprü ve 72 bağlantı yolu; 12 fabrika ve 300 civarında işyeri tahrip edildi. İsrail, tarlasında çalışan çiftçilerin tepesine bomba yağdırıp öldürüyor. UNICEF yetkilileri “Güney Lübnan’da içme suyu, elektrik ve yakıt yokluğu yüzünden salgın hastalık tehlikesi başlayabilir, şu anda 18 bin çocuğun hayatı tehdit altında.” diyor.

İşin ilginç yanı “ilk sivil Başbakan” olan Ehud Olmert’in göğsünü gere gere “İsrail ordusu dünyanın en ahlaki ordusudur.” demesi; onu sivil katliamı konusunda uyaran bazı Avrupalılara “Bana ahlak konusunda vaaz vermeyin, Kosova müdahalesinde 10 bin sivil öldürüldü.” diye çıkışmasıdır. İsrail, Jiyyah santralını da vurdu; santralın 35 yakıt tankından sızan petrol Akdeniz’e yayıldı, Kıbrıs ve Türkiye’nin sahillerini tehdit ediyor. Uzmanlar “Bu, Doğu Akdeniz’de görülebilecek en büyük çevre felaketi olacak.” diyor. Öte yandan Hizbullah Milletvekili Ali Mikdat, “Biz isteseydik, Hayfa’daki kimya tesislerini vurur, İsrail’e büyük bir çevre felaketi yaşatırdık, ama yapmadık.” diyor. Bugüne kadar Hizbullah 80 İsrailli öldürdü, bunların yaklaşık dörtte üçü asker. İsrail, “Güney Lübnan halkı Hizbullah’ın halkıdır, oradan çekilmelerini sağlamak için bu saldırıları yapıyorum” diyerek, açıkça “etnik arındırma” yapıyor ve bunu itiraf etmekten de çekinmiyor. Pekiyi, sahi kim, terör yapıyor ve savaş suçu işliyor?İsrail’in sivil katliamı, etnik arındırması, savaş suçları ve yol açtığı çevre felaketleri Hiroşima’nın mirasıdır. Bu miras modern dünyanın karanlık yüzüdür. Eğer bu gidişe ahlaki ve beşeri düzeyde küresel bir başkaldırıyla engel olunmayacak olursa, korkarım Beyrut ve başka Müslüman yerleşim birimlerinde bunun daha karanlık ve acımasız olanıyla karşılaşacağız.
Zaman Gazetesi

(Haksöz

Yukarı dön Göster hasan oktem's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasan oktem
 
hasan oktem
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 11 temmuz 2006
Gönderilenler: 109
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasan oktem

Oray Eğin: Demek Ki 11 Eylül Düzmeceymiş

   Ceplerinde altı bin dolar ve bir dizüstü bilgisayarla çektikleri belgesel sayesinde üç genç 11 Eylül'ü algılayışımızı baştan sona değiştiriyor. 'Loose Change' bu yılın İnternet fenomeni, belki de İnternet'te gişe rekorları kıran ilk film. Google'dan bedavaya indirilen belgeseli izleyince insanın ilk aklına takılan soru 'Bunu neden ben düşünmedim' oluyor. Ardından da anlatılanların gerçek olabilme ihtimalinden dolayı ürküyorsunuz.

Amerikan basınında bu fenomeni fark eden ve belgeselin iyice patlamasına sebep olansa Vanity Fair dergisi oldu. Bush'a karşı tutumu ve politik konulara şüpheci yaklaşımıyla bilinen dergi ağustos sayısının epey bir sayfasını belgeselcilere ayırdı.

'Loose Change' 11 Eylül'le ilgili ortalıkta konuşulan komplo teorileri arasında ayakları en yere basanı. Bu bakımdan da iddiaları ciddiye alınır cinsten.

Aslında belgesel neredeyse iddialarının tamamını mevcut popüler haber kaynaklarına dayandırıyor: Newsweek, CBS News, CNN, ap, Fox News'de yayınlanan malzemeler ve bilgilerin arasındaki boşluklar iyi yakalanmış. Tabii komisyon raporları, güvenlik bildirileri, resmi yazışmalar da büyüteç altında.

Belgeselin bu denli popüler olmasının altında şüphesiz sorduğu hayli çarpıcı soruların etkisi büyük. Amerikan gençlerinin 'Bizim kuşağın Kennedy suikastı' diye yorumladığı 9/11'de de tıpkı Kennedy suikastında olduğu gibi pek çok karanlık nokta var.

Mesela, uçaklar binalara çarptıktan sonra etraftan insanların duyduğu patlama sesleri neydi? Bina yıkıldıktan sonraki kalıntılar neden yurtdışına apar topar gönderildi? İkiz Kuleler yıkılmadan önce sebepsiz yere ve hiçbir açıklama olmadan iki sığınak neden yok edildi?

American Airlines 11 ve United 175 uçaklarındaki kara kutular neden hiçbir zaman bulunamadı? Kara kutu kadar sağlam bir kanıtın sağ çıkmadığı AA 11 uçuşundan terörist olduğu söylenen birinin pasaportu nasıl pürüzsüz bulundu?

Pentagon'a çarpan uçağın kalıntısına nasıl rastlanmadı, söylendiği gibi koskoca bir metal yığınının tamamının erimesi mümkün müydü? Dahası, duvarda kanatların çarptığına dair bir iz de yoktu...

Filmi de çekilen United 93 uçuşu gerçekten yolcuların kahramanlıkları sayesinde düşürüldü mü, yoksa bir görünmez el bu uçağı bilinmez bir yere indirip yolcuların yok edilmesini mi örgütledi?

Cep telefonlarıyla yapılan görüşmeler fabrikasyon mu? Özellikle bir uçuş görevlisinin kumanda merkeziyle yaptığı konuşmayı dinleyince kadının ses tonundan üç kişinin bıçaklandığını gören, kaçırılan bir uçağın görevlisi olduğunu düşünmek güçleşiyor. Zaten bir rapora göre o yükseklikte cep telefonlarının çalışması bile imkansız.

'Loose Change'in bu etkisine karşı İnternet'te karşıt görüşlüler de birleşti. screwloosechange.blogspot.com'da belgeseli yerden yere vuranları okumak mümkün. New York eyaletinin kuzeyinde, dondurma satarak, garsonluk yaparak para kazanan üç gencin CIA'in dezenformasyon kampanyasının bir parçası olduğunu söyleyenler de var...

Şerif Mardin 'Ayrıntıyı bilmeyen komplo kurar' diyor, ama 'Loose Change'in komploları da epey ayrıntılı. Şimdiden yeni bir Michael Moore belgeseli kadar ünlenen bu filme bakmak bir zorunluluk: loosechange911.com

Link: http://video.google.com/videoplay?docid=-5946593973848835726
Akşam Gazetesi
Yukarı dön Göster hasan oktem's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasan oktem
 
hasan oktem
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 11 temmuz 2006
Gönderilenler: 109
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasan oktem

Yasin Aktay: Türk askeri için Lübnan’ın Irak’tan farkı

   Lübnan’da konuşlandırılacak BM Barış gücü UNIFIL’e gönderilecek askerlerin görev kapsamları ile ilgili niyetler yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Bu güce asker göndermek suretiyle destek olacaklarını açıklayan ülkelere, BM merkezinden iki ayrı belge gönderilmiş. Belgelerin birinde “BM askerleri ile Hizbullah karşı karşıya geldiklerinde Hizbullah’ın silahlarını gönüllü olarak bırakması aksi halde zor kullanarak bunun sağlanacağı” belirtiliyor.

