HANiFDOSTLAR.NET

 

Kuran Müslümanı
 

(Şahıs odaklı din anlayışından Allah odaklı din anlayışına...)

Ana Sayfa Hanif Mumin  Iste Kuran Kurandaki Din  Kur'an Yolu  Meal Dinle Sohbet Odasi Hanifler E- Kitaplik Kütüb-i Sitte ?  ingilizce Site Kuran islami Aliaksoy Org  Hasanakcay Net Tebyin-ül Kur'an Önerdiğimiz Siteler Bize Ulasin

 

- Konulara Göre Fihrist

- Saçma Hadisler

- Hadislerin-Sünnetin İncelemesi

- Haniflikle İlgili Sorular Cevaplar

- Misakın Elçisi Kim?

- Kuranda Namaz/Salat

- Onaylayan Nebi

- Kuranda Namaz/Salat

- Enbiya 104

- Kuranda Yeminler

- Adem Hakkında Sorular

- Ganimetleri Resulün Eline Nasıl Vereceğiz?

- Allahın ındinde YIL ve DOLUNAYLAR

- Abese ve Tevella

- Hadisçilerce Tahrif Edilen Ayetler

- Mübarek Yer, Mübarek Vakit

- Arkadaş Peygamber

- Kuranın İndirilişinden Günümüze Gelişi

- Bir Türban Sorusu

- Kuran ve Bize Öğretilenlerin Farkı

- Namazın Kılınışı

- Hadislere Göre Namaz

- Kuranda Salat Namaz mıdır?

- Kuran Yetmez Diyen Uydurukçular

- Bizler Hanif Dostlarız

- Sahih Hadis mi İstersiniz?

- Hakkı Yılmaz'ın Tebyin Çalışması

- Kur'anı Anlamada Metodoloji

- Tarikatçıların Çarpıttığı Birkaç Ayet

- Nasıl Kur'an Okuyalım?

- Kur'anı Kerim Nedir?

- Kur'anda Oruç

- Allah'sız Bir Din ve Allah'sız Bir Kur'an İnancı

- Kuransız Bir İslam Anlayışı ve Müşrikleşme

- Meal Çalışmasına Davet

- Allah Şahit Olarak Kafi Değil mi?

- Doğru Hadisleri Ne Yapacağız?

- Kur'andaki Muhammed ve Peygamberlerin Misyonu

- Mahrem, Avret, Ziynet

- Nur Suresi Çeviri-Yorum

- Cilbab

- Resule İtaat Ne Demektir?

- Hadis Kalburcuları ve Kalburları

- Kur'anı Kerim'in İndiriliş Gayesi

- Kur'anda Amellere Karşı Cahili Yaklaşım

- İslamdışı İnanışlara Kur'andan Örnekler

- Biri Şu Haram Üretim Tesislerini Kapatsın

- Tasavvufta İslam Var mı?

- İslamda Delil Sorunu

- Kurban Kesmek

- İlahi Hitabın Serüveni

- Ecel Nedir?

- Şirk, İşrak, Müşrik, Müşareke, Müşterik

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Peygamberlere Karşı Rabbani Yaklaşımlar

- Salat-ı Tefriciye yada Zikri Çarpıtmaya Bir Örnek

- Mucize Nedir?

- Ayrılıkların Nedenleri

- Sıfır Hata veya Kur'an

- Haniflik Nedir?

- Rabıta İle Şeyhlere Tapanlar

- Hadis Zindanının Mezhepçi Mahkumları

- İslam Dininin Öğrenilmesinde Kaynak Sorunu

- Fasık ve Münafıkların Genel Tanımlaması

- Hadisler, Hıristiyanlık ve Selman Rüştü

- Kur'anı kerim'in İndiriliş Gayesi

- Müstekbirlere Karşı Cahili Yaklaşım

- Halis-Hanif İslam

- Kur'anda Şefaat

- Fuhuş Tellalı Tefsirciler

- Hayızlıyken Neden Namaz Kılınmasın?

- Cebrail, Vahiy, Melek

- Dindarlıkta Müşrikleşme Temayülü

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Yaratılış, Adem, Havva

- Kur'an Yerel mi, Evrensel mi?

- Reform Dinde mi, Dindarlıkta mı?

- Ne Mutlu Tağutu Olmayanlara

- Peygambere Saygı(?)

- Hadislere Kanıt Diye Gösterilen Ayetler

- Allah Nazara Karışmadı mı?

- Kur'anı Kerimle Amel Etmek Mümkün mü?

- Kur'anda İnkar Edenlerin Vasıfları

- Müminlerin Vasıfları

- Allah'ın Vasıfları

- Kur'anın Vasıfları

- Dine Karşı Cahili Yaklaşımlar

- Kur'an Merkezli Din

- İrin Küpü Patladı; Mevlana

- Hurafe ve Bidatlar

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Hz. İsa'nın Ölümü

- Allah'ın Mesajının Adı: Kelamullah

- Allah'ın Resule Uyarıları

- Kur'ana Göre Tenkit ve Eleştiri Nasıl Olmalı?

- Kur'anda Sevgi

- Sofuların Devlet Desteğiyle Desteklenmesi

- Hans Von Aiberg Aldatmacası

- Kabir Azabı Safsatası

- Kur'an Kıssalarının Önemi; Masal Değiller

- Kur'anda Toplumsal Sünnetler

- Tefsirde İsrailiyyat

- Kardeş Evliliği Olmadan Çoğalma

- Hans Von Aiberg Tutuklandı

- Kur'anda Tevbe Kavramı

- Yaşar Nuri Öztürk'ün Yorumuyla Namaz

- Karadelikler; Bir Büyük Yemin

- Mezhepçilerin Ümmi Açmazı

- Kabe Nedir? Mekkede midir, Kudüste mi?

- Kur'anda Ruh Kavramı

- Kur'anda Nefs Kavramı

- Amin Kavramı ve Putperestlik

- Diyanet İşleri Başkanlığının Sitemize Cevabına Cevaplar

- Resul ve Nebi -1

- Resul ve Nebi -2

- Sapık Bir Fırka: Hansçılar

- Cihad mı, Çapulculuk mu?

- Kur'an Deyip Namazı Yok Sayanlar

- Cennete Sadece Müslümanlar mı Girecek?

- Kur'anda El Kesme Cezası var mı?

- Nazar veya Göz Değmesi Var mı?

- Şehadet Getir, Münafık(?) Ol

- Kur'anda Eleştiri Metodu

- Hacc Mekkede mi, Bekkede mi?

- İslami Tebliğde Kur'an Metodu

- Saptırılan Kavram: Mekruh

- Kur'anda Cuma Namazı var mı?

- Of Be Kader, Allah mı Suçlu Yoksa Biz mi?

- Kader Açısından Cebir ve İhtiyar

- Baban Peygamber Olsa Ne Yazar

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Vahdet-i Vücud, Şirkin Alası

- Tasavvufi Bilginin Kaynağı Vahiy mi?

- İslam'da Resullük Son Bulmuştur

- Teveffi Kelimesi ve Arap Dili

- Tasavvuf Üzerine Düşünceler

- Nefis Mertebelerinin İç Yüzü

- Allah Rızası Anonim Şirketi; Tarikatlar

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -1

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -2

- Nakşi Şeyhi Allah'ın Avukatı mı?

- Kur'anda "ve+la" Öbeği

- Putlar ve Tapanlar

- Son Peygamberimizin Okuma Yazması

- Mesih ve çarpıtılan Bir Ayet

- Hac İzlenimleri

- "Üzerinde 19 var" da Son Nokta

- Secde Emri

- Kur'andaki Hac

- Aracıların Gaybı Bildiği İnancı

- Tarikatçı - Müşrik Karşılaştırması

- Gazali'nin Kadına Bakışı

- Kur'anda Kadına Verilen Önem

- Başörtüsü Allah'ın Emri Değil

- Başörtüsü Takmak Kur'anda Var mı?

- Kur'anda Kadın Dövmek Var mı?

- Cariye, Köle; Utanmaz Mealciler

- Kadına Yönelik Şiddet

- Sünnet Edilen Kızın Öyküsü

- Erkekçe ve Kadınca Meal Konusu, Nebe 33. Ayet

- Harem - Selamlık Kimin Emri?

- Zina, Evlilik ve Örtünme Adabı

- Cariyeleri Aç, Hür Kadınları Kapat (!)

- Çok Eşliliği Yasaklayan Ayetler

- Kur'ana Göre Evlilik Hukuku

- 2 Kadın = 1 Erkek, Uydurma mı?

- Danimarkalı mı Sapık, Buhari mi?

- Ebu Hanife, Cariyenin Avreti

- Nisa 25, Hür Kadın ve Fahişe İfadesi

- Maymunların Hadisi ve Recm Vahşeti

- Hz. Muhammed'in Tebliği

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Angarya Haline Getirilen İbadet

- Buhari'nin Hadislerini Buhari Yazmamıştır

- Hadis ve Sünnet Gerçeği

- Uydurma Hadisler, İslamın Kara Boyası

- Hadisler Dinin kaynağı Olamaz

- Uydurmaların Sınırı Yok; Şeytan Geyiği

- Beşeri Hükümler Neden Kutsal Oluyor?

- Hadis - Kur'an Çelişkisi

- Kur'anda/Dinde Olanlar ve Olmayanlar

- Cehennem'den Çıkış Yok

- Kur'anda Tağut

- Ebu Hureyre Gerçekte Kimdir?

- Hadis - Mantık Çelişkileri

- Kurban ve Kurban Bayramı Nereden Geliyor?

- Hadislere Göre Kur'an Eksiktir

- Bildiri: İslam Anlayışında Reform

- Arapça mı, Arap Saçı mı?

- Koca mı Üstün, Allah mı?

- Esbab-ı Nüzül Komedi Hadisleri

- İşte Geleneğin Dini

- Ulul Emir İle Kim Kastediliyor?

- Kul Hakkı

- Yezidi Bir Gelenek: Aşure Tatlısı

- Hz. İbrahim'den Asrımıza Dersler

- Taklitçiliğin Boyutları

- Seb-ul Mesani Nedir?

- Kelle Sayılarak Gerçek Bulmak

- Kıyamet - Mahşer Günü ve Sonrası

- Kur'anda Namaz Vakitleri

- Kur'anda Cuma Konusu

- Salih Olmak Yetmez

- Hudeybiye Anlaşması Uydurma mı?

- Kitap Yüklü Eşekler

- Kur'andaki Hac

- Hz. Nuh'un Oğlu Kimdi? İftira mı?

- Ruhun Ağırlığına Başka Bakış

- Hz. İbrahim Yalancı Değildi

- İncil'de Kadına Bakış

- Şirkin Büyüğü Küçüğü Olur mu?

- Kur'andaki Abdest ve Hijyen

- Din de Bir Araçtır

- Kur'an Okumanın Zararları

- Kur'anda Dua Ayetleri

- Kur'anda Tarih Kavramı ve Bilinci

- Şekilsel Secde Kur'anda Yok mu?

- Salat ve salatı İkame

- Kur'andaki Emr Kavramı Üzerine

- Dindar İnsanlar Şirk Koşar

- Alak Suresinin İlk Beş Ayeti

- Men Arefe'nin Çözümü

- Kur'andaki Av Yasağı

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Din Büyüklerini Tanrılaştırma

- Allah'a ve Muhammed'e Değil

- Kur'andaki Örnek Tevekkül

- Şekilsel Rüku Kur'anda Yok mu?

- Hz. İbrahim Kuşları Kesti mi?

- Ehli Sünnet Dininin Anayasası

- İnsan Allah'ın Halifesi mi?

- Kur'an Üzerinde Düşünmek

- Şirkin Kuyusuna Düşenlere Uyarılar

- Kur'an Ölülere Okunmak İçin mi İndirildi?

- Ayda Okunan Kur'an Masalı

- Hz. İbrahim, Safa ve Merve Masal mı?

- "Haç"er-ul Esved (!)

- Mevlana Sahte Bir Peygamber Değil mi?

- Tasavvufun Tanrısı İki Zıttır

- Kur'andaki Tasavvuf: Teveccüh

- Önce Batıl ve Hurafe İle Savaşalım

- Resuller Haram Kılamaz mı?

- Elçi Muhammed ile İnsan Muhammed'in Farkı

- Tarikatlarda Aracılar Rezaleti

- Nur Suresi 31. Ayet Nasıl Çarpıtılıyor?

- Sırat Kıldan İnce, Kılıçtan Keskin mi?

- Kur'anda Zalimler

- Bütün Mehdileri Çöpe Atıyoruz

- Kur'ana Göre Ramazan Ayı ve Haram Aylar

- Tasavvufçuların İlahı; Varlık ve Yokluk

- Tasavvufçuların Küçük Putları

- Sünnet Etmek yaratılışı Değiştirmedir

- Son Peygamberimizin Mektupları

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Mescid-i Aksa Nerede?

- Büyük Kandırmaca: Hadis

- Kur'an Neden Arapça Olarak İndirilmiştir?

- Kimin dini? Kimin Kitabı? Kimin Meali?

- Evliya Kelimesinin geçtiği Ayetler

- Şimdiye Kadar Yaşanan İslam

- Ayın Yarılması Diye Bir Mucize Yoktur

- Kabe Dikili Taş Değil mi?


Up | Down | Top | Bottom
 
Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.

Yunus Suresi 105

Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.

Enam Suresi 79

İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.

Ali İmran Suresi 67

Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.

Nahl Suresi 123

De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.

Ali İmran Suresi 95

Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.

Hacc Suresi 31


Up | Down | Top | Bottom

HABERLER

 

 








 

 

  Hanif Islam

 

Genel Tartışma
 Hanif Dostlar Ana Sayfa -> Genel Tartışma
Konu Konu: kuranın tarihselliği Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazanlarda
Gönderi << Önceki Konu | Sonraki Konu >>
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Kur’an’ın anlaşılması ve tarihselci yaklaşım

Kur’an hükümlerinin zaman ve mekan bakımından evrenselliğine inanarak, ancak, her dönemde insanların idraklerine sunmak bakımından bir gelenek halinde gelişmekte olan yorumlama çabalarının olması gerektiğini de düşünerek, tarihsellik ile ilgili tartışmaları ele alıyoruz.

Kur’an-ı Kerim, Allah tarafından Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav)’e vahiy yoluyla indirilmiş ilahî bir kitaptır. İslam geleneğinde her ne kadar Kur’an-ı Kerim’in mahluk olup olmadığı tartışması yapılmış olsa da, vahyin keyfiyeti konusunda büyük tartışmalar yaşanmamış, vahyin mana ve lafız açısından ilahîliği konusunda önemli ihtilaflar sözkonusu olmamıştır. Yine aynı şekilde Müslümanlar hiç bir dönemde Kur’an-ı Kerim’in metninin otantikliği konusunda en küçük bir tereddüt yaşamamışlardır. Kur’an-ı Kerim, kelimesi kelimesine Allah kelamıdır ve en ufak bir değişime uğramadan günümüze kadar tevatür, yani yalan olarak söylenmiş bir söz üzerine birleşmeleri mümkün olmayan her zaman güvenilen kimselerin rivayeti yoluyla gelmiştir.