Doğrusu BM Barış gücüne Türkiye’nin asker göndermesi fikrine ezberden karşı çıkmakta bir fayda görmüyorum. Aksine Türkiye tarafların hepsi, bilhassa Hizbullah da istediği takdirde Türkiye’nin asker göndermesine karşı çıkmak için hiçbir neden kalmıyor. O takdirde durum 1 Mart tezkeresinde Türkiye’den istenenden çok farklı bir tablo ortaya çıkarıyor. Sayın Başbakan’ın Lübnan’a asker göndermekle ilgili tartışmanın tam ortasında 1 Mart tezkeresini hatırlatması ve “Irak’a askerimiz gitseydi durum daha farklı olurdu” demesi bu konudaki kafa karışıklığını daha fazla artırıyor. Çünkü Kuzey Irak’a gönderilecek olan askerler işgalci Amerika’nın müttefiki olarak, dolayısıyla bölge halkının şiddetli muhalefetine rağmen bir işgalci güç olarak gitmiş olacaktı. Oysa Lübnan’da Hizbullah’ın da isteyebileceği ve karşılıklı güvenin tesis olmuş olduğu şartlarda Türk askeri çok farklı bir konuma sahip olabilir. Bunun için şartlar henüz ortaya çıkmadan ezbere muhalefet etmenin bir anlamı yok.

Ezber muhalefetin aslında kendisiyle çelişen bir tezi, Lübnan’daki durumun bugünkü haliyle, planı BM gücü konuşlandırmayı gerektirecek biçimiyle, çok önceden planlanmış olduğunu iddia ediyor. Oysa savaşla ilgili hangi metni okursanız okuyun, İsrail ve ABD’nin Lübnan’daki daha kolaylıkla öngörülen hedefinin Lübnan’ı işgal ve Hizbullah’ı tasfiye etmek olduğunu görürsünüz. Savaş öncesinden planlanan, asla, gücüne ve itibarına güç ve itibar katmış, sadece Lübnan’da değil, bütün İslam âlemindeki, hatta bütün dünyadaki özgürlük hareketlerine yeni bir umut ışığı yakmış, ilham kaynağı oluşturmuş, güçlü bir Hizbullah’ın ortaya çıkması değildi. Savaştan beklenen kesin sonuçlardan biri Lübnan halkının başına gelenleri Hizbullah’tan bilmesiydi. Oysa Lübnan halkı saldırılar sayesinde Hizbullah etrafında kenetlendi. Hizbullah, el-Kaide’nin bütün dünyada şaibeli yöntem, eylem ve ittifaklarla yerle bir etmiş olduğu İslami direnişin itibarını restore etme fırsatı buldu. Müslümanların savaş esnasındaki aslî ahlaklarını hatırlatma imkânını yakaladı. Bunların hiçbirisi ne İsrail’in ne de ABD’nin Lübnan saldırılarında ortaya çıkmasını hedefledikleri şeyler değildi. Ama onların istedikler hiçbir şey olmadı, buna mukabil en çok istemedikleri bu şeyler oldu.

Bu durumda Lübnan’a konuşlanacak barış gücünün ve bu güce Türkiye’nin katkısının önceden planlanmış olduğu düşüncesinden önce bir vazgeçmek lazım. Bu düşünce hâlâ ne olursa olsun ABD ve İsrail’in gücüyle ilgili efsaneler üreten akla hizmet etmekten başka bir şey yapmıyor. Durumu bugünün şartlarında aklın ışığında değerlendirmek gerekiyor.

Daha önce bu sütunda kendisine saldıran ve 4 temsilcisini öldüren İsrail’e bir kınama bile çıkarmaktan aciz bir BM gücüne katkıda bulunmanın anlamsızlığını savunmuştum. Tabii ki gözetilmesi gereken şey, barış gücünün Hizbullah’ın silahsızlandırılması görevine asla soyunmamasıdır. İsrail’in ve ABD’nin beklentisi bu olabilir. BM’nin savaşan grupları silahsızlandırarak güvenliği üstlenmesi konusunda Müslümanlara karşı sicili zaten Bosna’dan, Srebrenitsa’dan dolayı çok bozuk. Üstelik Lübnan örneğinde her iki tarafın değil, sadece Hizbullah’ın silahsızlandırılmasından bahsediliyor. Oysa makul olan her şeyden önce saldırganın silahsızlandırılmasıysa, şu âna kadar Lübnan tarafının durduk yerde İsrail’e saldırmış olması asla vâki değil, buna mukabil İsrail’in Lübnan tarafına binlerce kez saldırdığı apaçık bir gerçek. BM adına hareket edecek Barış gücünün Hizbullah’ın silahsızlandırılması işine soyunacak bir aklı bulmakta zorlanmayabileceğini geçmiş tecrübelerinden biliyoruz.

Bu gücün içinde bir Türk’ün bulunmasının bu aklın çalışma tarzına ne tür katkılarda bulunabileceğini sınamak için aslında yeterince tecrübemiz de var. Bu tecrübelere bir göz geçirerek, Lübnan’da Türk askerinin muhtemel yarar veya zararlarını bir nebze tahmin edebiliriz. Örneğin, 1995 yılı 11 Temmuz’unda Srebrenitsa’daki BM barış gücünde görevli askerler Hollandalı değil de Türk olsaydı durum ne olurdu? Afganistan’daki BM barış gücünde Türk Birliğinin bulunmasının sonuca ne tür bir faydası bulunuyor? Veya Somali’deki Barış gücüne katılan Türk birliği orada Türklüğün şânına uygun ne yapabildi?
Yeni Şafak Gazetesi
Yukarı dön Göster hasan oktem's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasan oktem
 
Alperen
Admin Group
Admin Group
Simge

Katılma Tarihi: 09 nisan 2005
Gönderilenler: 2974
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı Alperen

                                      ARMAGEDONCULAR

ABD’de milyonlarca müntesibi olan Evanjelikler, Mesih’in inişini bekliyor. İsrail’in kuruluşu, dünyadaki Yahudilerin İsrail’de toplanması ve çevredeki Deccal (Müslüman) güçlerinin tasfiyesini sağlayacak büyük savaşın, bu süreci yakınlaştıracağına inanıyorlar.

Bu açıdan İsrail devletinin her türlü tehlikeye karşı korunması ve her gün biraz daha güçlendirilmesi için İsrail’e kayıtsız şartsız destek vermek “dinî bir vecibe”dir. En azından ABD’deki milyonlarca Hıristiyan için bu böyledir; Avrupa’nın İsrail’e verdiği desteğin gerekçesi başkadır.