 

Kur’an-ı Kerim Müslümanların her konudaki temel kaynağı ve yol göstericisidir. Kur’an-ı Kerim, bizzat Allah tarafından: “Gerçekten bu Kur’an en doğru olan yola götürür ve iyi işler yapan mü’minler için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” [

إِنَّ هَذَا الْقُرْآ 06;َ يِهْدِي لِلَّتِي هِيَ أَقْوَمُ وَيُبَشّ 16;رُ الْمُؤْم 16;نِينَ الَّذِين 14; يَعْمَلُ 08;نَ الصَّالِ 81;َاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا كَبِيرًا

'), CAPTION, 'Sure: İsrâ Sûresi Ayet: 9');" onmouseout="return overlib.nd();">17:9] şeklinde tanımlanmıştır. “...İşte bu Kur’an bana, onunla sizi ve eriştiği herkesi uyarayım diye vahyolundu...” [

قُلْ أَيُّ شَيْءٍ أَكْبَرُ شَهَادةً قُلِ اللّهِ شَهِيدٌ بِيْنِي وَبَيْنَ 03;ُمْ وَأُوحِي 14; إِلَيَّ هَذَا الْقُرْآ 06;ُ لأُنذِرَ 03;ُم بِهِ وَمَن بَلَغَ أَئِنَّك 15;مْ لَتَشْهَ 83;ُونَ أَنَّ مَعَ اللّهِ آلِهَةً أُخْرَى قُل لاَّ أَشْهَدُ قُلْ إِنَّمَا هُوَ إِلَهٌ وَاحِدٌ وَإِنَّن 16;ي بَرِيءٌ مِّمَّا تُشْرِكُ 08;نَ

'), CAPTION, 'Sure: En´am Sûresi Ayet: 19');" onmouseout="return overlib.nd();">6:19
]
ayeti kerimesinde de belirtildiği üzere, Allah Resûlü’nün tüm insanları uyarması için indirilen Kur’an aynı zamanda insanları karanlıktan aydınlığa götüren bir kılavuzdur da. Bu gerçek Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Elif Lâm Râ. Bu Kur’an, Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, mutlak güç sahibi ve övgüye lâyık, göklerdeki ve yerdeki her şey kendisine ait olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” [

الَر كِتَابٌ أَنزَلْن 14;اهُ إِلَيْكَ لِتُخْرِ 80;َ النَّاسَ مِنَ الظُّلُم 14;اتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِ رَبِّهِم 18; إِلَى صِرَاطِ الْعَزِي 86;ِ الْحَمِي 83;ِ

'), CAPTION, 'Sure: İbrahim Sûresi Ayet: 1');" onmouseout="return overlib.nd();">14:1
][

اللّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَا 08;َاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَوَيْلٌ لِّلْكَا 01;ِرِينَ مِنْ عَذَابٍ شَدِيدٍ

'), CAPTION, 'Sure: İbrahim Sûresi Ayet: 2');" onmouseout="return overlib.nd();">14:2
]
Yine, Kur’an’ın muhkemliği ve anlaşılabilirliği şöyle vurgulanmıştır: “Elif Lâm Râ. Bu Kur’an; âyetleri, hüküm ve hikmet sahibi (bulunan ve her şeyden) hakkıyla haberdar olan Allah tarafından muhkem (eksiksiz, sağlam ve açık) kılınmış bir kitaptır.” [

الَر كِتَابٌ أُحْكِمَ 78;ْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَت 18; مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ

'), CAPTION, 'Sure: Hûd Sûresi Ayet: 1');" onmouseout="return overlib.nd();">11:1
]

 

Müslümanlar, vahyin indirilip insanlara tebliğ edilmesinden itibaren Kur’an’a özel bir önem vermiş ve anlaşılması için olağanüstü bir gayret göstermişlerdir. Sahabe ve sonrasındaki ilk dönemlerde yaşayan Müslümanlar bu amaçla çok zorlu yolculuklara da çıkmışlardır. Bugün önümüzde duran fıkıh ve kelam bilimlerinin hepsi, Kur’an’ı anlama gayretlerinin sonucunda şekillenmiştir.

 

Kabul edilmeli ki, vahyin ilk muhataplarının “Kur’an-ı nasıl anlarız?” diye büyük bir sorunları yoktu. Çünkü Kur’an onların günlük hayatlarında kullandıkları ve anladıkları bir dilde, o an yaşadıkları hayata yönelik yönlendirmelerle vahyolunmaktaydı. Ve en önemlisi, yanlarında, anlamadıklarını açıklayacak, kavrayamadıklarını çözecek Peygamber (sav) vardı. Peygamber Efendimiz (sav)’in vefatı ile şüphesiz bu imkan ortadan kalktı ve anlama sorunu başladı.

 

İlk dönemlerdeki Kur’an’ı anlama çabaları, bu konudaki diğer Kur’an ayetlerinin işaretleri ile Peygamberimizin ve Hazreti Aişe (ra) gibi onun önde gelen ashabının yorumlamalarını aktarmak şeklinde gelişmiştir. Bu usulden hareketle ortaya konulmuş olan tefsir/yorum anlayışına “rivayet tefsiri” denilmiştir. Müfessirin doğrudan görüşünü yansıtmayan bu usul, gelişen hayatın meydana getirdiği problemlere cevab bulma ihtiyacı da göz önünde bulundurularak, özel yorumlamaları da içeren tefsirlerle geliştirilmiştir. Rivayetleri de, kendi kanaatları için bir delil olarak gören bu yeni usulde; Arap dilinin edebî yönleri de dikkate alınarak, lafızların manaya delalet yönleri, ayetlerin iniş sebebleri (esbab-ı nüzûl) ile nasih-mensuh konuları da dikkate alınmıştır. Daha sonraki dönemlerde ise, tefsir ilmi yeni gelişmelere göre daha da geliştirilmiştir. Bu usulde yapılan tefsirlere de “dirayet tefsiri” denilmiştir.

 

Görülüyor ki, Kur’an’ı yorumlamak, ister rivayet, isterse dirayet usulu ile olsun Müslümanlar için vahyi anlamada önemli bir konuma sahiptir. Son yüzyıllarda ise, büyük oranda önceki dönemde ortaya konulan yorum ve ictihadların tekrar edilmesi ile yetinilmiş, Kur’an’ı ve Sünnet’i anlama konusunda yeni bakış açılarının olamayacağı inancından kaynaklanan ve ictihad kapısının kapandığını ileri süren görüş bir süre hakim olmuştur. Buna karşılık, Kur’an ve Sünnet’i anlama konusunda farklı bakış açılarının olabileceği ve olduğu kanaatinden hareketle, eski kaynakları reddetmeyen; ancak, yeni problemlere yeni çözümler arayan, yeni yorumlara ve ictihadlara gidilmiştir. Kur’an ve Sünneti anlama konusunda içtihad kapısının kapandığını savunan ve buna karşı çıkan bu iki görüş arasında çeşitli ihtilaflar oluşsa da, bu ihtilaflar asılda değil, usulde meydana gelmiştir.

 

Son dönemde Kur’an’ı anlama çabaları Kur’an muhataplarını çeşitli arayışlara itmiştir. Bu çabaların bir ucunda Kur’an’ın edebî bir metin gibi ele alınıp incelenmesini savunan bir akımdan tutun da, onun muhataplarına Kur’an’ı okuyanın bugün, bizzat kendisi için yeni vahyolunuyormuş gibi algılanmasının gerekliliğini savunan anlayışa kadar çeşitlilik arzetmektedir ki, bu iki ucun arasında geniş bir yorumlama yelpazesi mevcuttur.

 

Aynı şekilde, bu çabaların içinde Kur’an-ı anlamada “Hermenötik” ya da “Tarihselci Yaklaşım” da önemli bir yer tutmaktadır. Bugün bu yaklaşım paradigma ve metodolojisiyle Müslüman aydınların gündemini meşgul etmekte ve ciddi tartışmalara vesile olmaktadır. “Tarihselci Yaklaşım” adı altında, amacı çağın problemlerine Kur’an’a dayalı çözümler üretmek olan bu yaklaşım kendisine geleneksel usul’den referanslar da bularak, Batı düşüncesi kaynaklı hermonötik ve tarihsel eleştirel metod (Historisch-Kritische Methode) gibi metodlara başvuran bir akımdır ve halen oluşum aşamasındadır. Tarihselci anlayış, Kur’an’ın nasıl anlaşılması gerektiğine değil, nasıl anlaşılmaması gerektiğine vurgu yapmaktadır ve çoğunlukla, din’i toplumsal hayat’tan dışlamayı tercih eden anlayışların kaygılarına bir cevap olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yaklaşıma göre, Kur’an ayetleri gerek mekan ve gerekse zaman bakımından tarihi birer olgu olmalarından dolayı ancak nuzül dönemlerinin zamansal ve mekansal şartları bağlamında anlam kazanırlar ve bu zaman kesitine ve coğrafyaya hastırlar. Ancak, hükümlerin mekan ve zamanüstü geçerliliğiyle direk ilintili olan ve geleneksel tefsir usulüne pek de yabancı sayılmayan bu bakış açısı, geleneksel usulde evrensel olarak kabul edilen hükümleri relative etmeye başladığında ilahî hükümleri beşerî sebeplerle tevil etme eleştirisine tabi tutulmaktadır. Bu bağlamda, usul-u fıkıhta da geliştirilmiş olan istihsan, maslahat ve makâsiduş-şeriah gibi konuların geçmişte de varlığı, bu tür anlamaya yönelik çalışmaların, ne kadar yeni ve ilk olduğu sorusunu beraberinde sorulmasını gerektirmektedir.

 

Tam olarak belirginleşmiş olmasa da iki tarihselcilik anlayışının olduğu söylenebilir. Yukarıda tarif edilmeye çalışılan tarihsellik anlayışından ayrı, fakat bununla paralellikler arzeden bir yaklaşımdan daha bahsedilebilir. Bu görüş, Kur’an ayetlerinin ilahîliğinden ziyade, edebîliğine yönelmiş ve Kur’an’ı sıradan bir edebî metin şeklinde değerlendirme, tenkit etme eğilimine gitmiştir. Hatta zaman zaman, Kur’anda bahsedilen bazı kıssaların gerçek olmadığını, Peygamberimizin, insanları Kur’an’a uymaya davet ederken, kendisinin buna uymadığını dahi iddia edebilmiştir.

 

Tarihsellik olgusu son dönemlerde özellikle İslam dünyasında yoğun tartışmalara sebep olmaktadır, ancak bu tartışmaların birçoğu sağlıklı bir zeminde gerçekleşmemektedir. Tartışmaların bir çoğu içerikleri ele almaktan çok, niyet okumaya yönelmiş, özellikle Kur’an’ın tarihselliğini savunanlar; reformculuk, modernistlik, İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an’ı zedelemekle itham edilmişlerdir. Buna karşılık tarihselliği savunanlar ise metodlarını, gitgide daha fazla hayatın dışına itilmiş durumda olan Kur’an’ın, tekrar hayatın içine çekmek amacıyla geliştirdiklerini savunmuşlardır. Ayrıca Kur’an’ın tarihselliğini kabul etmeyenlerin dahi, müşkil durumlarda bilerek ya da bilmeyerek bu yöntemin bazı unsurlarından yararlandıklarını, ama bu konuda bütüncül bir usul geliştirmedikleri için fevri bir tavır uyguladıklarını savunmaktadırlar.

 

Kur’an hükümlerinin zaman ve mekan bakımından evrenselliğine inanarak, ancak, her dönemde insanların idraklerine sunmak bakımından bir gelenek halinde gelişmekte olan yorumlama çabalarının olması gerektiğini de düşünerek, tarihsellik ile ilgili tartışmaları ele alıyoruz.




__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Kur'an, Tarih ve Tarihsellik
Ali BULAÇ
Kur'an'a uygulanmak istenen "yorumsal tarihselcilik", -ki bu 'bilimsel tarihselcilik' ve Karl Popper'in üzerinde durduğu 'öngörücü tarihselcilik'ten farklı bir şeydir- belli bir mekan ve zaman diliminde çıkmış bir anlam çerçevesinin iç dünyasını anlayabilmek için söz konusu mekan ve zamanın bağlam düzeylerini anlamayı ve yorumlamayı gerekli görür. Bunu bizim Sebeb-i Nüzul, Sebeb-i Vürud veya daha genel anlamında "Vasat-ı Hüküm (Hükmün vasatı)" kavramlarından ayırdetmemiz gerekir. Geleneksel üsulde başvurulan sebeplerin anlaşılması, hükmün genel geçer özelliklerine, evrensel ruhuna engel teşkil etmez, çünkü genel bir kural olarak "Sebebin hususi olması, hükmün umumi olmasına mani değildir". Tarihselcilikte yorum ve anlam istinbatı, mekan ve zaman bağımlıdır. Bir başka ifadeyle, belli bir tarihte ortaya çıkmış bulunan bir anlamı veya hükmü, ancak ortaya çıktığı zamanın ve mekanın dominant şartları içinde anlamamız mümkündür. Yani bir anlamı ve hükmü kendi bağlamının sınırlarının dışına çıkarmamak gerekir.

Vasat-ı Hüküm'de tümelin anlaşılması için tikelin, genelin anlaşılması için özelin, bütünün anlaşılması için parçanın ya da ilkenin anlaşılması için konjonktürün ve mutlakın anlaşılması için izafinin yardımına başvurmak gerekir. Burada tikel, özel, parça, konjonktür ve izafi sadece yardımcı araçlardır; kendi başlarına ve kendileri dolayısıyla “belirleyici faktör” durumunda değildirler. Tarihselcilik, tümeli tikele, geneli özele, bütünü parçaya, ilkeyi konjonktüre ve mutlakı izafi olana bağımlı kılar, onlarla sınırlandırır. Mantıki sonuçlarına götürdüğümüzde, bu yaklaşım ilahi olanı beşeri olana, evrensel ve ebedi olanı tarihsele ve kültüre bağlar.

Bilgi ve varlık düzeyleri, bu düzeylerin ontolojik yapısı ve bu yapının bize sunduğu enfüsi ve afaki imkanlar açısından bakıldığında, Tevhid inancının esas aldığı "Allah merkezli bir alem tasavvuru" yerine, tarihsellik mantıki sonuçları itibariyle ve kaçınılmaz olarak "insan merkezli bir dünya görüşü"ne davet etmektedir. Moderniteyi mümkün kılan üç ana önermeden biri olan “sekülerlik” ancak bu sayede, varlık tasavvuru “aşkın (müteal), batın ve öte” boyutlarına dayanan “din içinde bir yer”e sahip olabilir. Sekülerlik bir kere “din içinde” iş görecek bir yer ve imkan buldu mu, hemen dini dönüştürüp onu üç temel boyutundan arındırıp kendi varsayımlarının geçerli olduğu bir forma dönüştürür.

Tabiatları gereği objeler dünyası değişken, sınırlı ve sonlu olduğundan ve insan bu özellikleriyle varoluşunu sürdüren bir evrende bilgi ve anlam arayışına katılmak durumunda bulunduğundan bu yaklaşımdan Mutlak Hakikat ve Hakikat'ın Bilgisi çıkamaz. Felsefi anlamda epistemoloji ontolojiye indirgenir. Hasan Hanefi’nin önerdiği üzere “teolojinin yerini antropoloji alır,” arkasından “Allah merkezli bir alem tasavvuru”ndan “insan merkezli bir dünya görüşü”ne geçilmiş olur.

Gerçekte ise kelamın antropolojiye önceliği olduğu gibi, epistemolojinin de ontolojiye önceliği vardır; çünkü yukarıda işaret ettiğimiz üzere “isimler (esma)” kainatın vücud bulmasından önce oldukları gibi, varlığın yaratılışı da "Kün (Ol)" emriyle gerçekleşmiştir. “Kün”, kainatın başlangıç emridir ve bunun İlahi Bilgi'den ve kainattan önce varolan ezeli İrade’den neş'et ettiğinde hiç kuşku yoktur. Ayrıca "Alem", "alametler toplamı" ve düzeni olarak varoluşa geçmeden evvel, "Allah'ın ilmi"nde varolduğundan dolayı, bizzarure bilgi varlıktan önce gelmektedir. Bu yönüyle bilgi varlığa indirgenemez, aksi düşünüldüğünde bundan pozitivizm ve hatta kullanıma göre materyalizm çıkar.

Ayrıca söylemeye gerek yok ki, biz izafi bir dünyada yaşıyoruz; çevremizi kuşatan varlık dünyası gibi, bu dünyaya ilişkin bilgilerimiz de izafidir; beşer ürünü hiçbir bilgi türü mutlaklaştırılamaz. Ama varlık mutlaktan bağımsız de değildir, çünkü Kur'an'ın deyimiyle "gökler ve yer hak olarak yaratılmışlardır. Bu "hak" ve gerçeklik dolayısıyla mutlak izafide tezahür eder. Bir başka ifadeyle her zahirin bir batıni boyutu vardır ve batın daima bir tezahür olarak kendini açığa vurur. Gayb ve Müşahede, kartezyen felsefede öne sürüldüğü gibi iki ayrı ve mutlak bağımsız kategoriler değil, kokunun gülde, şekerin çaydaki durumu gibi biri diğerinde içkin, biri diğerini içeren iki varlık düzeyidir.

Belki bilgilerimiz değil, ama genel anlamında bilgiyi (el-İlm) izafi olmaktan çıkarmanın yolu, onun kültürel ve tarihsel olmayan boyutuna işaret etmekten geçer. Mutlak rölativizme düşmeden şu denebilir: Hakikat'ın özü ve çıplak doğası açısından varlıkta mutlaklık, Hakikat'in bize dönük yüzü ve tezahürleri açısından bir rölativizm ve çokluk (bu anlam çerçevesinde çoğulculuk) vardır. Çünkü Allah'ın ilmi mutlaktır ve bize bu varlık düzeyinde verilen bilgiler sınırlı, sonlu ve görecelidir. Tarihsellik, Allah'ın ilminin bir ihsanı olan Kur'an'ı tarihsel bir bağlama indirgeyerek, onu da beşerin bilgisi gibi sonlu, sınırlı ve göreceli kılar; bizim bilgilerimizi değil, bunların yanında Kur'an'ın iç hakikatlerini de göreceliğin sınırlarına dahil etmek ister. Oysa ki hiç şüphesiz Kur'an, Hakikat gibi tarihsel değildir; çünkü o Hakikat'ın Bilgisidir. Eğer Kur'an nihai ve bizi Hakikat'in iç yüzüne yönelten rehberliği, her durumda izafileştirilecekse, bu durumda insan için kesin, genel geçer hiçbir bilgi ve norm da olmayacaktır. Bu sayede dinin, genel hayat şekillerinde marjinalleştirilmesi, izafileştirilmesi ve “özel hayat”la sınırlı olarak kenara itilmesi mümkün olacaktır. Dinin hiçbir ebedi ve evrensel hakikati yoksa, ebedi ve evrensel bir doğruluk ve norm da yoktur; o zaman hayatı istediğimiz gibi düzenleyebilir, dilediğimiz gibi yaşayabiliriz. Böylesine rölativ bir dünyada her şey mümkündür, Feyerabend'in dediği gibi "ne olsa gider"; bu da dinin flulaşması, postmodern bir dünyada amorflaşması(şekilsizleşme) demektir.

Bu temel sakıncaları dolayısıyla tarihselliğin "bilimsel" ve "öngürücü tarihselcilik" bağlamlarından koparılıp, Kur'an ve hatta Sünnet ve İslam tarihinin bütününü kapsayacak şekilde bir okuma biçimi, bir tefsir ve hükümler hakkında yargı belirten bir referans ve yöntem olarak kullanılması doğru ve isabetli görülemez. Metedolojik açıdan da Kur'an'ı bir okuma biçimi olarak kullanılması yanlıştır. Bunun yerine yukarıda işaret edilen bütün sakıncaları barındıran bir kavramsallaştırma olarak "Antropolojik okuma"nın daha yerinde bir isimlendirme olabileceğini düşünüyorum.

Antropolojik okuma, tarihselcilik yanında "Hermenötik okuma biçimi"ni de içerir; çünkü hermenötik temel varsayımları ve öncülleri itibariyle antropolojik bir okuma teşebbüsüdür.
Eldeki lafızlardan hareketle anlamın derin köklerine, hakiki -ve varsa eğer değişmez- özlerine inme çabası, her ne kadar İmam Şatibi'nin üsulünü teşkil eden Makasidu'ş-şeria ile kısmi bir benzerlik arzediyorsa da, yukarıda göstermeye çalıştığımız gibi gerçekte ikisi arasında çok önemli mahiyet farkları bulunmaktadır. Makasıd’ta “hükümler illete mebnidir” ve “illet kalktığında hüküm ortadan kalkar, illet geri döndüğünde hüküm de geri gelir.” Tarihsellik hüküm yanında illeti de tarihsel bir duruma indirgediğinden, bir kere kalktı mı ne kendisi ne ona bağımlı hüküm geri gelir.

Hermönetik, sonuçta kültürün dominat unsurlarını hareket noktası kabul eder ve bir düzeyden sonra, metni yazanın murad ettiği, amaçladığı anlamdan farklı ve hatta ona aykırı/muhalif bir anlam bütününe ulaşılabileceğini varsayar. Mantıki sonuçlarına kadar götürüldüğünde, hermenötiğe göre -haşa- insan ile Allah yer değiştirebilir ve hatta insan, Kur'an'ı Allah'tan daha iyi ve ona muhalif olarak da anlayabilir.

Protestan teolog Friedrich Schleiermacher (1768-18349)’e göre hermenötikle sağlanmak istenen anlama faaliyetinin amacı, bir metnin özgün anlamını elde etmek ve metnin (söylem) sahibinin anladığından daha öte anlamaktır. Metinle olan ilişki yoruma dayanır ve yorum doğası gereği yeniden canlandırma ya da metin sahibinin (sözü söyleyen veya yazanının ifadelerindeki düşünceyi yeniden düşünmektir. Düşünce faaliyetinde tasarımlar, tahayyüller ve çeşitli algı biçimleri rol oynar. Yorumun nihai hedefi durumundaki anlama da bir tür tasarım, tahayyül ve yeniden algıdır. Yani yorum metindeki ifadeleri yeniden düşünme faaliyetidir. Böyle olunca biz metin yazarının zihinsel ve ruhsal durumunu bir kere daha kavramamızı mümkün kılar. Hatta biz bu sayede yazarın ruh/psikolojik dünyasını yeniden inşa etmiş oluruz. Eğer yorumcu kendini metin sahibinin zihnine yansıtabilirse, özgün anlamı yeniden keşfedebilir.
Bu çerçevede çizilen anlama çabası herhangi bir beşeri metin, söz, sanat eseri veya yapı üzerine uygulandığında bir anlamı olabilir. Ama “Allah’ın kelamı” olan Kur’an-ı Kerim’e uygulandığında Zat’ı konusunda hiçbir bilgiye sahip olamadığımız Allah ile beşer olarak bizler arasında varolan ontolojik mahiyet farkı dolayısıyla, onun vahyettiği söz dizimini bu yolla anlamaya çalışmamız nasıl mümkün olacak? Bunun mümkün olması bir yana, -mesela kendimizi Kelam’ın sahibinin zihnine yansıtmamız gibi bir- teşebbüs hali bile şirktir.


İster tarihselcilik ister hermönetik olsun, bir başka kültür dünyasının temel problemlerini çözmek üzere geliştirilmiş okuma yöntemleridir. Bir yöntemi kendi uygulandığı referanslarından kopararak bir başka referans sistemine uygulamak ve ondan geçerli sonuçlar çıkarmaya çalışmak, yine metedolojinin tabiatı açısından geçerli değildir. Mesela Tefsir usülünü Hindular için kutsal değeri olan Vedalar'ın okunup anlaşılması amacıyla kullanmak ne derece geçerli olur? Disiplinler arasında bir düzeye kadar geçerli alışverişler olsa bile, bir dinin farklı ilimlerinde kullanılan üsulleri bütün ilimler için kullanmak mümkün değildir. Sıra Kur’an’ın anlaşılmasına ve ondan hüküm çıkarılması işine gelince, bu iş için tamamiyle özgün bir usül izlemek gerekir. Nitekim Tefsir ve Fıkıh Usulü’nün sadece Müslümanlar’a has olması bu ihtiyaç dolayısıyladır. İslami ilimlerin iç disiplinleri açısından da durum öyledir. Nitekim Hadis usulünü olduğu gibi Kur'an tefsiri için kullanan bir bilgine henüz rastlanmamıştır.

Durum böyle olunca, beşeri metinlerin anlaşılmasında kullanıldığı gibi, her biri birer tercüme olan İnciller'in hakiki anlamlarını keşfedip ortaya çıkarmak üzere geliştirilmiş hermenötiği Kur'an'ın anlaşılması, okunması ve ondan hükümler çıkarılması işinde de kullanmak büsbütün yararsız bir çaba olur. Beşeri metinlere has seküler hermenötik yanında dini amaçlı hermenötik de yöntem olarak Kur’an’a uygulanmaz. En başta her iki dinin referanslarına sorulan sualler birbirinden farklıdır. İnciller'e yöneltilen temel soru şudur: "-İsa ne dedi?" Elimizdeki Kur'an açısından ise "Allah'ın ne dediği" sorusu anlamsızdır; çünkü Allah'ın ne dediğini biliyoruz. Ve bu soruya cevap bulmak için Kur’an’ı anlamaktan aciz değiliz. Belki bütün Kur'an için değilse bile bazı ayetler -müteşabih, meseller ve birtakım hükümler için- "-Şari ne demek istedi?" şeklinde bir sual sorabiliriz. Bu suali sorarken dahi, sözdizimi olan lafzı, hükmün varlık sebebi olan illeti göz ardı edemeyiz. Mutezile usülcüleri dahil düşünce tarihimizde en reyci olan kelamcı ve usülcülerin lafzı gereğince önemsemiş olmaları Makasıd ile hermönetik arasında herhangi bir analojinin kurulamıyacağını göstermeye yeter.



__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

 
 
Bir nesne ve varlığa yönelik tasavvurlarımız/varlığın mahiyetine yönelik ön fikirlerimiz, nesne ve varlıkla ilgili yapacağımız yorumları belirler. Varlık ve/veya nesneye yönelik tek tek düşünceleri eleştirmek veya yorumlamak, varlıkla ilgili temel soruna çözüm getirmez. Ortada var olduğu kabul edilen sorun, sorunun neliğine/niteliğine yönelik ortaya konacak tasavvurlarla bir çözüme ulaşacaktır.
 
Tarihsel süreçte Kur’an ve Kur’an’daki konularla ilgili bir yorum geleneği oluşmuştur. Yorumları belirleyen, yorumlanan nesne ile ilgili yani Kur’an’la ilgili tasavvurlarda gizlidir. Kur’an yorum geleneği incelenmek isteniyorsa tarihteki Kur’an algılamalarından işe başlanmalıdır. Örneğin bir mezhebin tek tek ayetlerle ilgili yorumlarını eleştirmek ve incelemek bizi çözüme ulaştırmayacaktır. Bir şey yapılmak isteniyorsa mezhebin Kur’an’ı nasıl bir kitap/metin olarak algıladığına bakmak gerekir. Tabi ki Kur’an şu an elimizde duran bir metin gibi muhataplarına inmemiştir. İnişi bir söz iken sonradan metinleşme süreciyle bizlere ulaşmıştır. İniş sürecinde muhataplarının tarihsel şartlarını gözeterek, o şartlarla diyaloga girerek inmiştir. Bu, Kur’an’ın sonraki tarihleri hiç dikkate almadığı anlamına gelmez. Buradan biz, Kur’an indiği dönemin şartlarını gözeterek inmesinden içeriğinin tarihsel olduğu anlamını çıkaramayız.
 
Günümüz halkının Kur’an tasavvurunu düşündüğümüzde Kur’an’ın Neliği sorunuyla ne anlatmak istediğimiz daha da açıklık kazanacaktır. Biz, Kur’an’ın hem yaşayanlara hem de ölülere hitap eden bir içeriğe sahip olduğu öncülünden hareket edersek uygulamalarımızda ona göre şekil alacaktır. Şimdi, bu uygulamaların tek tek doğruluğunu tartışmak soruna gerçekten çözüm sunacak mı acaba? Bunun yerine Kur’an’ın gerçekten kime hitap ettiğini çözüme kavuşturursak soruna temelden yaklaşmış oluruz.
 
Çağdaş İslam düşüncesinde Kur’an’ın niteliği meselesinde Kur’an’ın tarihsel olup olmadığı tartışmaları önemli yer tutar. Tarihsel olduğu düşüncesinde Kur’an’ın tarihsel şartları gözeterek inmesi gerçeği ön plana çıkar. Aslında tarihsel şartları gözeterek inmesi ile tarihsel bir metin olması farklı bağlamlarda düşünülmelidir. Biz, Kur’an’ın tarihsel olduğunu kabul ettiğimizde, çözüm olacağını düşündüğümüz hangi yorumlar tarihsel olmaktan çıkabilir? Bu mantıkla gidildiğinde her şartta yapılan yorum yine her zaman tarihsel olacağı için gerçek anlamda hiçbir zaman hakikati ortaya koyamayacağız,  demektir. Böyle olunca her yorum başka tarihsel şartlar içerisinde geçerliliğini yitirecektir. O zaman Müslümanlar hangi hakikat iddiasıyla muhataplarının karşısına çıkacaktır?
 
Kur’an’ın yaratılmışlığı (halku’l-Kur’an) düşüncesi, tarihte Kur’an’ın Neliği meselesinin belki de can damarını oluşturan bir noktada durmaktadır. Oysa ki bu tartışmanın çıktığı tarihi şartlar ile  Kur’an’ın tarihselliği tartışmaları farklı yerde durur. Kur’an’ın tarihselliği tartışması aslında modern dünyanın meydan okumaları karşısında Kur’an’ın çağdaş insanın hayat tarzına uyarlanması ile alakalı bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır, kanaatimce. Burada yapılan, şartları Kur’an’a göre uyarlamak değil, Kur’an’ı şartlara uydurmaktır. Oysa ki olması gereken, bir hakikat ile muhatabının karşısında duran Kur’an’a kendimizi uydurmak olmalıdır. İşte çağdaş Kur’an tasavvurlarının bir handikabı olarak bu sorun karşımızda durmaktadır.
 
İslam düşünce tarihinde genel olarak Kur’an tasavvurlarını (Kur’an’ın neliğine yaklaşımları) şu şekilde ifade edebiliriz:
 
Geleneksel Tasavvur: Buna göre Kur’ân, kutsal bir kitaptır ve Allah’ın kelâmıdır. Onun zatı ile kaim ezeli sıfatlarından olan kelâm sıfatının bir tecellisidir. Bundan dolayı “Kelâm-ı Kadîm” olarak isimlendirilmiştir. Yine bu anlayışa göre “Kelâm-ı Nefî” denilen mana yönü Allah ile birlikte ezelidir ve levh-i mahfuzdadır. “Kelâm-ı Lafzi” denilen Arapça metni ise, Hz. Muhammed’e indirilmiştir. Kutsal kitabın hitabı, inanç sistemi ve hükümleri evrenseldir.
 