Herkes ABD’nin İsrail’e neden bu karşılıksız desteği verdiğini merak eder ve aslında deklare edilmiş uluslararası hukuk, ahlaki norm ve geçerli teamüller açısından rasyonel, inandırıcı bir izah bulamaz. Hiç kuşkusuz Amerikan devletinin bekasını ve geleceğini düşünen güçler (WASP), kendi çıkarlarını esas alan silah ve petrol şirketleri, karteller, lobiler siyasette ağırlıklarını hissettiriyorlar. Ama Evanjeliklerin etkisi bugün her zamankinden daha çoktur, etkileyicidir ve belki de hepsinden daha öndedir.

Bu dinî doktrin bir “dehşet senaryosu”na dayanır, gerçekleşmesi halinde akacak kan “atın sırtını kaplayacak” ve sadece bu inançta olanlar “göğe yükselip Tanrı’nın sağında olup bitenleri seyredecek”. Jerry Falwell, bunun “insanlık tarihini sona erdirecek” ve nihai kurtuluşu sağlayacak bir mukadderat olduğunu söylüyor. Hıristiyan sağ politikacılar ve bu inançta olanlara göre, “İsrail Tanrı’nın bir emridir”. (Bkz. Grace Hallsell, Tanrıyı Kıyamete Zorlamak, çev. M. Acar-H. Özmen, Kim Yayınları, Ankara, 2002) Reagan, “Armagedon’u yaşayacak nesil biz olabiliriz.” demişti. Bu inanç, buna inanmayanların kitlesel imhasını öngörür (Türbülasyon) ve Virgine papazı McLean’a göre, “Kitab-ı Mukaddes’teki kehanet gereği Türbülasyon Holokost’tan daha yıkıcı olacaktır”. Bu inanca dikkat çekmek ne paranoya ne halüsinasyondur, olayların bu doktrine göre vuku bulması durumunda, milyonlarca insan hayatını kaybedecektir. Tarihte beşeriyet ve özellikle bölgede yaşayan Müslümanlar, hiç böylesine dehşet verici bir tehditle karşı karşıya kalmamışlardı; bunun bir “fanatizm” olduğunu düşünebilirsiniz, ama “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” için Armagedon’da yıkıcı bir savaştan başka şeye inanmayan Hıristiyanların sayısı az değil ve bugün bunlar yönetimde olanca ağırlıklarıyla gelişmeleri etkilemektedir.

Batı’da artık bu tehlikenin farkına varan insanların sayısı giderek artıyor. ABD’nin sabık başkanı Carter (15 Ağustos 2006), şunları diyor: “Fundamentalistlerin Tanrı’yla eşsiz ilişkileri var. Düşündükleri her neyse Tanrı’nın da böyle düşündüğünü sanıyorlar. Buradan hareketle madem onların düşündükleri ve söyledikleri aslında Tanrı’ya aittir; o zaman buna karşı çıkan herkes yanılgı içindedir, çünkü Tanrı’ya karşı gelmiştir. Dolayısıyla onlara karşı gelenler aşağılıktır, kesin olarak sapkınlık içindedir ve dünyada böyle düşünmeyen kim varsa aslında ikinci sınıf insandır ve hayatları değersizdir. Bir başka önemli nokta da şudur; kim kendileri gibi düşünmüyorsa o kişilerle oturup görüşülemez, konuşulamaz, zira bu görüşme başlı başına zaten adil olamaz, çünkü karşı çıkanlarla fundamentalistler elbette fundamentalistlere göre eşit değillerdir. İşte bu hükümetin öncekilerden bir diğer kesin ayrılış noktası da budur. Bunlar kendileri gibi düşünmeyenlerle oturup konuşmak istemiyorlar, müzakere etmiyorlar. Ben bu tür şeylerden endişe duyuyorum.” (Der Spiegel’in Carter’le yaptığı konuşma için bkz. www.bilgihikmet.com)

İsrailli politikacılar, generaller ve Yahudi lobisi, neoconların bu inancından azami surette yararlanmaya bakıyorlar. Yahudi oryantalist Bernard Lewis de bunlardan biridir. Lewis gibi rasyonel düşünen, bilgiyi akademik/bilimsel yöntemlerle elde eden ve sonu Yahudilerin yıkımına da sebep olacak birinin böyle bir doktrine inanması için aklını ekmek peynirle yemiş olması lazım. Elbette ilerlemiş yaşına rağmen Lewis’in aklı başındadır. Sadece “zamirinde başka şeyler” yatmaktadır.

30.08.2006

Ali BULAÇ




__________________
Yunus 105. Şu da emredildi: "Yüzünü dine bir hanîf olarak çevir. Sakın müşriklerden olma!"
Yukarı dön Göster Alperen's Profil Diğer Mesajlarını Ara: Alperen
 
hasan oktem
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 11 temmuz 2006
Gönderilenler: 109
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasan oktem

Fatma Gülbahar Mağat: SİYONİZM VE İSRAİL

   Hani İsrailoğullarından, “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, anne­babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekatı verin” diye misak almıştık. Sonra siz, pek azınız hariç, döndünüz ve (hala) yüz çeviriyorsunuz.

Hani sizden “Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın” diye söz almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız, hala(buna) şahitlik ediyorsunuz.

Sonra (yine) siz, birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyordunuz. Oysa onları çıkarmanız size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.(Bakara: 83\84\85)

Aşırılıkları ve nankörlükleri sebebiyle, yüzyıllar boyu kendilerine hiçbir yerde barınak bulamamış, her ırk, millet ve toplumlarca dışlanmış, aşağılanmış ve kovulmuş bir toplum: İSRAİLOĞULLARI.

Gittikleri her yere pis nifak tohumlarını taşımış, bencillikte kimseye hak tanımamış, hırsı ve akılsızlığından dolayı sürüldükleri yerleri, giderken birbirine katmış bir toplum: İSRAİLOĞULLARI.

Ve bu şekilde, göçebe ve sürgün hayatı yaşayarak, hayatta kalma ve sinsi planlarını gerçekleştirme gayretinde olan bir kısım Yahudilerin, yandaşlarıyla birlikte oluşturdukları bir ideoloji: SİYONİZM.

Siyonizm, adını Kudüs’teki Siyon tepesinden almıştır ve asıl amacı, dünyayı ele geçirmektir.

Bu ideolojinin fikir babası olan Avusturyalı Theodar Herzl, topraksız Yahudi halkının, Filistin topraklarına yerleştirilmesi düşüncesini ortaya atınca, Yahudiler bunu tereddütsüz kabul ettiler. Çünkü, Filistin’e dönme umudu, Yahudi düşüncesinin vazgeçilmez hayaliydi.

Yıl 1901: Siyonist hareketin lideri Theodar Herzl, Mayıs ayında II. Abdülhamid’in yanına gelmiş, Yahudi göçmenlerin, Osmanlılar tarafından Filistin topraklarına yerleştirilmelerini istemiştir. Ancak II. Abdülhamid, Siyonizmi siyasal bir sorun olarak gördüğünden, açıkça bu teklifi reddetmiştir.