Akılcı Tasavvur-Rasyonel Yorum: Mu'tezile, Rey Taraftarları ve İslam felsefecileri gibi mezhep ve eğilimler, kutsal metinlerin sistemli bir biçimde yorumlanmasında aklı öne çıkarırlar. Mu’tezile’nin Kur’an tasavvurunda Kur’an’ın yaratılmışlığı meselesinin önemli bir yeri vardır. Kur’an’ın yaratılmamış olduğunu kabul etmek Allah’la birlikte başka ezeli varlıkların olduğunu kabul etmek anlamına gelir ki bu da tevhit esasına aykırıdır.
 
İcazü’l-Kur’an meselesinde Nazzam, Kur’an’ın dil ve belagat açısından benzerinin oluşturulabilme imkânından söz etmiştir. Nazzam, bu konuda daha çok Kur’an’ın anlaşılmasını ön plana çıkarmak amacıyla nazmının icazını pek de önemli görmemiştir. Ona göre Kur’an’ın icazına, ahlaki ilkeler bütünü ve bir hükümler manzumesi olması ve bu yönüyle  benzerinin yaratılamaması açısından bakılmalıdır. Nazzam’ın icaz konusundaki görüşü Mutezile’nin Kur’an’ın yaratılmış olması fikriyle doğru orantılı olarak ortaya çıkar.
 
Batınî tasavvur: Batınî Kur’an tasavvuru, Müslüman düşüncesinde, İhvan-ı Safa ve bazı Tasavvufî akımlar tarafından benimsenmiş ve savunulmuştur. Bu tür düşünce sistemleri, Allah’ın evrendeki her şeyi çift yönlü yarattığı düşüncesinden hareketle ikili ayırımlara yönelirler. Zahiri yön, Kur’an’ın sözel anlamından ve bu anlamda ifadesini bulan namaz, oruç gibi şeri-ameli yükümlülükler gibi herkesin sorumlu olduğu işleri kapsar. Batıni yön ise, hem Kur’an’ın ve dini öğretilerin gerçek manalarını hem de bu manalara vakıf olmanın bilgisini ihtiva eder.
 
Bu yaklaşımın Kur’an tasavvurunda Kur’an’ın farklı anlam katmanlarına sahip bir metin olduğu anlayışı ön plana çıkar ve ayetler farklı anlam derecelerinde yorumlanır. Bizler bu farklı anlam katmanları hakkında değerlendirmelerde bulunabiliriz. Oysa ki burada yapılması gereken yorumların eleştirilmesi değil Kur’an’ın gerçekten farklı anlam katmanlarına sahip bir metin olarak karşımızda durup durmadığıdır.
 
Ahlâkî Boyutu Öne Çıkaran Tarihselci Tasavvur: Bu Kur’an tasavvuruna göre Kur’ân, -aynı Mutezile’nin iddia ettiği gibi- ezeli değildir, yaratılmıştır. Çağımız İslam düşünürlerinin Kur’an tasavvurunda, din, bir takım kutsal kişilere, kutsal mekanlara, kutsal zamanlara ve kutsal nesnelere indirgenemez. Din salt ahiret için yapılan bir takım özel ibadetler de değildir. Din, hem dünya hem de ahiret içindir.
 
Bu yaklaşıma göre Kur’ân’ın özünü, tevhit, ahiret, ibadet ve ahlaki ilkeler oluşturmaktadır. Kur’ân’daki sosyal ve siyasi hükümler, Arap toplumunun maslahatları göz önünde tutularak oluşturulmuştur. Bu çağdaş dünyaya hitap etmeyebilir. Onun için Kur’an’dan çağdaş dünyanın verilerine uygun çıkarımlar yapılmalıdır.(Kur’an tasavvurlarının sınıflandırılması için bkz. http://www.osmanaydinli.com/Tasavvurlar.pps)
Burada vermeye çalıştığımız yaklaşımlar örnek olacak genel nitelikteki yaklaşımlardır. Her bir yaklaşımın içinde de Kur’an’ın mahiyetine farklı yaklaşan kişiler de vardır. Her bakış açısı kendi ilkesine göre yorumlarını belirlemektedir. Tarihsel bir metin olarak Kur’an’a yaklaşan bir bakış örneğin hırsızın Kur’an’daki cezası için farklı çözümler sunmaktadır. Lafız olarak Kur’an’da hırsızın cezasını belirleyen ayet o dönem şartlarına göre bir ceza belirlediği için bu cezayı modern dünyada geçerli kabul etmez. Onun yerine başka cezalar öngörür. Kur’an’a evrensel bir metin olarak bakanlar ise bu cezanın her şartta geçerli olduğunu kabul eder.
 
 


__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım


HAKK, HUDÛDULLAH VE SÜNNETULLAH KAVRAMLARI ÇERÇEVESİNDE VAHYİN TARİHSELLİĞİ İDDİASININ ELEŞTİRİSİ

Kur’an-ı Kerim’i en iyi anlatan yine kendisidir. Bu sebeple Kur’an üzerine konuşurken öncelikle o konuda Kur’an’ın ne söylediğine bakılmalıdır. Bu makalede günümüzün sık tartışılan konularından Vahyin tarihselliği iddiası “hakk”, “Hudûdullah” ve “Sünnetullah” kavramları çerçevesinde ele alınacaktır. Konuyla ilgili diğer Kur’an kavramlarına işaret edilmiş, tafsilatı daha hacimli çalışmalara havale edilmiştir.

Tarihsellik/tarihîyye/historicism, bilgi, değer yargıları ve normların özü itibarıyla tekrar edilemez tarihsel bir durumda ortaya çıktığını; tarih içinde sürekli değişerek daha mükemmele doğru bir seyir izlediğini savunan görüşleri anlatmak için kullanılan ortak bir terimdir. Metottan ziyade bir eğilimi ifade ettiği için tanımı konusunda da ittifak yoktur. Tarihselcilere göre hiçbir öğreti bütün zamanlara hitap edemeyeceği için, her birey, tarihi hadiseleri kendi tecrübesi ışığında ve kendi geleceği açısından yeniden yorumlamalıdır.

Tarihsellik, konumuz açısından bizi şu iki temel özelliği itibarıyla ilgilendirmektedir. Bilginin değişkenliği ve değerlerin izafiliği. Buna göre tarihin belirli bir döneminde telif edilen veya dile getirilen bilgilerin, hukuki ve ahlâki müeyyidelerin o dönemin ürünü olması ya da özelliklerini yansıtması kaçınılmazdır. Dolayısıyla tek doğru ve mutlak hakikatten bahsedilemez. Fen ve tabiata dair gözlem ve deneye dayalı bilginin sürekli mükemmelleşmesi gibi insana dair ahlâk, estetik ve hukuk hakkındaki bilgilerimiz de sürekli bir tekamül çizgisi takip etmektedir. Bu teoriyi benimseyenler, vahyin tarihsel bir dil kullandığını, tarihin belirli bir dönemindeki insanın konumu esas alınarak indirildiğini; öte yandan vahye muhatap olan insanların da tarihsellikten kurtulamayacağı tezlerinden hareketle, belli bir zaman ve mekan diliminde indirldiği için vahyin tarihsel bir durumu dile getirdiğini, dolayısıyla tarihsel olduğunu iddia etmektedirler. Bu iddia sahipleri söz konusu tarihsellik problemini aşmak için, Kur’an’ın genel ilke ve hedeflerinden (makâsıd) hareketle her devir aydınlarının kendi dönemlerindeki problemlere çözümler sunması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Bir kısım tarihselciler ise biraz daha ileri giderek Kur’an metninin tarihselliğinin Müslüman aydının eleştirel aklı/akılcılığı ile aşılabileceğini iddia etmişlerdir.

Kur’an’ı anlamada ve tefsir geleneğinde zaman ve mekan unsurları ihmal edilmemiştir. Hatta tarihî arka planın bilinmesi, nüzûl sebeplerinin tespit edilmesi muhatapların ruh hallerinin tanınması, devrin sosyal ve kültürel özelliklerinin kavranması, bunun yanında Arap dilinin gramer ve söyleyiş özelliklerine vukûfiyet, Kur’an’ın doğru anlaşılması için vazgeçilmez bazı esaslar olarak kabul edilmiştir. Ancak bütün bunları felsefi anlamda tarihsellik kavramının içinde değerlendirmek mümkün değildir. Zira tarihsellik kavramı öncelikle bir tamamlanmamışlık durumunu ihtiva etmekte, değişim ve süreç fikrini öngörmekte, sürekli ilerleme ve yeniden yorumlama faaliyetini ifade etmektedir. Bunun yanında tarih üzerinde tasarruf eden bir Yaratıcı fikrine, bütün zaman ve mekanı kuşatan Vahiy hakikatine sıcak bakmamaktadır.

Felsefi anlamda tarihsellik fikrini bir yana bırakır, tarihselliği geçmişi anlamaya dair bir metod olarak tasavvur edersek, bu metodun da uygulanabileceği alanlar ve yararlı bazı sonuçları olması tabiidir. Her meselenin kendi mahiyetine uygun metotla ele alınması gerektiğini ifade eden Rene Guenon, “Tarihî metodun haklı olarak uygulandığı yerler elbette vardır; bizim karşı çıktığımız yanılgı, bu metodun her şeye uygulanabilir olduğunun sanılması ve fiilen verebileceğinden başka şeylerin de bu metottan elde edilmek istenmesidir” diyerek, tarihi bilginin derinlemesine araştırılarak (tebahhur) ortaya çıkarılmasını hedefleyen metodun bazı yararlı sonuçları olduğunu kabul etmektedir. Ancak mutlak hakikatin bilgisine bu araştırmalar ile varılamayacağı açıktır. Vahyin en temel mesajı itikadî ilkeler, fıkhî normlar ve ahlâki değerlerdir. Fıkıh ve ahlâk, normatif/kural koyucu yapısı itibarıyla, yaptırım gücü kaynağının kudsîliğine ve eskiliğine/kadim bağlı alanlardır. İtikad alanı ise mahiyeti itibarıyla müteâl; tarih ve beşeri idrak üstüdür. Bu alanla ilgili gerçekler ise vahiyle açığa kavuşturulur.
Doğu halklarının tarih telakkisi yoktur, şeklindeki oryantalist önyargıya dayanılarak Kur’an’ın anlaşılmasında müfessirlerin, tarihî perspektifi ihmal ettikleri iddiası katiyen gerçeği yansıtmamaktadır. İslam bilginleri ilk dönemlerden itibaren, saâdet asrında konuşulan dili ve Arapçayı kullanım özelliklerini belirlemeye büyük önem vermişlerdir. Bunun yanında, daha sonraları bir takım mahzurları ortaya çıksa da, Beni İsrail ile ilgili haberleri öğrenmişler, Tevrat ile mukayese etmek suretiyle geçmiş milletlerin tarihinden Kur’an’ı anlamada yararlanmışlardır. Kur’an, tarihi belirli bir dönemle sınırlamamış, insanlığın başlangıcından kâinatın sonuna kadar zamanın bütün anları üzerine beyanlarda bulunmuştur. Kur’an’ın zamana verdiği bu önem sebebiyledir ki ilk evrensel tarihler, Müslüman tarihçiler tarafından kaleme alınmıştır. Kur’an’da iki yerde geçen “dehr” kavramı (Câsiye, 45/24) ilk yaratılıştan itibaren zamanın tamamını ifade eden bir kelimedir. Nitekim “dehr” kelimesinin geçtiği bir diğer âyette “Dehrin akışı içinde öyle zaman geçti ki, o dönemde, insanın adı bile anılmazdı” (İnsân, 76/1) buyrularak ilk yaratılış anı, insanların dikkatine sunulmuştur. Ayrıca “Yemin ederim zamana” (Asr, 103/1) âyetiyle zamana yemin edilmek suretiyle, zamanın önemi vurgulanmıştır.

Tarihî bilgilerin Kur’an tefsirinde, bilhassa sosyal ve beşeri durumları izah eden âyetlerin anlaşılmasında yararlı bazı sonuçları olması kaçınılmazdır. Bu açıdan Kur’an’da anlatılan olayların tarihi sebeplerinin bilinmesinin, bunların tarih felsefesi çerçevesinde değerlendirilmesinin faydası açıktır. Zira Kur’an’ın indirildiği dönemi bütün yönleriyle bilmeden Kur’an’ı anlamak mümkün değildir. Bunun yanında Kur’an’ı kendi derinlikleri ölçüsünde anlayabilmek için Kur’an’da anlatılan olayların cereyan ettiği devirle, kendi devrimiz arasında münasebetler kurulmasının da bazı sosyal olayları anlamada faydalı sonuçları olacağı açıktır. Bu sebeple Kur’an, her bir kelimesi bize ve kendi devrimize bakıyor gibi mütalâa edilmelidir. Ancak Kur’an’ın indirildiği devir ile kendi zamanımız arasında irtibatlar kurulurken hiç şüphesiz asıl kaynak ve mehazın saâdet asrı olduğu unutulmamalı, Kur’an’ın muhkem nasları asıl anlamlarından uzaklaştırılmadan yorumlanmalıdır. Kur’an tefsirinde kendi dönemimizdeki ideolojiler, moda fikir akımları ve şüpheli maslahatlar esas yapılarak, âyetlerin asıl anlamlarının üzeri örtülmeye çalışılmamalıdır.

Kur’an-ı Kerim, zaman zaman İlahî tenezzülât kabilinden, o dönemde yaşayan insanlarının hayatlarından örnekler vermiş, onların örf ve âdetlerine atıflar yapmıştır. Ancak verdiği bilgiler ve ilettiği hakikatlerde tarihe/zamana bağımlı beyanlarda bulunmamıştır. Aksine sürekli, doğru ve gerçeği/hakkı bildirdiğini, değişmez kurallar vaz’ ettiğini vurgulamıştır. Kur’an’ın bu maksatla yaptığı açıklamalar incelendiği zaman, sıkça “hakk” kavramı üzerinde durduğu görülmektedir. Bu ifadeyle dikkatlerimizi kaynağındaki güvenilirliğe çekmekte ve Kur’an hükümlerinin mutlak doğru ve âdil olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun yanında Allah’ın hükümlerinin “O’nun sınırları/hudûdu” olduğu belirtilerek, bu hudûdlara riayet edilmesi gerektiğini muhataplara hatırlatmak maksadıyla “Hudûdullah” kavramını kullanmaktadır. Böylece dinî hükümlerin değeri hakkında bilgi verilmiş olmaktadır. Son olarak kâinatta, tarihte, sosyal ve ferdi hayattaki nizamı ifade etmek için “Sünnetullah” tabirini kullanmakta; değişim ve zamana bağlı izafilik fikrini reddetmektedir. Anılan bu üç kavramdan Kur’an’da en sık zikredilen şüphesiz “hakk” kelimesidir.