Yıl 2 Kasım 1917: İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, sonradan “Balfour Deklarasyonu” olarak adlandırılacak olan mektubunu, Siyonist lider Lord Rothschild’e göndermiş, İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması için, ellerinden gelen her şeyi yapacaklarını bildirmiştir. Zaten kabına sığamayan Siyonistler, bunun üzerine iyice şımarmaya, hakları olmayanın peşine düşmeye devam etmişlerdir.

Yıl 1933: Nazi hükümetinin başa geçmesiyle, ‘Temiz Alman Toplumu’ oluşturulması çalışmaları bahanesiyle, soykırımlar başlamış, Naziler tam beş yıl boyunca Yahudiler, eşcinseller, Sovyet savaş esirleri, Polonyalılar ve çingenelerden oluşan en az 1.2 milyon insanı toplama kamplarında yok etmiştir. Bu kampanya gereği, Çingenelerin yüzde 94’ü kısırlaştırılmış, gerek Almanya, gerekse de Almanların işgal ettiği diğer ülkelerde yaşayan milyonlarca Yahudi acımasızca vurularak, asılarak, yakılarak ve gaz odalarında zehirlenerek öldürülmüştür. Bu süreç, 1938 de, başta Yahudi soykırımı olmak üzere doruğa ulaşmıştır.

Hitler ve Rosenberg gibi Nazi zalimleri tarafından "dünyadaki tüm kötülüklerin kaynağı" ve Alman kanını lekeleyen bozuk genler olarak gösterilmek istenen Yahudi halkı üzerinde, giderek ağırlaşan bir baskı uygulanmıştır. Yahudi dükkanları boykot edilmiş, Alman halkı Yahudilere karşı kin ve düşmanlık beslemeye yöneltilmiş, Yahudiler üzerine yasal kısıtlamalar konmuştur.

Yıl 1939: Almanya, Polonya, İngiltere ve Fransa’nın, öncelikli katılımıyla patlak veren ikinci dünya savaşı, Siyonistlerle İngilizlerin aralarının açılmasıyla sonuçlanmış, Amerikalılar ve İngilizler, Almanların savaşı kaybetmelerinin ardından, Dresden kentinde bulunan Alman göçmenlerin üzerine havadan bomba yağdırmışlardır. Savunmasız insanların sığındığı Dresden kentine, intikam adına yapılan bombardımanda, 3 bin 900 ton tahrip gücü yüksek bomba ve 200 bin Napalm bombası atılmıştır. Bu insanlık dışı saldırıda, çoğunluğu çocuk ve kadınların oluşturduğu 200 bin kişi, Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan atom bombaları sonucu ise, 135 bin kişi ölmüştür. Zalim dünya ülkeleri tarafından uygulanan bu soykırımlar, tarihin kara sayfalarına, bir daha asla silinmemek üzere, masumların kızıl kanlarıyla, birer utanç örneği olarak yazılmıştır.

Ancak, Siyonistler ısrarla, dünya üzerinde bir karış toprakları dahi olmamasına rağmen, kavuşacakları kutsal topraklarının, hülyasını kurmaya devam etmektedir. Çektikleri sıkıntı ve yaşadıkları ölümleri çok çabuk unutarak; “kendine yapılmasını istemediğini, başkasına da yapma!” zihniyetinin olgunluğundan yoksun, çok değil, daha birkaç sene önce yaşadıkları zulüm ve soykırımın aynısını, Filistin halkına uygulamaya başlamıştır.

Siyonizmin asıl gayesi, dünya üzerinde kaos yaratmak ve kendi menfaatleri doğrultusunda ülkeler üzerinde ***** oynamaktı. Ancak, öncelikli hedefleri arasında, Yahudilere bir vatan sağlamak olduğu ve bu yönde mücadele verdikleri de bir gerçektir. Lakin bu mücadele, tarihin bekli de en acımasız, en zalim yöntemlerinin kullanıldığı haksız bir mücadeleye dönüşmüş ve 1948’lere gelinmiştir.

Siyonistler bu tarihte, milyonlarcasını evlerinden sürdüğü mazlum Filistin halkının toprakları üzerinde, ‘sözde’ devletini kurduğunu bildirdi. Büyük zalim, büyük şeytan Amerika ve Sovyetler Birliği de, anında sözde bu İsrail devletini tanıdıklarını dünyaya ilan ettiler.

Siyonist İsrail, piyonu oldukları, aynı yalaktan su içtikleri, sömürgeci, büyük(!) dostlarının yarenliğinde, hakları olmayan toprakların en verimli, en bereketli yerlerine el koydular ve toprakların asıl sahiplerini, kendi yurtlarında gariban bıraktılar.

Yıl 1967: Kana, zulme ve azgınlığa doymayan Siyonist İsrail, Müslümanların beynine kanla yazılan ‘6 gün savaşı’nın pimini çekti. Savaştan önce, yarısını elinde tuttuğu kutsal mekan Kudüs’ün, sonrasında tamamı, Siyonist İsraillilerin pis ayakları altında çiğnenmeğe mahkum oldu.

Kudüs artık yoktu, Filistin kan ağlıyordu. Yedisinden yetmişine tüm Filistin halkı, elinde taş, gözlerinde yaş, yüreğinde iman, ölümüne saldırıyordu tek gözlü canavara. Hakkın rahmeti, er geç kavuşacaktı mazlum müslümanlara.

Yıl 1980: Kan emici yaratık hala doymamıştı masum kanı içmeye. Dünyayla dalga geçercesine, Kudüs’ün sınırlarını genişletmeye karar verdiğini ilan etmiş ve yine hayatta kalabilen insan seli, yollara dökülmüştü.

Ve, söylemeye dilim varmıyor ama; yıl bu kez 2006. Teknolojinin, barışçılığın(!), dostluğun ve medenileşmenin tavana vurduğunun(!) söylendiği, savaşların olmaması için platformların oluşturulduğu ve her milletin barış için kollarını sıvadığını haykırdığı(!) bir dönemde,

bugün de; yine kan ve gözyaşı, göç ve yıkım, cinayet ve vahşet, dünya ülkelerinin ve ‘elhamdulillah Müslümanız!’ diyebilenlerin gözleri önünde, yine İSRAİL’in katliamı ve Siyonistlerin alkışları, yüreğimize bomba gibi düşerken, gerçek bombalar ise, LÜBNAN’a ölüm kusar gibi çöküyor; bir ay içinde 1000’in üzerinde Lübnanlı hayatını kaybediyordu.

‘Körler ve sağırlar birbirini ağırlar,’ misali, ‘it iti ısırmaz,’ sözünün gerçekliğinde olduğu gibi, sözde dünya devlerinin gözü önünde, masumların gözyaşları, kanlara karışarak, Lübnan caddeleri kızıla boyanıyordu.

Bugün İsrail bir ölüm makinesi haline gelmiştir. Mermileri de, zalim yandaşları ve işbirlikçileridir.