Hakk

Tarihselciliğin benimsenmesi durumunda mutlak doğru, değişmez hakikatten bahsetmek mümkün değildir. Halbuki Kur’an, “Hakk” kavramı üzerinde ısrarla durur, Kur’an’ın hak ile indirildiğini, (Bakara, 2/176) bildirerek “Hak, Rabbinin tarafından gelir bunda hiçbir tereddüdün olmasın” (Al-i İmrân, 3/60) buyurur. Aynı zamanda Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi olan “Hakk” kelimesinin, gerçeklik, doğruluk, kesin bilgi, vakıaya uygun söz, adalet ve liyakat gibi anlamları bulunmaktadır. Hakk’ın karşısında ise zann, reyb/şüphe, bâtıl ve dalâlet terimleri kullanılmıştır. Bir çok âyet-i kerimede ısrarla hak teriminin üzerinde durulması, Kur’an’ın verdiği bilgilerin, mutlak hakikatı ifade ettiğini, Kur’an’ın vaz’ ettiği hükümlerin mutlak doğru ve adalete uygun olduğunu bildirmek içindir. Tarihselliğin en önemli zaaflarından birisi izafilik/görecelik problemini aşamamasıdır. Kelâm bilginleri, “eşyanın hakikati sabittir” ilkesini ortaya koyarak, daha baştan ifrat şeklini geçmişte sofistlerde bulan izafilik düşüncesini ve onun temel dayanağı olan, hakikatin hiçbir zaman tam ve mükemmel bir şekilde bilinemeyeceği, tezini reddetmişlerdir.

Hakk kelimesi, Kur’an’da izafetle “dinü’l-hakk” (Saf, 61/9) ve “hakka’l-yakin” (Vâkı’a, 56/95) şeklinde zikredilmiştir. Bu ifadeler hakk teriminin temel anlamının “gerçeğe uygunluk” olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın (Hacc, 22/62) ve Kur’an’ın “hakk” (Yûnus, 10/94) olarak nitelendirilmesi de vahyin hak kavramına, dolayısıyla adalet ve doğruluğa ne denli önem verdiğini açıkça ortaya koymaktadır. Hak terimi ile Kitab/Kur’an ve hüküm arasında yakın ilgi bulunduğu görülmektedir. Kitab’ın hak ile indirildiği hükmün hak olduğu vurgusu Kur’an’da sık tekrarlanan hususlardır. Nitekim bir âyette “İnsanlar arasında Allah’ın sana bildirdiği şekilde hükmetmen için Biz sana kitabı gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak indirdik” (Nisâ, 4/105) buyrulmuştur. Görüldüğü üzere, hükümlerin uygulanması onların hak olmasına bağlıdır. Onların bu özelliği devam ettiği sürece geçerlilikleri de devam edecektir. Kur’an hükümlerinden birisinin geçerliliğini yitirdiğini iddia etmek, o hükmün “hakk” olduğunu kabul etmemek anlamına gelmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de ısrarla “Kur’an’ın nüzûlünün hak ile olduğu” vurgulanmıştır: “İman edenlere tam bir sebat vermek ve Allah’a teslimiyet gösterecek müslümanlara bir hidayet ve müjde olmak üzere Kur’an’ı Rabbin tarafından hak olarak getiren, Ruhu’l-kudüstür” (Nahl, 16/102). Bir başka âyette ise “Biz Kur’an’ı hak olarak indirdik. O da hakkın ve gerçeğin ta kendisi olarak indi” (İsrâ, 17/105) buyrularak, vahyin hak ile indirildiği gibi neticesi itibarıyla da yalnızca “hakkı” ihtiva ettiği ifade edilmiştir. Bu âyetin ilk cümlesinde, bir kısım tarihselcilerin ileri sürdüğü “vahyin o anki tarihsel durumu esas aldığı” iddiasının, ikinci cümlede ise gelecekte Kur’an’ın bir kısım hükümlerinin yetersiz kalması gibi bir durumun söz konusu olamadığı ifade edilmiştir. Kısaca ifade edersek bu âyetlerde Kur’an’ın ne vahyin nüzûl sürecinde ne de sonrasında mutlak “hakk”ın dışında bir şey ihtiva etmediği bildirilmiştir. Bundan dolayı Allah Teâlâ, ısrarla hak olarak indirilen vahiyde şüphe edilmemesini emretmekte “Celalim hakkı için sana Rabbin tarafından hakk gelmiştir, bundan en ufak bir tereddüdün olmasın” (Yûnus, 10/94) buyurarak, Peygamberimiz’in (s.a) “şüphe edenlerden olamayacağı” bildirilerek, hakkın karşısında şüphenin bulunduğu beyan edilmektedir.

Hak ile bu kelimeden türeyen hakikat terimi arasında yakın ilgi bulunmasına rağmen, aralarında önemli bir fark bulunmaktadır. Hakikat, bir şeyin ne olduğunu bildiren bilgidir. Hak, ise bir şeyin ne olduğunun hikmetle açıklanmasıdır. Bu sebeple “hakk”ın hatalı ve yanlış olması mümkün değildir. Hakikat hakkında herkes konuşabilir, “hak” ise ancak Hakîm tarafından beyan edilir. Nitekim bir âyet-i kerimede “Azabı çabuklaştırmak veya ertelemek hakkındaki hüküm ancak Allah’ındır. O hak/doğru haber verir. O doğruyu eğriden ayırt edenlerin, hükmedenlerin en hayırlısıdır” (En’âm, 6/57) buyrularak, hakk kavramının dini hükümleri de ifade ettiği, bu hükümlerin en temel niteliğinin “adalet, doğruluk ve gerçeklik” olduğu vurgulanarak vahye dayalı hükümlerin evrenselliği dile getirilmiştir.

Tarihselcilerin özellikle üzerinde durduğu hususlardan birisi Kur’an’da bildirilen ceza hukukuna dair hükümlerdir. İslamî literatürde bu hükümlere “hadd” denilmektedir. Hadd kelimesi Kur’an-ı Kerim’de hem “hudûd” şeklinde hem de “Hudûdullah” olarak toplam on dört yerde geçmektedir.

Hudûdullah

Hadd, sözlükte engel, engelleme, bir şeyin kenarı ve iki şey arasını ayıran sınır anlamlarındadır. İki şey arasını biri diğerine karışmaması için ayırmak ve bir şeyin en uç noktasını ifade etmek için, sınır anlamında hudûd terimi kullanılmıştır (İbn Farîs, Cevherî, Asım Efendi). Cezalara had denilmesi ise haddin suçluyu tekrar suç işlemekten alıkoyması, engellemesi ya da haddin cezanın son sınırı olması sebebiyledir. Had kelimesi ayrıca tanım anlamında da kullanılmıştır. Tanım/had, bir şeyi en kısa yoldan açıkladığı ve onun diğer nesnelerden ayrılmasını sağladığı için, ihtiva ettiği bu engelleme anlamından dolayı “had” diye adlandırılmıştır (Ebû Hilâl el-Askerî).

Kur’an-ı Kerim’de on iki yerde geçen “Hudûdullah” terimi ise, Allah Teâlâ’nın haram ve helal olduğunu bildirdiği hükümlerdir. Ünlü dil bilgini Ezherî’ye göre “hudûdullah” iki kısımdır. Birinci kısım, Allah Teâlâ’nın yeme, içme, evlenme ve benzeri meselelerde helal ya da haram olduğunu beyan ettiği hususlardır. Bunlar Allah Teâlâ’nın tecavüz edilmesini yasakladığı son sınırlar olmaları hasebiyle “hudûdullah” diye adlandırılmıştır. İkinci grup hadler ise cezalardır. Yasaklanan hükmü engelledikleri, haram ile helal arasını ayırdıkları ve yaklaşılmaması gereken sınırları belirledikleri için cezalara “hadd” denilmiştir (İbn Manzûr). Hadd terimi Kur’an’da birinci kısımda bildirilen emir ve yasaklar anlamında zikredilmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de evlilik hukuku ile ilgili düzenlemelerin anlatıldığı âyetin sonunda “İşte bunlar Allah’ın tayin ettiği sınırlardır ki sakın onları aşmayasınız. Her kim Allah’ın hudutlarını aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridir” (Bakara, 2/229) buyrularak Kur’an’ın emir ve yasaklarına uymanın önemine dikkat çekilmiştir. Kur’an-ı Kerim’deki bir diğer âyette ise “Allah’ın hudutlarına yaklaşmayın” (Bakara, 2/187) buyrulmuştur. Bu âyeti büyük müfessir Hamdi Yazır, “Ahkâm-ı mezkure Allah’ın vaz’ ettiği huduttur; binaenaleyh tecavüz şöyle dursun bunlara yaklaşmayın bile” şeklinde yorumlamış; anılan âyete ve “Allah’ın korusu olan haram kıldığı şeylere yaklaşılmamasını” (Buhârî, İmân, 39) emreden hadise ve benzeri diğer naslara dayanarak fıkıh âlimlerinin “sedd-i zera’î” ile ilgili kaideleri istinbat ettiklerini söylemiştir.

Hudûdullah’ın üçüncü bir anlamı ise dindir. Kur’an-ı Kerim, “hudûdullah” olarak nitelenen kuralların kabulünü iman ile ilişkilendirmektedir: “İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır (hudûdullah). Kim Allah’a ve resûlüne itaat ederse Allah onu, içinden ırmaklar akan cennetlere ebedî kalmak üzere yerleştirir. İşte en büyük başarı budur. Kim de Allah’a ve resûlüne isyan eder ve Allah’ın sınırlarını aşarsa, Allah onu da ebedî kalmak üzere ateşe koyar. Hem onu zelil ve perişan eden bir azap vardır” (Nisâ, 4/13, 14). Bu âyetler, hudûdullah’ın dinî hükümleri ifade etmesinin yanı sıra “din” terimine yakın bir anlamının olduğunu da ortaya koymaktadır (Kotan, 330).

Hudûdullah teriminin “din” terimine yakın bir anlam taşıması onun had cezalarını ifade etmek için kullanılamayacağı anlamına gelmez. Kur’an’da bildirilen had cezaları, Allah’ın hükümlerinin en kesin olanlarıdır. Bu sebeple olsa gerek ki Peygamberimiz (s.a), ceza anlamında “hadd” kavramını kullanmayı tercih etmiş; konuyla ilgili hadisler, hadis kitaplarının “Kitâbu’l-Hudûd” bölümlerinde tasnif edilmiştir. Bunun yanı sıra bazı hadislerde, şer’î hükümler anlamında, Hudûdullah tabiri de zikredilmiştir. Bir hadislerinde Peygamberimiz (s.a), "Sizden bazı kimselere ne oluyor da Allah’ın hudûduyla oyun oynar gibi hanımına “seni boşadım, vazgeçtim (rücû’ ettim), yine boşadım” diye konuşuyor” (İbn Mâce, Talâk, 1) buyurmuştur. Görüldüğü üzere bu hadiste talak, Allah’ın hudûdu olarak nitelendirilmiştir. Hudûdullah teriminin, din mânasında ve İlahî hükümler anlamında zikredildiği hadisler de vardır. Peygamber Efendimiz (s.a) bir hadislerinde “Allah’ın hudûduna riayet eden ve etmeyenin misali, gemideki bir grup insanın kura ile gemiye yerleşmesinin misali gibidir. Kurada bu yolcuların bir kısmına geminin güvertesi diğer bir kısmına ise ambarı çıkmıştı. Ambarda bulunan yolcular su içmek istediklerinde üstteki yolculardan alırlardı. Sonra biz, kendi katımızdaki kısımdan bir delik açsak da üsttekilere rahatsızlık verip durmasak derler. Üsttekiler onları kendi haline bıraksa farkına varmadan topluca mahvolurlar. Onların ellerindekileri (kesici aletleri) alsalar hep birlikte kurtulurlar” (Buhârî, Şirket, 6).

Kur’an’da zikredilen hüküm anlamındaki terimlerden bir diğeri ise “Sünnetullah”tır. Bu terim “Hudûdullah”a nazaran biraz daha genel mânada kullanılmış olmakla birlikte, özellikle ilk dönem Müslüman bilginler tarafından “hüküm” anlamında tefsir edilmiştir.

Sünnetullah

Sünnet, sözlükte yüzün görünen ön kısmı, tabiat, huy, sîret ve yol anlamlarına gelmektedir. Sünnet, öncekilerin açtığı, sonrakilerin izlediği yol demektir. Adet, insanların kendi alışkanlıklarıdır. Sünnetin âdetten farkı ise sünnetin, geçmiş bir örneğe dayalı bir davranış olmasıdır (Ebû Hilâl el-Askerî). Sünnet tabiri, lafza-i Celal ile birlikte de kullanılmıştır. “Sennellahu sünneten” tabiri “Allah Teâlâ, sağlam bir yol açıkladı” anlamındadır. Kur’an-ı Kerim’de sekiz defa geçen “Sünnetullah” terimi ise Allah Teâlâ’nın hükümleri, emir ve nehiyleri anlamındadır (İbn Manzûr). Asım Efendi’nin tabiriyle “İlahî Sünnet, hüküm, emir ve nehiy tarikînden ibarettir”.

Sünnet kelimesinin hem sözlük hem de yukarıda işaret edilen terim anlamlarında “süreklilik ve düzenlilik” mânalarının bulunduğu görülmektedir. Sürekli ve düzenli olanın ise değişmemesi gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Sünnetullah’ta tebdil ve tahvil olmayacağı” (el-Ahzâb, 33/62; Fâtır, 35/43; Feth, 48/23) bildirilmiştir. “Tebdil”, bir şeyi başka bir şeyle değişmeyi, “tahvil” ise bir durumdan başka bir duruma dönüşmeyi ifade etmektedir. Bu âyetlerde gelecek zaman kipi kullanılarak “Sen Sünnetullah’ta kesinlikle hiçbir değişiklik bulamazsın ve bulamayacaksın” buyrulmuştur. Bu durumda Sünnetullah teriminin, Allah Teâla’nın küllî hükümlerini ve O’nun hikmetini gerçekleştirmekte izlediği yolu/nizamı ifade ettiği söylenebilir.

Peygamberlerin tebliğ ettikleri şer’î hükümlerde bazı farklılıklar bulunsa da esas maksatlarda farklılık bulunmadığını ifade eden Râgıb el-İsbehânî (ö.502/1108), “Allah’ın öteden beri câri olan kanunu budur. Ve sen Allah’ın nizamında hiçbir değişiklik bulamazsın” (Fetih, 48/23) âyetinde de Allah’ın ezelden beri geçerli kanunları bulunduğunun vurgulandığını söyleyerek, âyette geçen Sünnetullah kavramını dinî hükümler anlamında yorumladığını göstermektedir. Kur’an’da geçen “sünnet” terimi “Resûllerin sünneti” anlamında da kullanılmıştır: “Senden önce gönderdiğimiz resûllerin sünneti budur. Sen bizim sünnetimizde asla bir değişiklik bulamazsın” (İsrâ, 17/77). Bu âyetteki “resûllerin sünnetinden” maksat, onların davranışları, ahlâkları ve amellerinin bütünüdür.

Kur’an-ı Kerim’de dört defa geçen “sünnetü’l-evvelîn” tabiri, öncekilerin yolu âdeti anlamındadır (Asım Efendi). Bu tabiri “onlardan öncekilere tatbik edilen İlahi Kanun” şeklinde (Hak Dini, VIII, 18) Sünnetullah teriminin ifade ettiği anlama yakın yorumlamayı tercih eden müfessirler de vardır (bk. Özsoy, s. 58). Bu durumda Allah Teâlâ’nın geçmiş ümmetlerle ilgili sünnetinin de aynı şekilde cari olduğu anlaşılmaktadır. Konuyla ilgili bir âyette İlahî Sünnet’in değişmeyeceği “Onlar yurtlarından çıkarmak için seni tedirgin edip dururlar. O takdirde kendileri de senden sonra pek az kalır, sonra da yok olur giderler. Senden önce gönderdiğimiz resuller hakkında cari olan ilahî kanun budur. Sen bizim sünnetimizde asla bir değişiklik bulamazsın” (İsrâ, 17/76, 77). Bu âyette Allah Teâlâ’nın geçmiş toplumlarla ilgili hükümlerini ve nizamını nasıl değiştirmeden uyguladığı anlatılmaktadır. Böylece Allah Teâlâ’nın öncekiler ve sonrakilerle ilgili hükümlerinin değişmeyeceği, O’nun nizamında bir değişiklik, farklılık bulunmadığı bildirilmektedir.