Burada amacımız, ırkları veya dinleri savaşmaya teşvik etmek değil elbette. Ancak; zalim, Siyonist İsrail devletinin, yıllar öncesi yaşadıkları insanlık dışı vahşetin intikamını almak istercesine, Müslüman halklarının başına cellat kesilmesini de hazmedemeyiz. ‘Ogün biz yaşamıştık, bugün de siz bizi hoşgörün!’ zihniyeti içinde, kardeşlerimizin kanlarının akıtılmasına, yurtlarından çıkarılmasına, zorla topraklarının gasp edilmesine göz yumamayız. Bu ne insanlığımıza, ne Müslümanlığımıza ne de Allah ve Resulünün ahlak anlayışına yakışır.

Dün zulüm gören her millet, bugün intikamını, gücünün yettiği başka bir milletten almaya kalkışırsa, dünyanın hali ne olur? Düşüncesi bile, insan beynini dumura uğratmaya yetmektedir. Zamanında zulme uğrayan sadece Yahudiler olmamış, onlarla beraber, dünyanın farklı yerlerinde, ırklarından, renklerinden, dinlerinden, topraklarından veya zayıf olduklarından dolayı, pek çok millet zulme uğramıştır, uğramaya da devam etmektedir. Söylenebilecek hiçbir şey, İsrail’in ayıbını ve suçunu açıklamaya ve haklı göstermeye yetmez.

Bu zulüm karşısında sessiz kaldığımız her an, bunun hesabını bizim de vereceğimizi unutmamamız, zalimin zulmünü; son nefesimizi verinceye, hak batıla üstün oluncaya dek haykırmamız, boynumuzun borcu olmalıdır. Dostumuzu düşmanımızı tanımalı, ayağımızı yere sağlam basmalıyız.

Dün, kıran kırana karşı karşıya gelen rejimler, menfaatleri gereği bile olsa bugün sırt sırta vermiş, İslam’ı ve Müslümanları yok etmek için, ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Ey dünya halkları!.. Sesimin ulaştığı tüm insanlık!.. Bosna’da, Afganistan’da, Filistin’de, Lübnan’da, Irak’ta, pek çok Afrika ülkesinde ve daha adını sayamadığımız nice bölgelerde, sömürü, soykırım, petrol kavgası, zengin madenleri elde etme mücadelesi, Marksizm, Kapitalizm, Sosyalizm, Laiklik ve daha pek çok bahaneler altında insanlar öldürülmekte, yerlerinde barınamaz hale getirilmekte ve açlıktan ölüme terk edilmektedir.

Ey ben de varım diyen Müslümanlar! Bizler sıcak yataklarımızda yatarken, yanımızda ailemizle huzur içinde yaşarken, yediğimiz önümüzde, yemediğimiz arkamızda gezerken, yakınımızda ve uzağımızda, “yarına çıkabilecek miyiz?”, “bu zulüm ne zaman bitecek?”, “birileri bizi hatırlıyor mu?” diye inleyen kardeşlerimiz olduğunu unutmayalım.

Ve Türk hükümeti! Muammalı bir çalışmayla, Lübnan’a asker göndermenin bahanelerini arayanlar! Oradakilerin, ‘güç gösterileri’nden ziyade, Müslüman kardeşlerinin desteğine ihtiyacı olduğunu unutmayınız. Göndermeyi planladığınız asker, birilerinin istemesi üzerine, “biz üzerimize düşeni yapıyoruz,” zihniyeti ile gidiyorsa yazık bize, yazık halkımıza, yazık askerimize. Hükümet, göndermeyi planladığı askerin, hangi amaç ve hangi nedenle oraya gittiğini iyi tespit etmeli, atacağı adımları ona göre atmalıdır. Yoksa, halkını temsil edenlerin hepsi vebal altında kalacaktır ve halkı onları asla unutmayacak ve affetmeyecektir.

Çünkü oradaki insanların; elimizle yapabileceğimiz yardımlara (beraberce cihat etmek, maddi yardımlarda bulunmak, oradaki zulmü dünyaya göstermek vs.), elimizden bir şey gelmiyorsa haykırışımıza, kalemimizin gücüne, imanımızın perkliğine, bunu da yapamıyorsak, her türlü zulme karşı, mazlumların gönüllerini okşayarak Rabbimize ulaşacak, yüreğimizin derinliklerinden gelen dualarımıza ve zulme karşı ‘buğz’umuza ihtiyaçları vardır.

Batılın karşısında, Hakkın dimdik durması umuduyla…

Allah nurunu tamamlayacak, kimsenin yaptığı yanına kalmayacaktır

(Haksöz-Haber - Perşembe, Eylül 07, 2006)

Yukarı dön Göster hasan oktem's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasan oktem
 
hasanoktem
Admin Group
Admin Group


Katılma Tarihi: 10 eylul 2006
Gönderilenler: 2837
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasanoktem

ibrahim Karagül: 11 Eylül'ü haber veren suikast!!

  
Hazır dünya 11 Eylül saldırılarını ve ardından başlayan küresel olağanüstü hali sorgularken, bunu fırsat bilip dikkatleri yeniden bir noktaya çekmek istiyorum. En az 11 Eylül saldırıları kadar üzerinde durulması gereken bir konuya. 11 Eylül kadar tartışmamız gereken 9 Eylül 2001 tarihine….

Küresel istila harekatı kapsamında on beş yıldır üretilen kavramların çok çabuk aşındığı bugünlerde “İslamcı faşitlerle savaş” doktrinini dünyaya kanıksatmaya çalışan ABD Başkanı George Bush'un, 11 Eylül'ün yıldönümünde sarfettiği sorumsuz cümlelerini okurken, yalan ve senaryolarla geçen son beş yıla ilişkin bazı gerçeklerin hatırlatılmasının zaruretini bir kez daha düşündüm. “Özgür ulusların yaşam standardını güvence altına alacak yeni bir yüzyıl için” savaş verildiğini söyleyen ABD Başkanı, bunun bir “medeniyet mücadelesi” olduğunu söyledi. 11 Eylül sonrası oluşturulan ideolojik kamplaşma, “medeniyetler çatışması”, “medeniyet için çatışma”, “Haçlı savaşı” gibi çok farklı kavramlarla ifade edildi. Bu kavramlar ve onlara bağlı süreç gündelik yaşamımızın her alanında etkili oldu. Enerji savaşından işgallere, güvenlik paranoyasından ekonomik baskılara, demokrasi nutuklarından kadife devrimlere, rejim değişikliklerinden bireysel özgürlüklerin sınırlanmasına kadar, aynı merkezlerden üretilen çok yoğun zihinsel dayatmalarla, güvenlik operasyonlarıyla boğuşuyoruz.

İşgallerin, örtülü operasyonların, esir kamplarının, gizli gündemlerin, suikastlerin, boru hatlarının, bölgesel istikrarsızlaştırma senaryolarının ve tanık olduğumuz daha bir çok şeyin aslında aynı büyük amacın parçaları olduğu ortada. Her olayı diğerinden bağımsız değerlendirmenin bizi hiçbir sonuca ulaştırmadığını bu beş yıl içinde gördük. Bugün, bütünün çok önemli bir parçasını hatırlatmak istiyorum. Ya da 11 Eylül'le çok bağlantılı bir suikastten.

Tarih 9 Eylül 2001. Yani 11 Eylül saldırılarından iki gün önce. Afganistan'da Kuzey İttifakı'nın askeri lideri ve Ruslara karşı Afgan mücadelesinin sembol ismi Ahmet Şah Mesud'a suikast düzenlendi. Ağır yaralanan Mesud, kurtarılamadı. Kimse 11 Eylül ile 9 Eylül'de meydana gelen bu saldırı arasında bağlantı kurmadı.

O zamanlar, suikastle ilgili çarpıcı iddialarda bulundum. 11 Eylül'le bağlantısını sorguladım. ABD'nin Afganistan'a ilişkin gündemiyle birlikte değerlendirdim. El Kaide saldırısı denilerek üstünün örtüldüğünü, aslında ABD'nin yeni küresel savaş stratejisi kapsamında işlenen bir suikast olduğunu söyledim. Benden başka da kimse suikasti bu yönüyle sorgulamadı. Sonraları doğrulanan bir çok olayda olduğu gibi. Ama ben ısrarımı sürdürüyorum. Çünkü, 11 Eylül'ün, Afganistan işgalinin, bugün Ortadoğu'da yaşananların; terörle mücadele palavrasının şifresi bu suikastte gizli.

Şah Mesud, Afganistan Devlet Başkanı Yardımcısı sıfatıyla AB tarafından Strasbourg'a davet edildi. Fransa Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine, Fransa Meclis Başkanı Raymond Forni ve Senato Başkanı Christian Poncelet ve Avrupa Parlamentosu Başkanı Nicole Fontaine gibi çok önemli isimlerle görüştü. Taliban'ın devrilmesi için Avrupa'dan destek istedi. AB'den siyasi destek alan, ekonomik ve askeri destek sözü alan Mesud'a Rusya da askeri yardım yapmaya başladı. Taliban'ı devirmek için Yeni Delhi'de bir toplantı bile yapıldı. Rusya, İran ve Avrupa gezisinden yeni dönen Mesud 9 Eylül 2001'de öldürüldü. Belçika'dan 2 Arap gazeteci, Tacikistan içlerindeki Hoca Bahuiddin'deki merkezde Mesud'la görüşmek üzere izin aldı. 5 gün bekletildikten sonra, 9 Eylül'de görüştürüldüler. Görüşme odasında kameraman hazırlık yaparken, teçhizat arasına gizlenmiş güçlü bir bomba infilak etti. Sonradan bu kişilerden birinin eşi vasıtasıyla olay öğrenildi. Bomba olduğunu saldırıyı yapanlar da bilmiyordu!

Kuzey İttifakı ve Batı basınına göre Pakistan istihbaratının (ISI) bu suikastle bağlantısı vardı. Aynı tarihte ISI'nin başındaki kişi Washington'daydı. Bush yönetiminin önde gelen isimleriyle görüşmeler yapıyordu: Colin Powell, Richard Armitage, CIA Baskanı George Tenet ve Senato yetkilileriyle. Şimdilerde olay biraz aydınlanıyor. Suikastte ABD ve Pakistan'ın rolüne ilişkin daha somut veriler ortaya çıkıyor.

Mesud öldürülmeseydi ABD Afganistan'ı bu kadar rahat işgal edip Hamit Karzai gibi bir kuklayı iktidara taşıyamayacaktı. Çünkü Mesut ABD ve İngiltere ile değil Avrupa ve Rusya ile iş tutuyordu. Yıllardır Mesud'u zayıflatıp Taliban'ı güçlendirmeye çalışan ABD, bu suikastle amacına erişti. Ve bugünkü Afganistan'ı dizayn etti. Suikastten iki gün sonra 11 Eylül saldırıları gerçekleşti ve ABD'nin Afganistan işgali başladı. Mesud suikasti ile Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri suikasti sonuçları itibariyle ne kadar de benzeşiyor.

11 Eylül'ün yıldönümünde bu gerçeği bir kez daha hatırlatıp Şah Mesud'a rahmet diliyorum.

Yeni Şafak Gazetesi

(Haksöz-Haber - Çarşamba, Eylül 13, 2006)

Yukarı dön Göster hasanoktem's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasanoktem
 
hasanoktem
Admin Group
Admin Group


Katılma Tarihi: 10 eylul 2006
Gönderilenler: 2837
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasanoktem

Muhammed Abid El Cabiri: Batı medeniyetinin kanseri: SAVAŞ

   Bu başlık benim icat ettiğim bir başlık değil. Birkaç hafta önce ekran başına geçmiş televizyon seyrediyordum. Önceden planlanmış ve programlanmış olmaksızın bir bayan doktorun Dünya Kanserle Savaş Günü münasebeti ile kanserle ilgili yoğun bir konuşmasına tanıklık etmiştim.

Derken birden, bu haberin peşinden ağırlıklı olarak Amerikan güçlerinin Irak’ın Remâdi bölgesindeki, uluslararası ittifak güçlerinin de doğu Afganistan’daki ve İsrail’in Gazze’de ve Batı Şeria’daki bazı bölgelerde gerçekleştirdiği askerî operasyonlarından bahsedilmeye başlandı. Özetle haber bültenine son yıllarda olduğu gibi savaş haberleri damgasını vurmaktaydı. Belki de radyo, televizyon ve diğer medya araçları ile haber bültenlerinin yayınlandığı tarihten bu yana hep böyle olagelmiştir.

Bu iki konu etrafında dönüp duran konuşmalar zihnimde bir tür anlam çağrıştırması yaptı ve uzun yıllar boyu uyumakta olan bir ifadeyi tekrardan aklıma getirdi. Bu ifadeyi 1975 yılında vefat etmiş olan meşhur İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin eserlerinde okumuştum: “Batı medeniyetinin kanseri savaş.” Şanslı olmalıyım ki güçlü bir tahminle bu ifadeyi okuduğum kitabı hatırlayabildim. Hemen kütüphaneme yöneldim ve kitabı kolayca buluverdim. “Savaş ve Medeniyet” başlığını taşıyordu. Kitap aynı müellife ait kalın bir tarih ansiklopedisinden (Tarihte Bir Çalışma) seçilmiş metinlerden oluşmaktaydı. Kitabı elime aldım ve karıştırmaya başladım. Hemencecik ehemmiyetine binaen kenarına el yazım ile not düştüğüm paragrafları buldum. Filozof bir tarihçi olan Toynbee’nin o paragrafta yazdıklarını okumaya başladım: “İnsanlık tarihinin ortaya çıkışından bugüne beş-altı bin sene geçmiş olmasına rağmen birinin kalkıp da “Savaş beşer medeniyetinin merkezinden çok uzak olmayan bir kurumdur.” demekten başka çıkış yolunun olmaması ne kadar üzüntü verici bir durumdur!”

Batı, insanlığı tehdit ediyor...