Kur’an-ı Kerim, gerek hüküm olarak gerekse verilen haberler olarak vahiyde asla bir değişiklik olmayacağını bir çok âyette bildirmiştir. Bir âyet-i kerimede “Rabbinin sözü (kelimetü Rabbike), doğruluk ve adalet bakımından tam kemalindedir. O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O hakkıyla işitir ve bilir” (En’âm, 6/115) buyrulmuştur. Keza bir başka âyette bu husus “Allah’ın hükümlerinde (kelimât) asla değişiklik yoktur” (Yûnus, 10/64) şeklinde vurgulanmıştır. Bir başka âyette Kur’an, kitap olarak nitelenerek, değiştirilemeyeceği açıkça bildirilmiştir: “Sana vahyedilen Rabbinin kitabını oku. O’nun sözlerini değiştirecek güç yoktur ve O’dan başka sığınak bulman da mümkün değildir” (Kehf, 18/27). Bütün bu âyetler Kur’an’ın bildirdiklerinde hiçbir değişiklik olmayacağını vurgulamasının yanı sıra, insanın zihniyet ve psikolojik özelliklerine bağlı olarak sürekli değişen anlamlarının olamayacağını da ifade etmektedir. Zira dile ve kişiye bağlı olarak anlamanın ötesinde beyan edilen sabit doğrular olması gerekir ki, bu sabit değişmezlerin kısmen farklı anlaşılabilmesinden bahsetmek mümkün olsun. Varlığı sabit olmayanın farklı anlaşılması muhaldir. Zira bu durumda elde yorumlanacak bir şey mevcut değildir. Değişiklikten bahsedilecekse buradaki değişiklik vahyin bildirdiği hakikatlerin kendisinde değil, insanın algı ve idrakiyle ilgili insandan kaynaklanan değişikliktir.

İnsan, toplum ve her varlık için takdir edilmiş bir yol/sünnet vardır. İnsan diğer varlıklar gibi bu yolda cebrî yürümez. Kendi iradesi ile salihlerin ya da asilerin yolunu seçme hürriyetine sahiptir. Tarih, hür irade sahibi insanların geçmişte yaptıkları işlerin bütünü olduğuna göre, tarihte de cebri bir kanundan bahsedilemez. Ancak Allah Teâlâ, ilmiyle her şeyi bir anda bildiği için, tarihin başlangıcı ile sonu arasında ne olup bittiğini vahiyle Peygamberlerine bildirmiş, tarihteki benzerlikleri bir nizam/sünnet olarak beyan etmiştir. Ayrıca Allah Teâlâ’nın kâinata bir gaye ve nizam koyduğu gibi tarihe de bir gaye vaz’ ettiği unutulmamalıdır. Bu nedenle tarihin insanların kendi iradeleriyle yaptıkları fiillerden ibaret olduğunu söylemek mümkün değildir. “Göklerde olan, yerde olan herkes, ihtiyaçları için O’na yalvarır. O, her an yeni tecellilerle iş başındadır” (Rahmân, 55/29) âyetinde ifade buyrulduğu üzere, Allah Teâlâ her an Yaratıcılığını tezahür ettirmektedir.

İnsan tabiatı her devirde aynı olduğu ve kulun insanlarla ve Yaratıcısı ile münasebetleri her dönemde benzer şekilde cereyan ettiğinden dolayı geçmiş ve gelecek arasında sıkı bir ilişki bulunduğu görülmektedir. Geleceğe dair bir takım ilkeler geçmişe bakılarak çıkarılabileceği gibi bazan şimdiki zamana bakılarak da geçmiş/tarih daha iyi anlaşılabilir. Bu nedenle “Zaman-ı mazi, zaman-ı müstakbel tohumlarının mahzeni ve şuûnatının âyinesi olduğu gibi müstakbel dahi mazinin tarlası ve ahvâlinin âyinesidir” denilmiştir (Nursî, s. 333). Geçmiş ve geleceğin sahibi/hâlikı aynı olduğu için tarihin her döneminde aynı nizamı/Sünnet gözlemlemek mümkündür. Ancak bu zorunlu ve aynıyla bir tekrar değil Yaratıcının meşietine ve hikmetine bağlı her çağda farklı elbiseler ve renkler içinde yaşanan bir tekrardır. Tarihsicilerin iddia ettikleri gibi tarihte de kâinatta olduğu gibi belirli kanunlar vardır, geriye doğru bu kanunları tespit etmek mümkün olduğu gibi bu kanunlardan yararlanarak geleceğin nasıl gerçekleşeceği hakkında da konuşabiliriz, iddiası elbette isabetli değildir. Zira bu fikri öne sürenlerin bir çoğu, bu kanunların müteâl bir güç tarafından vaz’ edildiğini kabul etmemektedir. Diğer bir kısmı ise Allah Teâlâ’nın kâinatı, insanı ve tarihi belirli bir düzen ve kanunlara tabi bir şekilde yarattığını ve bu yaratıcılığın her an devam etmediğini iddia etmektedir. Bu görüş Allah Teâlâ’yı etkisiz bir ilk yaratıcı şeklinde algılamanın neticesidir. Bu da bazı felsefecilerin iddia ettiği “evrene müdahale etmeyen” (daha doğrusu onu her an yaratmayan) tanrı fikrine dayalı bir çeşit deizm anlamına gelir.

Değerlendirme

Tarihsellik iddiasının temelinde, mutlak hakikat kabul etmeme, değişkenliği esas alma, Guenon’un ifadesiyle ilkesizlik yatmaktadır. Belirli metafizik ilkeleri olmayan, bu tür ilkelerin olamayacağını iddia edenler, gerçeği ve doğruyu değişkenlik ve ilerleme gibi ne sonuç vereceği kestirilemeyen bir takım muğlak mefhumlara havale etmektedirler. Allah Teâlâ’nın indirdiği bütün hükümleri değişmez ilke ve kesin hüküm kabul etmeyenler, Kur’an’ın ilkelerini/gayelerini kendilerinin tespit edeceğini iddia etmektedirler. Halbuki Allah Teâlâ’nın hakkında hüküm indirdiği meseleler içinde, hakka uygun olmayan bulunmadığı gibi, her şer’î mesele O’nun sınırı, varlık âlemindeki her kural/nizam O’nun sünnetidir. Yukarıda görüldüğü üzere Allah Teâlâ, hükümleri arasında tefrik yapmamıştır. Boşanmadan miras hukukuna büyüklü küçüklü bir çok meseleyi “Allah’ın hudûdu” şeklinde nitelendirmiş; bunun yanında aynı kelime Kur’an’da “Allah’ın dini” anlamında da kullanılmıştır. Keza sünnet terimi ile hem fizik âlemde hem de zamanda “düzenlilik/nizam ve süreklilik/değişmezlik” bulunduğu ifade edilerek, Allah Teâlâ’nın her şeyi ilim ve hikmetle yarattığı vurgulanmıştır.

Tarihselcilerin iddialarını kabul etmek, Kur’an’ın zamana yenik düştüğünü kabullenmek anlamına gelir. Zira Kur’an’daki hadiseleri anlatan, geçmiş ve geleceği bir nokta gibi aynı anda değerlendiren, onları kabza-i tasarrufunda tutan Allah’tır. Kur’an’ın veciz ifadesiyle; “Evvel O’dur, Ahir O. Zahir O’dur, Batın O! O her şeyi hakkıyla bilir” (Hadîd, 57/3). Evvel ve Ahir isimleri zamana ilişkin Zahir ve Batın isimleri ise mekana ilişkin önce-sonra, dış-iç her şeyin Allah Teâlâ’nın iradesi, ilmi ve kudretiyle gerçekleştiğini ve var olduğunu anlatmaktadır. Müte’âl ve muhît olan Allah Teâlâ’nın Kelâmı, bütün zamanları ve tüm mekanı kuşatmıştır. Kur’an-ı Kerim’de “Allah o yüce Yaratıcı’dır ki yedi kat göğü ve yerden de onların benzerini yaratmıştır. Allah’ın emri ve hükmü bunlar arasında inip durur ki, Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve Allah’ın her şeyi ilmiyle ihata ettiğini, O’nun ilmi dışında hiçbir şey olmayacağını siz de bilesiniz” buyrulmuştur (Talâk, 65/12). Bu sebeple her muhatap Kur’an’ın kendi idrak seviyesinin ufkunu aştığını daha baştan kabullenmelidir. Tarihselcilerin görüşlerinin kabul edilmesi durumunda ise her devir insanının Kur’an’ı kendi idrak seviyesine indirmesi fikri benimsenmiş olacaktır.

Yukarıda ifade edildiği gibi Kur’an, tarihi ve insanı kuşatmıştır (muhît). Bu yönüyle onu “tarih üstü” şeklinde nitelendirmek de isabetli gözükmemektedir. Tarih üstü olma tarihin dışında olmak anlamını da ihsas ettirmektedir. “Ne içindeyim zamanın- ne de büsbütün dışında” beytinde dile getirildiği gibi insan için bile mutlak anlamda zamana bağımlılık söz konusu değildir. Bu durumda Kur’an’ı zamanın belirli bir dönemine bağlı kılmak ya da O’nun aşkınlığını/müteâl vurgulamak için “tarih üstü”dür şeklinde nitelemenin isabetli olmadığı kanaatindeyiz. Belki bütün zamanları bir anda gördüğünü anlatmak için böyle bir teşbihten yararlanılabilir. Tarihteki olayları ve nesneleri her an yaratan Allah Teâlâ’nın kelamı, tarihin bütün problemlerine çözümü içinde barındıran mutlak hakikatleri ve külli gayeleri ihtiva etmektedir.

Tarihe ve geçmişe dair araştırmalar geriye doğru inşa edilirken, Kur’an metni indirildiği ilk andan itibaren usta-çırak ilişkisi içinde sonraki nesillere hiçbir harfi değiştirilmeden tedris edilmek suretiyle intikal ettirilmiştir. Yalnızca Kur’an değil, onu anlamamızı sağlayacak tarihi unsurlar, şiirler, örfler, âdetler ve Peygamberimiz’in (s.a) hadisleri hiç değiştirilmeden sonraki nesillere intikal ettirilmiştir. Böylece her nesil, içinde asr-ı saâdeti duymuş, onu anlamayı ve kavramayı öncelikli gayesi bilmiştir. Bu anlayış neticesinde Kur’an’a dair tarihî bilgiler, fıkhî kurallar ve Kur’an’ın genel ilkeleri (makâsıd) ilgili kitaplarda tedvin edilmiştir. Tarih boyunca Müslüman bilginler için en önemli hedef Kur’an’ı kendi derinliği içinde anlamak olmuş, bu maksatla O’nun indirildiği asır, incelenmesi gereken en önemli zaman dilimi kabul edilmiştir.

Bazı tarihselciler, Kur’an’ın nüzûl döneminde yaşayan insanlara Allah Teâlâ’nın peygamber vasıtasıyla bir “hitabı” olduğunu, tarihin belirli bir dönemindeki muhataplara söylenmiş bir söz olduğu için, tarihin her döneminde geçerliliğinin iddia edilemeyeceğini öne sürmüşlerdir. Halbuki Kur’an, kendisini ısrarla Kitab olarak nitelemektedir: “Sana Kitabı, gerçeğin ta kendisi ve daha önce indirilen kitapları tasdik edici olarak indiren O’dur” (Al-i İmrân, 3/3). Kur’an, yalnızca geçmiş kitapları tasdik edici değil, bütün insanlık için rahmet ve hidayet kaynağıdır: “İşte bu Kitab, indirdiğimiz kutlu bir Kitab’dır. Artık ona tabi olun, inkar ve isyandan sakının ki rahmete nail olasınız” (En’âm, 6/155). Kur’an, yalnızca saâdet asrındaki tarihsel durum değil evvel ve ahiriyle bütün tarih dikkate alınarak indirilmiştir. Zira o, kâinatın ve dehrin/zamanın sahibi ve yaratıcısının kullarına hitabı ve evrensel mesajıdır. Kur’an, Allah’ın kelamıdır. Kelam-ı İlahi’nin diğer varlıklar gibi yaratılmış (mahluk) olduğunu kabul etmeyen Ehl-i Sünnet inancına göre, O, Allah Teâlâ’nın diğer sıfatları gibi zatı ile kaimdir. Ezeli ve ebedidir. Kur’an’ın tarihin belirli bir dönemi ile kayıtlı olduğunu söylemek, onun yaratılmışlığını (mahluk) iddia eden Mu’tezile’nin görüşünü zımnen benimsemek anlamını içerir.

Kur’an, indirildiği dönemdeki insanları oldukları gibi kabullenmemiştir. Cahiliye Araplarının düşüncelerini, telakkilerini hatta bir kısım örf ve âdetlerini bile düzenlemiş; tarihin belirli bir dönemini âdeta yeniden inşa etmiştir. Bunun yanında geçmiş milletler ve gelecekle ilgili açıklamalarda bulunmuş, toplum düzeni ile ilgili kurallar vaz’ etmiş, insanların ibadet hayatlarını düzenleyerek insan hayatını bütünüyle tanzim etmiştir. Binaenaleyh Kur’an’ın, insanların ürünü olan diğer kültür malzemeleri gibi belirli bir tarihsel dönemi yansıttığını ya da indirildiği dönemin tarihsel durumu ile kayıtlı olduğunu iddia etmek kesinlikle isabetli değildir. Kur’an’ın indirildiği dönemin tarihsel özelliklerini bilmenin Kur’an’ı anlamada belli bir öneme sahip olduğunu kabul etmekle birlikte, bu tarihsel bilginin en sahih kaynağının da yine Kur’an’ın kendisi, hadis-i şerifler ve siyer rivayetleri olduğunu hatırdan çıkarmamak lazımdır.

Dilin tarihsel unsurlar ihtiva ettiği, hatta belirli tarihsel bir dönemin özelliklerini taşıdığı doğrudur. Her dil durumu için geçerli olan bu husustan hareketle Kur’an’ın tarihsel olması gerektiğini iddia etmek, dil/lisan ile hiçbir zaman mutlak hakikatlerin dile getirilmesinin mümkün olmadığı anlamına gelir ki, bu kabul edilmesi mümkün olmayan bir izafilik, hatta şüphecilik demektir. Dil insan ile tarih arasındaki zaman dilimini aşmanın bir yoludur. Zira dil süreklidir, tarih içinde bazı kelimeler, değişse bir kısım kelimeler yeni anlamlar kazansa da dilin temel gramer yapısı değişmez. Bunun yanında Arap dilinin diğer dillerden farklı bir takım özellikleri bulunduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Arapça, Kur’an’ın inşa ettiği bir dildir denilse mübalağa edilmiş olmaz. Zira Arap dilinin ilk yazılı metni Kur’an’dır. Dil bilginleri, Arapça’nın gramerini ve dilin kullanım özelliklerini belirlerken Kur’an metni esas alınmıştır. Bu sebeple Kur’an kelimelerinin anlamı sahabe neslinden itibaren büyük bir titizlikle kaydedilmiştir. Kur’an, dili bir çok açıdan zenginleştirmiş, kelimelerin anlamından, ifade ve üslûp özelliklerine kadar Arapçaya bir çok konuda yeni ve benzersiz ifade özellikleri kazandırmıştır.