Toynbee bu kitabın ilk bölümünde “Dünya bugün savaş hastasıdır.” başlığı ile bu düşüncesini, sonuncusu İkinci Dünya Savaşı olan Batı dünyasının savaş ile olan deneyimleri ışığında şöyle açıklar: “Geleceğimiz bizleri korkutmakta ve içimizde endişe uyandırmaktadır. Acı bir tecrübe geçirmişizdir... Bir nesil boyunca iki temel gerçeği öğrenmiş bulunmaktayız: Birincisi savaş hâlâ Batı medeniyetinde kabul gören bir kurumdur. İkincisi ise bugünkü teknik ve sosyal imkânlara bakıldığında artık bugün yapılacak bir savaşın katliam olacağı kaçınılmazdır.” Devamında şöyle der: “Bugünkü Batı dünyası tarihi bize göstermektedir ki savaşlarda giderek artan bir güç kullanımı söz konusudur. Artık şöyle söyleyebiliriz ki İkinci Dünya Savaşı giderek artan bir çekişmede son noktayı oluşturmayacaktır. Bu zincir böyle devam ederse giderek sonunda insanlığın toptan imhasının kaçınılmaz olacağı bir seviyeye ulaşacağı şüphesizdir.”

Batı medeniyeti tarihini şöyle bir gözden geçirelim. Makedonyalı İskender’in fetihlerinden başlayıp Roma İmparatorluğu savaşlarına, Avrupa kıtasındaki milliyet ve din savaşlarına, sömürgeci Avrupa savaşlarına, Birinci ve İkinci Dünya savaşlarına, sonra da Asya, Afrika ve Amerika’daki ulusal bağımsızlık hareketlerine karşı Avrupa devletlerinin savaşlarına ve peşi sıra gelen savaşlara bir bakalım. Gerçek şu ki İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana özellikle savaşlar alanında Batı medeniyetinin başını Amerika Birleşik Devletleri çekmektedir. ABD’nin Kore’ye karşı savaşı, sonra Vietnam’a karşı savaşı, İsrail’i desteklemesi ve silahlandırması, Afganistan ve Irak’a karşı savaşları... Bu manzara karşısında kendimizi şöyle demekten alıkoyamayız: Gerçekten, Batı medeniyet tarihi ardı ardına gelen savaşlar zincirinden ibarettir. Ne eski Doğu ne Çin ne İran medeniyetleri ne de Arap İslam medeniyeti böylesi uzun savaşlar zincirini görmemişlerdir!

Toynbee “İnsanlık kölelik, bendelik, sınıfsal çekişme ve sosyal zulümler gibi kendi başına açtığı musibetlerden çok çekmiş olmasına rağmen” diyerek bunlara dikkat kesildiği gibi, “Savaş bütün bunlardan farklıdır. Zira savaş insanlığın farklı devirlerde başına gelen her türlü sosyal ve ruhi çöküşün en direkt ve en temel sebebidir.” diyerek asıl vurguyu savaşa yapar. “Savaşın başlangıç tarihini belirlemek mümkün olmakla beraber savaşın ne zaman biteceğini belirlemek mümkün olamaz.” diye dillendirilen genel kanaate Toynbee farklı bir boyut daha katar: “Savaş tıpkı diğer kötülüklerde olduğu gibi kurtulması muhtemel gibi görünürse de çok süratli bir şekilde savaşa girenlerin boynuna dolanır ve savaşa girenler ondan kurtulma imkânı bulamazlar. Sonra kabzasını öyle bir sıkar ki ölüme götürür.” Bu yönü ile aynı bir kanser gibidir!

Savaşı kurumsallaştıran da Batı...

Elbette ki her birimiz Amerikan idaresi ile İngiliz hükümetinin Irak’a karşı başlattıkları savaş öncesi durumu hatırlıyoruz. Çok hızlı bir şekilde savaş beklenir olmaktan çıkıp gerçekleşti ve süratli bir şekilde kurtuluşları imkânsız bir surette hem Bush’un hem de Blair’in boynuna dolandı. Bugün savaşın nasıl bir şekil aldığını ve başlarına nasıl bir bela hâline geldiğini ve süratli bir şekilde sonlarını hazırladığını görmektedirler. Bu kaçınılmaz siyasi ölümleridir!

Büyük İngiliz tarihçisinin söylediklerine binaen şunu ifade etmemiz doğru olur: Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin (Blair talihsiz ve yalnız bir uydudan başka bir şey değildir.) Irak’a karşı gerçekleştirmekte olduğu savaş açıkça ortaya koymuştur ki İkinci Dünya Savaşı’ndan beri savaş onlar için bir kurum hâline gelmiştir. Bu kurum, görünen Amerikan kurumlarının en önemlileri olan savunma bakanlığı, dışişleri bakanlığı, iç güvenlik bakanlığı, maliye bakanlığı, Kongre, silah üreten ve ticaretini yapan kurumlar ve petrol kurumlarının yanı sıra büyük ölçüde Amerikan iktisadi ve siyasi sistemine de hâkim olmuş durumdadır. Ayrıca Siyonist radikal dinî sağ kurumlara da hâkim olmuştur. Öyle ki bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde savaş herhangi bir kurum olmaktan daha çok gerçekte bütün kurumları içine alan bir kurum hâline gelmiştir!

Burada ağırlıklı olarak Amerika Birleşik Devletleri’nden bahsederken biz Amerikan halkının veya Amerikan medeniyetinin diğer yönlerini, gelişmişliğini, başta insan bedenini yiyip bitiren kanser hastalığı olmak üzere insanlığın baş belası birçok hastalığın kökünü kurutmak hususunda yapmış olduğu önemli katkıları elbette kastediyor değiliz. Biz bir kanser gibi ABD’nin ekonomisini, değerlerini ve namını kemiren bir hâl almış olan savaş kurumundan bahsediyoruz. Kaldı ki bu savaş bütün bunların yanında birçok insanının ölümüne, yaralanmasına, sakatlanmasına, kötürüm kalmasına ve daha birçok olumsuzluğa sebebiyet vermektedir. Savaşlar refah toplumunu üzüntüler toplumu hâline getirmiş durumdadır!

Son olarak sizlere sormak istiyorum, bir günü Dünya Savaş Karşıtlığı Günü olarak tahsis etmek gerekmiyor mu? Ayrıca söz konusu günün Dünya Kanserle Savaş Günü’ne hemen bitişik bir gün olarak belirlenmesi gerekmiyor mu?

Muhammed Abİd El Cabİrİ kİmdİr?

Bu yazıyı Zaman için kaleme alan Prof. Cabiri Fas doğumlu. 1968’de felsefe bölümünden mezun oldu, 1970’te ise Rabat’taki Külliyetü’l-Adab’da felsefe doktorasını verdi. Cabiri şu an Fas/Rabat Edebiyat Fakültesi’nde felsefe ve İslam-Arap düşüncesi profesörü olarak çalışmaktadır. Arap-İslam Siyasal Aklı, Arap-İslam Aklının Oluşumu, Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, Felsefi Mirasımız ve Biz, Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı ve İslam’da Siyasal Akıl isimli eserleri Türkçeye çevrilen Cabiri, Arap-İslam düşüncesi, gelenek ve modernlik, demokrasi ve insan hakları vb. konular üzerine çalışmalar yapmaya devam etmektedir.