Kur’an’ı anlamayı yalnızca tarihsel olayları anlamaya indirgemek bizi sathiliğe mahkum eder. Kur’an’ı anlama konusunda bizi yalnızca tarih ilgilendirmiyor, bunun yanında öncelikli olarak “hakkı” bilme, kulluk bilincine sahip olma ve ebedi kurtuluşun yollarını öğrenme de ilgilendirmektedir. Kur’an, tarihe yalnızca tarih olarak bakmaz, onun daha derin anlamları üzerinde durur. Bu anlamları yakalamak için Allah’ın tarihteki hadiseleri nasıl yarattığı kavranmaya çalışılmalı, tarih üzerindeki İlahî nizam/Sünnetullah müşahede edilmelidir. İnsan ile kâinatın Yaratıcısı arasındaki ilişkinin doğru anlaşılması için Kur’an’ın tarih ve insan hakkındaki beyanları derinlemesine tetkik edilmelidir. Böylece tarih daha farklı bir anlam kazanacak, Yaratıcı, insan ve tarih arasındaki münasebetler yerli yerine oturacaktır. Sonuçta Kur’an’ı zamana yenik düşürmeden, bütün enginliğiyle Kur’an hakikatlerini anlamak ve Peygamberler (aleyhimüsselam) zamanını yaşamak mümkün olacaktır.

Kaynaklar
Asım Efendi, Kâmus Tercemesi, İstanbul 1305/1888.
Buhârî, Ebû Abdullah, el-Câmi’s-sahîh, Beyrut ts.
Cevherî, es-Sıhâh, Beyrut 1990.
Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbu’l-Furûk, Beyrut 1994.
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1979.
Guenon, Rene, Doğu ve Batı, çev. Fahrettin Aslan, İstanbul 1980.
Gülen, Fethullah, Fasıldan Fasıla I, İzmir 1995.
Fîrûzâbâdî, Mecduddin, Besâiru zevi’t-temyîz fî letâifi’l-Kitâbi’l-Azîz, Beyrut, ts.
İbn Farîs, Mu'cemu mekâyisi'l-lüga, Kahire 1969.
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyut ts.
Kotan, Şevket, Kur’an ve Tarihselcilik, İstanbul 2001.
Mazharuddîn Sıddıkî, Kur’ân’da Tarih Kavramı, çev. Süleyman Kalkan, İstanbul 1990.
Needham, Joseph, Doğulu İnsan ve Zaman, Beşerî Hukuk ve Tabiat Kanunları, çev,
Nejdet Özberk, İstanbul 2000.
Nursî, Said, Sözler, Işık Yayınları, İzmir 2002.
Özcan, Zeki, Teolojik Hermenötik, İstanbul 1998.
Özsoy, Ömer, Sünnetullah, Ankara 1994.
Özlem, Doğan, Tarih Felsefesi, İstanbul 1994.
Yrd. Doç. Dr Ayhan TEKİNEŞ
Selam ve dua ile...

__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Muhammed Arkoun ve Kur'an-ı Kerim

Geçenlerde Üstaze "Fatıma Zehra"nın, "Kur'an'a Arkonî Bakış" isimli makalesini okudum. Makale, haftalık "el-Haberu'l-Usbûi" isimli derginin, 28 Temmuz 2007 tarihinde çıkan 439. sayısında yayınlandı.

 

Kur'an-ı Kerim ile ve Kur'an hakkındaki çalışmalarla ilgilenen biri olduğumdan, Muhammed Arkon'un, "Kur'an'ın tarihselliği" hakkındaki görüşlerini içeren bir değerlendirme yapmak istedim. Böylece bu konuda yapılan tartışmalara, özellikle de -Üstaze Fatıma Zehra'nın açıkladığı gibi- Kur'an'ı, Arap edebiyat mirasının bir parçası olarak eleştiriye tabi tutan ve Kur'an'ın bilimsel rolünü reddeden -Muhammed Arkon'un yaptığı gibi- görüşleri ve bakış açılarını düzeltmek ve eleştirmek konusundaki tartışmalara katkı sağlamış olacağım.

 

Muhammed Arkon, bir taraftan Kur'an'ın tarihselliğinden bahsederken, diğer taraftan da Kur'an'ın birliğinin (farklı versiyonlara sahip olmadığının) ve eklemek veya çıkarmak suretiyle bozulmaktan korunmuş olduğunun şüpheli olduğunu söyleyen görüşlerini dile getiriyor. İşte onun bu tür görüşlerini, ilim, mantık ve bilgi kriterlerine vurarak eleştiri ve değerlendirmeye tabi tutmak istedim.

 

Böylece söylediklerinin ne ölçüde bilimsel olduğunun -ki eğer böyleyse ona tâbi oluruz- veya ne ölçüde gerçeklerden uzak olduğunun -ki bu durumda da düştüğü hatalara dikkat çekmiş oluruz- ortaya çıkmasını hedefledim.

 

Aslında bir süreden beri şu konuları içeren bir çalışma yapmayı düşünüyordum:

 

-         Kur'an'ın doğruluğu ve güvenilirliği

-         Mushafların farklılığı (farklı lehçeler ile yazılmış olduğu).

-         Rivayet edildiği gibi, Hz. Osman'ın bunlardan bazılarını (Kureyş lehçesi dışında yazılmış olanları) yaktığı.

-         Kur'an'ın farklı şekillerde kıraat edilmesi (okunması).

-         Bu farklılığın, "yedi harf" (yedi lehçe) ile olan ilişkisi -ki sahih hadislerin de vurguladığı gibi Kur'an bu yedi harf üzerine inmiştir.

-         Ve bu konularda Goldziher gibi müsteşrikler eliyle başlatılan ve Muhammed Arkon gibi düşünürlerimiz tarafından devam ettirilen tartışmalar.

 

Ignaz Goldziher, "İslâm Tefsir Ekolleri" isimli kitabında, Kur'an metninin tek bir metin olduğu ve hiçbir bozulmaya uğramadığı konusunda şüpheler uyandırmaya çalışmıştır. Muhammed Arkon da, Kur'an'ın tarihselliğini vurgulamak ve Kur'an'ı, beşerî metinlerin tahlil metotlarına göre değerlendirmek noktasında, söz konusu meseleleri kendisine dayanak edinmiştir.

 

Tabi bunu yaparken, ilâhî hitabın özellikleri ile beşerî hitabın özelliklerini birbirinden ayırmadığı gibi, Hz. Peygamber dönemindeki şartlara bağlı olan muamelat meselelerindeki teşrii hitabın (Kur'an'ın hüküm koyucu hitabının) özelliği ile Kur'an'daki evrensel ve ebedi hitabın özelliği arasında da bir ayrım yapmamıştır.

 

Oysa ikinci durum, Allah'ın, nefislerdeki ve kainattaki ayetleri; tarih ve toplumdaki sünnetleri; ve gaybî hakikatler ile bağlantılı olup, zamanın, mekanın ve insanların şartlarının değişmesi ile değişmezler. Çünkü bunlar Allah'ın mutlak ve her şeyi kuşatan ilmini temsil ediyor. Yüce Allah bu konuda şöyle diyor: "Rabbinin kelimeleri (Kur'an), doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir." (En'am: 115).

 

Kur'an'ın haberlerinde doğruluk, hükümlerinde adalet vardır. Hata, Kur'an'ı tefsir edip yorumlayanlardan veya Kur'an'dan hüküm çıkaranlardan kaynaklanıyor olabilir. Çünkü bu kimseler, yorumlarında ve hükümlerinde, içinde bulundukları zamanın ve mekânın şartlarını gözetiyorlar. Yoksa hata, Kur'an'ın veya vahyin dile getirdiği hakikatin aslında değildir. Çünkü bunlar, kesinlikle ve asla hata yapmayan, mutlak ilahî ilmi ifade ederler.

 

Hatta gaybi ilimle bağlantılı olan şeyler de, insanın hırsını ve beklentisini, Kur'an'ın bahsettiği, Firdevs cennetindeki ebediliğe ve ebedî nimetlere yönelten, geleceğe ilişkin Kur'anî tasvirlerdir. Ancak insan için gerçekleşmesi istenen şey, filozofların istedikleri de olabilir. Örneğin Eflatun'un "ideal cumhuriyet"i gibi. Veya Farabi'nin bahsettiği "erdemli şehir" gibi.

 

Muhammed Arkon'un, Kur'an ile -genel olarak da İslâm düşüncesiyle- ilgili çalışmalarında takip ettiği yol, temelde Batılı analiz araçlarını kullanmaya dayanıyor. Örneğin modern dil ilimleri ve antropoloji gibi. Aslında amaç, ortalığı daha önce dile getirilmiş düşüncelerle doldurmak değil de, objektif ve nesnel bir bilimsellik ile gerçeğin peşinde koşmak olduktan sonra, bunda bir sakınca da yoktur.

 

Esasen Muhammed Arkon'un, Kur'an ile ve Kur'an'ın özelliklerinin belirlenmesiyle bağlantılı büyük meselelerdeki ayrıntılara girmeden önce, kendi konumunu kesin bir şekilde belirlemesi gerekir. Şu meseleler gibi:

 

Kur'an Allah'ın sözü müdür?

 

Kur'an, mucize midir? Ve kendisinden önceki kitapları nesh eden (onların hükmünü ortadan kaldıran) bir kitap mıdır?

 

Kur'an, tahrif edilmekten (bozulmaktan), korunmuş mudur?

 

Kur'an, Allah'ın sözü olması hasebiyle, kıyamete kadar, düşünceyi yanlışlardan koruyup düzeltecek, nefsi ıslah edecek ve medeniyet inşa edecek, ebedî nitelikte bir bilgi metodu sunabilir mi?

 

Evet, bu meselelerdeki konumunu belirlemeksizin, sadece bazı rivayetlere dayanarak, Kur'an metninin doğruluğu hakkında gürültü koparmak ve şüphe uyandırmaya çalışmak, Kur'an'ın kutsallığını, ilâhi olduğunu, eklemek veya çıkarmak suretiyle yapılacak her türlü bozulmadan korunmuş olduğunu, geçersiz kılmaya delil teşkil etmez. Çünkü Muhammed Arkon, bu gibi konularda, sadece bazı Mushafların yakıldığına –Abdullah bin Mesud'un Mushaf'ı gibi- işaret eden, yine Sünni ve Şii kaynaklarda yer alan ve bazı ayetlerin nesh edildiğine işaret eden bir takım rivayetlere dayanıyor.

 

Hz. Osman ve Kur'an komisyonu, mütevatir olarak Hz. Peygamber'den nakledilen sahih kıraatlere resmi bir nitelik kazandırmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Bu kıraatler, Kureyş ve Temim lehçeleri gibi fasih lehçelerdeki kıraatlerdir. Fasih dillerdeki şâz kıraatlerde, tefsirî (açıklayıcı/yorumlayıcı) ziyadeler vardır. Veya şâz kıraatler, fasih olmayan lehçelere göre okunmuşlardır.

 

Bu tür kıraatler, eski kaynaklarda yer alıyor olsalar da, ibadetlerde okunabilecek bir Kur'an olarak kabul edilmediler. Bu tür kıraatlerin zikredildiği eski kaynaklardan bazıları şunlardır: İbn-i Cinnî'nin "el-Muhtesib" ve "Muhtasar İbn-i Haleviyye" isimli eserleri ile İbn-i Atıyye'nin "el-Muharreru'l-Veciz" ve Ebu Hayan et-Tevhidî el-Endelüsî'nin "el-Bahru'l-Muhit" isimli tefsirleri. Bu iki tefsir bütün kıraatleri nakletmeye gayret etmiştir. İçinde "İbn-i Mesud Mushafı"nın da bulunduğu bu kıraatler, söz konusu bu iki tefsir kitabında nakledilmişlerdir. Dileyen o tefsirlere bakabilir.

 

Kıraatlerin çok oluşu, Kur'an'ın, yedi harf veya lehçe üzere inişinin ürünüdür. Bu lehçelerin her biri Arapların muteber lehçelerinden kabul ediliyor. Bu durum, Arap dili için bir nimettir. Çünkü söz konusu kıraatler, Arap dilinin bütün lehçelerini korumuş oldu. Hatta lehçelerin çirkinliklerini (çirkin ve kötü ifadelerini) bile.

 

Yine kıraatlerin çok oluşu, Kur'an'a özel bir mucizevî yön bahşediyor. Çünkü harekeleri ve noktalamaları olmayan bir Mushaf, birçok şekilde kıraat edilebilir. Bu da ona, Yüce Allah'ın şu ayetlerde belirttiği gibi, sınırsız manalar veriyor:

 

"De ki: eğer Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek (denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi." (Kehf: 109).

 

"Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha ona katılsa, Allah'ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Lokman: 27).

 

Benim nazarımda yedi harf, Hz. Peygamber (SAV) verilen "yedi mesâni"dir[1] ve satırlar âleminde -yani Kur'an'ı Kerim'de-, görünen âlemdeki yedi kat göklere ve yerlere benziyor. Eğer Kur'an, orijinalinde olduğu gibi, noktasız ve harekesiz okunacak olsa, yedi harf, sınırsız imkân sunan matematiksel bir uyuma ve elverişliliğe benzer.

 

Nitekim bir bedevî Arap "Sıbğatellah.ve men ahsenü minellahi sıbğaten?" (Allah'ın boyası. Allah(ın boyasın)dan daha güzel boyası olan kimdir?" şeklindeki Bakara suresinin 138. ayetini, "San'atellah. ve men ahsenü minellahi san'aten?" (Allah'ın sanatı. Allah(ın sanatın)dan daha güzel sanatı olan kimdir?" şeklinde kendi lehçesiyle okurken, ortaya bahsettiğimiz durum çıkmıştır. (Bedevi burada, noktalama olmadığı için yazılışları aynı olan "be"yi "nun" olarak, "ğayn"ı da, "ayn" olarak okumuş ve böylece boya anlamına gelen "sıbğaten" kelimesi, sanat anlamına gelen "san'aten" kelimesine dönüşmüştür).

 

Yine "azâbî üsîbu bihi men eşâ" (Azabımı dilediğime isabet ettiririm) şeklindeki A'raf suresinin 156. ayeti, "azâbî üsîbu bihi men esâ" (Azabımı kötülük yapana isabet ettiririm) şeklinde okunurken de aynı durum söz konusu oluyor. (Burada da noktalama olmadığı için, "şın", "sin" olarak okunuyor ve "dilediğime" (eşâ) kelimesi "kötülük edene" (esâ) kelimesine dönüşüyor).

 

Yedi (7) sayısı, Kur'an'da ve bütün kâinat binasında, mucizevî bir sayıdır. Kıraatlerin çok oluşu, sayısız ihtimaller taşıyan Kur'an nassına yaklaşımda çeşitliliği temsil ediyor ve Kur'an için kesinlikle bir problem teşkil etmiyor. Aslında bu konu, bilimsel ve akademik bir çalışmayı gerektiriyor. Ben bu çalışmayı gerçekleştirmek için gerekli belgeleri ve kaynakları toplama aşamasındayım. Allah'ın izniyle çalışmayı tamamladığımda, bunu okuyuculara takdim edeceğim.