Zaman Gazetesi

(Haksöz-Haber - Cuma, Eylül 15, 2006

Yukarı dön Göster hasanoktem's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasanoktem
 
hasanoktem
Admin Group
Admin Group


Katılma Tarihi: 10 eylul 2006
Gönderilenler: 2837
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasanoktem

ibrahim Karagül: Usame Bin Ladin nerede?

  
Beş yıl oldu… Berlin Duvarı'nın yıkılmasından bu yana kaos peşinde koşanların, yeryüzünü talana çevirmek isteyenlerin, bencillikleri ve açgözlülükleri için insanlığı toptan ateşe atmaktan kaçınmayanların, kendileri dışında herkesi düşman safına itenlerin “yeni küresel düzen” inşası adı altında başlattıkları açık savaşın üzerinden sadece beş yıl geçti. Oysa bu savaş, 11 Eylül 2001 tarihinde başlamamıştı. Soğuk Savaş'tan hemen sonra başlamıştı. Ama 11 Eylül saldırıları, yeryüzüne egemen olmak isteyenlerin bahanesi oldu.

1990'lardan beri ilmik ilmiş işledikleri stratejiyi uygulamak için elverişli bir zemin oluşturdu. Aslında 11 Eylül'den çok önce tehdit konseptini hazırlamışlardı. “İslam tehdidi”, “terör tehdidi”, “İslamcı terör”, “medeniyetler krizi”, “medeniyet içi kriz”, “rejim değişikliği”, “küresel güvenlik”, “enerji güvenliği”, “demokrasinin geliştirilmesi” ve daha nice kavramların bugün yaşadığımız savaş ve yeni sömürge dalgasının ön hazırlıkları olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Beş yılda neler oldu?

Temel insan hakları ve bireysel özgürlükler yok edildi, özgürlük alanları daraltıldı, uluslararası hukuk rafa kaldırıldı, uluslararası kurumlar devre dışı bırakıldı, sivil toplum örgütleri baskı altına alındı, uluslararası sözleşmeler unutuldu, dünyanın her köşesinde insanlar gözaltına alınıp aylarca sorgusuz-sualsiz hapislerde tutuldu, hemen her Amerikan askeri üssü esir kampları haline geldi, katliamlar/toplu mezarlar dönemi başlatıldı, diktatörler güç kazandı, devlet terörü meşrulaştı, işkence ve tecavüzler bir savaş yöntemi haline getirildi, ABD ordusu katliam yapma hakkını elde etti, ABD, İngiltere ve İsrail'in ekonomik-siyasi ve askeri önceliklerine ters düşen ülkeler düşman ilan edildi. Her türlü muhalif söylem ve harekete şiddetle karşılık verildi. ABD dış politikası uluslararası hukuk normu haline geldi.

İki ülke işgal edildi. Lübnan ağır yara aldı. İran ve Suriye işgal tehdidi altında. Pakistan ve S. Arabistan'ın bölünmesi tartışılıyor. Irak üçe bölündü. Sınırlar tartışmaya açıldı. Etnik ve mezhep eksenli krizler beslendi. 140 ülke ya da bölgeye ABD askeri yerleşti. “Terörle mücadele” adı altında yürütülen saldırılarda en az 180 bin kişi öldü, beş milyona yakın kişi mülteci oldu.

Terör paranoyası ile zihinler esir alındı. İnsanlık askeri/güvenlik projelerine mahkum edildi. Demokrasi ve özgürlükler güvenlik stratejilerinin malzemesi oldu. Zihinleri tazelemek için belli aralıklarla terör alarmları verildi, Londra'da olduğu gibi standart terör saldırıları tezgahlandı.

İnsanlık suçlarının hemen hepsi denendi. Afganistan'da binlerce esir katledilip toplu mezarlara gömüldü. Üzerlerine asit dökülüp yakıldı, konteynerlerın içinde kurşuna dizildi. Toplu mezarlarla ilgili soruşturma bile açılamadı.

Irak toplu katliamlara sahne oldu. Felluce'de kaç kişinin öldüğü hala bulunmuyor. Haftalarca dünyaya kapatılan kentte korkunç cinayetler işlendi. Kimyasal silahlar kullanıldı. Soruşturma bile açılamadı.

Ebu Gureyb'deki işkence ve tecavüzler yaşandı. En az on cezaevi daha vardı, gizlendi. Çocukların tutulduğu esir kampları kimseye gösterilmedi.

Hedef ülkelere karşı terör örgütleri kuruldu ve kullanıldı. Terör askeri bir strateji olarak kullanıldı.

Yeryüzünün her köşesi işkence merkezlerine dönüştürüldü. ABD askeri üsleri, savaş gemileri, okyanuslardaki küçük ve ıssız adalar, yağmur ormanları ya da çöller gizli cezaevleriyle doldu. Sayısı belirsiz insanlar bu merkezlere götürüldü. Hemen hiç birinden bir daha haber alınamadı. İşkence uçaklarıyla esir ticareti yapıldı.

İşgal gerekçeleri olarak öne sürülen her şey yalan çıktı. Irak'ta kitle imha silahları bulunamadı. El Kaide'ye ne oldu? Usame Bin Ladin nerede? Hani bu El Kaide'ye karşı bir savaştı? Dünyanın birçok bölgesinde meydana gelen El Kaide saldırılarıyla ilgili soruşturmalar sonuçsuz kaldı. “El Kaide yaptı” denilip soruşturma dosyaları kapatıldı.

Yalanladıkları her şey sonradan doğrulandı. Gizli cezaevleri, kitle imha silahları, işkence uçakları ve daha niceleri. Küresel savaş kapsamında iddialarının hiç biri doğru çıkmadı.

Terörle mücadele adı altında yürütülen savaşı ABD çoktan kaybetti. Yılda yüz milyar dolar harcanan savaşla hiçbir sorun çözülemedi. Ancak dünya, aslında böyle bir savaş olmadığını, ABD/İngiliz/İsrail ekseninin, askeri, siyasi, finansal ve kültürel açıdan kendilerine bağımlı bir dünya kurmaya çalıştığını gördü.

Artık onlara kimse inanmıyor. İnanmayacak da. Sevilmiyorlar, sevilmeyecekler de. Bugün kazanıyor gibi görünebilirler. Ama gerçekte kaybediyorlar. Bu coğrafyada onlara güvenip gelecek inşa etmeye kalkışanlar da kaybedecek!
Yeni Şafak Gazetesi

(Haksöz-Haber - Salı, Eylül 12, 2006)

Yukarı dön Göster hasanoktem's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasanoktem
 

<< Önceki Sayfa 23 Sonraki >>
  Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazıcı Sürümü Yazıcı Sürümü

Forum Atla
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme
Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme
Sizin yetkiniz yok forumda konu silme
Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme
Sizin yetkiniz yok forumda anket açma
Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma

Powered by Web Wiz Forums version 7.92
Copyright ©2001-2004 Web Wiz Guide
hanif islam

Real-Time Stats and Visitor Reports Sitemizin Gunluk, Haftalik, aylik Ziyaretci  Detaylari Real-Time Stats and Visitor Reports

     Sayfam.de  

blog stats