 

O halde düşünürlerimizin problemi, (tahrif edilmekten ve bozulmaktan) korunan vahiy naslarını, beşerî metinleri analiz etmede kullanılan kriterlere tabi kılmak istemeleridir. Bu istek, çok büyük bir bilimsel hata olup, bizi bilgi hatalarına düşürür. Çünkü beşerî bilgi nispi, ilahî hitap ise mutlaktır. İlahî hitap, -Sudanlı filozof  Muhammed Haccı Ebu'l-Kasım'ın açıkladığı gibi- sözün, ilahî ve lûgâvi kullanımıdır. Yüce Allah da Kur'an hakkında şöyle diyor:

 

"Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. (Resulüm!) Onu Ruhu'l-emin (Cebrail) indirdi. Senin kalbine; uyarıcılardan olman için, Apaçık Arapça bir dille. O, şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır.  Beni İsrail bilginlerinin onu bilmesi, onlar için bir delil değil midir? Biz onu Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de, Bunu onlara o okusaydı, yine ona iman etmezlerdi. Onu günahkârların kalplerine böyle soktuk. Onun için, acıklı azabı görünceye kadar ona iman etmezler. İşte bu (azap) onlara, kendileri farkında olmadan, ansızın geliverecektir." (Şuara: 192-201).

 

Bir başka yerde de şöyle diyor: "O'nu (Kur'an'ı) şeytanlar indirmedi. Bu onlara düşmez; zaten güçleri de yetmez." (Şuara: 210-211).



__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Hz. Peygamber'e Sorulan Soruların Kur'an'daki Cevapları PDF

Yorumları Göster (0) - Konuya Yorum Ekle

Sonpeygamber.info-Özel

Yazarın amacı, Arap toplumunun bu soruları neden sordukları düşüncesinden yola çıkarak sosyolojik bir zihniyet ve karakter tahlili yapmak ve Kur’an’ın tarihsel ve dönemsel durum veya algıların ürünü olan bu soruları cevaplandırırken dahi evrensel mesajlar iletmesi noktasından hareketle Kur’an’ın tarihselliği ve evrenselliği tartışmalarına katkı sağlamaktır.

ImageKonulu Kur'an tefsiri çalışmalarının sayı ve nitelik bakımından artış göstermeye başladığı günümüzde bu duruma paralel olarak özgün araştırmaların da ortaya çıktığı görülmektedir. Bu bağlamda Kadir Canatan tarafından kaleme alınıp Beyan Yayınları'nca basılan ve Hz. Peygamber'in yaşadığı devirde kendisine sorulan on üç soruya Kur'an'da verilen cevapları -hem soruların arkasındaki zihnî yapıyı irdeleyerek hem de Kur'an'ın bunları cevaplandırma noktasında izlediği yöntemi dikkate alarak- inceleyen Kur'an'da Hz. Peygamber'e Sorulan 13 Soru adlı kitabın da konusu itibariyle ilgi çekici bir ilk örnek görünümünde olduğu söylenebilir.

Yazar, eserinin önsözünde Kur'an'da "Sana soruyorlar. De ki:" kalıbıyla yer alan on üç soruyu incelemekte iki amaç güttüğünden söz etmektedir. Bunlardan ilki bu soruların sahibi olan Arap toplumunun bu soruları neden sordukları veyahut da neden bu soruları sordukları düşüncesinden yola çıkarak sosyolojik bir zihniyet ve karakter tahlili yapmak, diğeri ise Kur'an'ın tarihsel ve dönemsel durum veya algıların ürünü olan bu soruları cevaplandırırken dahi evrensel mesajlar iletmesi noktasından hareketle Kur'an'ın tarihselliği ve evrenselliği tartışmalarına katkı sağlamaktır.

Eserinin yazılış amacını bu şekilde ortaya koyduktan sonra bu on üç soruyu "gayb âlemine ilişkin sorular" ve "dünya hayatına ilişkin sorular" şeklinde iki genel başlık altında kategorize eden yazar daha sonra tek tek bu soruları ve cevaplarını analiz etmektedir. Eserin Sonuç bölümünde ise bu sorular ve cevapları üzerinden genel çıkarımlarda bulunulmakta ve eserin yazılışı sırasında amaçlanan iki noktaya dair yargılara ve yorumlara ulaşılmaktadır.

Eserin genel çerçevesini bu şekilde çizdikten sonra esere dair dikkat çekici bazı unsurlara yönelmek de bu ilgi çekici çalışmayı analiz etmede fayda sağlayacaktır. Bu bağlamda öncelikle yazar tarafından yapılan kategorizasyonun başarısının göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi çalışmaya konu olan sorular yazar tarafından "gayb âlemine ilişkin sorular" ve "dünya hayatına ilişkin sorular" şeklinde iki başlık altında ele alınmıştır. Gayb âlemine ilişkin sorular Mekke döneminde müşrikler tarafından sorulmuş sorulardır ve bu sorulara cevap mahiyetindeki ayetlerin hepsi de Mekkî ayetlerdir. Bu soruların soruluş amacı da genel olarak ilâhî mesajı hafifsemek veya en azından sorgulamak ve Peygamber'in söylediklerini alaya almak veya O'nu gayba dair çetin sualler sorarak köşeye sıkıştırmaktır.


Kur’an soru sorulmasını değil, çok ve abes soru sorulmasını olumsuzlamaktadır. Bunun sebebi de çok sorunun cevaplanmasının eşyanın serbestliği ilkesine ters düşecek, abes soruların cevaplanmasının da insanı kavramaktan aciz olduğu bazı yükümlülüklerin altına sokacak olmasıdır.

Gayba ilişkin sorular kıyamet vakti, ruhun sırrı, kıyamet gününde dağların durumu, azabın gerçekliği ve Zülkarneyn'in kişiliğine dair sorulmuş olan beş adet sorudan ibarettir ve görüldüğü üzere bunların çoğu da öte dünyayla alakalı sorulardır. Bu noktada kıyamet ve ahirete dair bu soruların Mekke müşriklerince sorulmuş olmasının nedenlerine yönelen yazar Cahiliye Arapları'nın âlem tasavvurunun bu soruları sormalarında etkisinin olduğunu ifade etmekte ve bu tasavvurla İslam'ın dile getirdiği âlem tasavvurunun mukayeseli bir analizini yapmaktadır. Bu bağlamda kadim Arap zihniyetinde dünyayla bağlarını koparmış soyut ve uzak bir Tanrı algısının ve bu uzaklığın giderilmesi ve bir yakınlaşmanın temin edilebilmesi için ihdas edilmiş aracı tanrıların (yani putların) varlığından bahsedilmekte ve Tanrı'nın dünyevî olanın dışında düşünülmesiyle kıyamet, ahiret, hesap ve azap gibi gaybî kavramlara kapalı tek katmanlı bir dünya tasavvurunun Araplar arasında yer ettiğinin altı çizilmektedir. Dünyayı maddi ilişkilerden ibaret bir mekân olarak algılayan ve bütün hesapların bu dünyada olup biteceğine inanan böylesi bir zihniyetin İslam'ın birbiriyle ilişkili iki dünyanın var olduğunu ifade eden ve bu dünyada yapılanların karşılığının görüleceği bir öte dünya olgusunu ortaya koyan âlem tasavvurunu anlamlandırmakta ve algılamakta güçlük çekmesi ise kaçınılmazdır. Birbiriyle çelişen ve çatışan bu iki âlem tasavvuru Mekkeli müşriklerin gayba dair bu soruları sormalarına sebep teşkil etmektedir. Onlar anlamlandıramadıkları ve maddi bir âlem tasavvurunun tahakküm olduğu bir devrin insanları için inanılası gelmeyen Kur'an söylemlerinin üzerine giderek muhalefetlerini konumlandırmışlar ve Peygamber'i de bu noktalar üzerine sordukları sorularla köşeye sıkıştırmayı amaçlamışlardır.

Kitapta "dünya hayatına ilişkin sorular" başlığı altında toplanan sorular ise sekiz tanedir ve bunların tamamı Medine döneminde Müslümanlar tarafından sorulmuş sorulardan oluşmaktadır. Bu sorular da hilâllerin işlevi, Allah yolunda harcama, haram aylarda savaş, içki ve kumarın hükmü, yetim hakları, kadınların özel halleri, helallerin sınırları gibi konulara sahip sorulardır ve görüldüğü üzere günlük yaşamda ortaya çıkan sorunlara cevap arayacak nitelikte sorulmuş ve Cahiliye'den kalan bazı âdetlere veya inançlara karşı İslam'ın nasıl bir tavır alacağını öğrenmek amacıyla Müslümanlarca merak edilen bazı hususların açıklanmasını temin edecek şekilde kurgulanmış sorulardır. Bu noktada bu soruların ilk gruptaki soruların aksine Kur'an'ın mesajını alaylı bir üslupla sorgulayıcı veya Peygamber'i sınayıcı bir tarza sahip olmadığı, aksine Kur'an mesajını daha iyi anlamak ve bunu günlük hayata tatbik etmek maksadı güdülerek sorulduğu görülmektedir. Fakat soruların sahiplerinin ve üslubunun değişmiş olmasına rağmen bu gruptaki sorulardan da kadim Arap kültürüne ve zihniyetine dair bazı çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Zira bu soruların çoğunun da soruluşunda İslam öncesi Arap kültüründe yer alan bazı unsurlara İslam'ın yaklaşımı noktasındaki merak rol oynamaktadır. Bir eski-yeni çatışması içerisinde yeni olanı kurgulamaya çalışan bir toplum modelinin karşılaştığı sorunlara çözümler aranması ve eskiye dair hangi algıların değiştirilip hangilerinin muhafaza edilmesi gerektiğinin sorgulanması Peygamber'e bu tip soruların sorulmasına sebep olmuştur.


Fakat Kur’an’ın bu tarihsel soruları cevaplandırmış olması onun evrensellik vasfına aykırılık arz etmez. Çünkü Kur’an’ın bu tarihsel soruları cevaplandırma noktasında da evrensel hükümler vermek veya hükmün nasıl verilmesi gerektiğine dair evrensel bir mesaj iletmek şeklinde bir üslubu mevcuttur.

Bu on üç sorunun içeriğini, mahiyetini ve sorulmasına sebep olan arka planı bu şekilde tarif ettikten sonra eserde üzerinde durulan ikinci bir önemli nokta olan Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in bu sorular karşısında takındığı tavır veya bu sorulara cevap verme biçimleri üzerindeki incelemelere geçilebilir. Öncelikle bu soruların tamamının tarihsel bir arka plana ve dönemsel bir mahiyete sahip olduğu görülmektedir. Bu sorular ya o devirdeki Arap kavminin zihnî tasavvurlarına ve kültürel unsurlarına dair ya da bu tasavvur ve unsurlara aykırı düşen İslamî söylemi anlamlandırmak amacıyla sorulmuş sorulardır. Bu yüzden de bu sorular tarihsel olma özelliği taşırlar. Fakat Kur'an'ın bu tarihsel soruları cevaplandırmış olması onun evrensellik vasfına aykırılık arz etmez. Çünkü Kur'an'ın bu tarihsel soruları cevaplandırma noktasında da evrensel hükümler vermek veya hükmün nasıl verilmesi gerektiğine dair evrensel bir mesaj iletmek şeklinde bir üslubu mevcuttur.

Kur'an'ın bu soruları cevaplandırma noktasında izlediği diğer bir önemli yöntem ise gerektiği kadarını cevaplandırmak şeklinde formüle edilebilir. Bu noktada Kur'an gaybî sorulara verdiği cevaplarda insan aklının kavramakta zorluk çekeceği ve aciz kalacağı konularda onlara bilgi vermemeyi seçmiş ve insanlara pratik olanla yetinip Allah'ın ilmine giren konularla ilgilenmemelerini öğütlemiştir. Diğer taraftan dünya hayatına dair sorularda da özellikle haramlık-helallik bağlamında çok fazla soru sorulmaması gerektiğini belirtmiş, haram dairesinin belli ve sınırlı olduğunu, bunun dışında kalan şeylerin ise insanlar için serbest bırakıldığını bildirmiştir. Fakat Kur'an'ın çok ve abes soru sorulmaması gerektiği şeklindeki bu ifadelerinin Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in soruları cevaplandırmada isteksiz bir tutum sergiledikleri şeklinde değerlendirilmemesi gerekmektedir. Zira böylesi bir isteksizliğin aksine çalışmada konu edilen on üç sorudan on birine Kur'an tarafından net cevaplar verildiği, kıyametin zamanı ve ruhun sırrı ile alakalı iki sorunun ise gereken nispette cevaplandırıldığı görülmektedir. Yani Kur'an soru sorulmasını değil, çok ve abes soru sorulmasını olumsuzlamaktadır. Bunun sebebi de çok sorunun cevaplanmasının eşyanın serbestliği ilkesine ters düşecek, abes soruların cevaplanmasının da insanı kavramaktan aciz olduğu bazı yükümlülüklerin altına sokacak olmasıdır. 

Son olarak Kur'an'da Hz. Peygamber'e Sorulan 13 Soru adlı bu eserin, özgün bir konu çerçevesinde dikkat çekici temas ve değerlendirmeler içeren önemli ve başarılı bir çalışma olduğunun altı çizilmelidir. 




__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
ebu turab
Uzman Uye
Uzman Uye
Simge

Katılma Tarihi: 08 eylul 2006
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 529
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı ebu turab

selam,

kuranın tarihi diğer bir deyişle o anki tarihsel döneme ait hükümleriyle cihanşumul hükümlerini doğru ayırmak noktası mevzuun en hayati noktasıdır.



__________________
"sadece iki şey sonsuzdur evren ve insan ahmaklığı..
ilkinden o kadar da emin değilim." (albert einstein)
Yukarı dön Göster ebu turab's Profil Diğer Mesajlarını Ara: ebu turab
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Özgür-Der İzmir Şubesi’nin düzenlediği alternatif eğitim seminerleri, Kenan Levent’in sunduğu “Kur’an’ın Anlaşılmasının Önündeki Modern Engeller: Tarihselci Yaklaşım” başlıklı konuyla devam etti.

Tarihte her ekolün Kur'an'ı anlamaya çalıştığını ve bunun için usul arayışına girerek kendine Kur'an'dan dayanak bulmaya çalıştığını ifade ederek sözlerine başlayan Levent, günümüzde de klasik usullerin yanlış ve yetersiz olduğunu söyleyen modern yaklaşımlar olduğunu belirtti.

"Bu yaklaşımların çıkış noktası Batı. Kendi deyimleriyle söylediklerini kastetmiyorlar; kastettiklerini de söylemiyorlar! Bu çalışmalar bağlamında Kur'an'ın gündeme gelmesi sevindirici, ama Kur'an'ın istediği cemaat, toplum, ümmet olmanın önüne engel çıkarıyorlar.

Bu çalışmaların mahiyeti ve ne amaçla yapıldığı, araştırmada izlenen yol ve usul, araştırmayla neyin hedeflendiği önemli. Sonuçta daha iyi birer Müslüman mı olacağız, yoksa mevcut hâl meşrulaştırılmış mı olacak?" şeklinde konuşan Levent, tarihselcilik kavramı üzerinde de durdu. "Tarihselciliğin tanımında izafilik var; belirli bir tanımı yok. Bütün olayları ve durumları içinden çıkılan duruma bağlıyor; zamana ve mekâna önem veriyor. Tarihselciliğin aydınlanmanın ürünü olduğunu ve ilerlemecilikten doğduğunu söyleyenler var. Kur'an'ı belirli bir tarihe ait olarak ele alıyorlar. Tüm tanımlar zaman ve mekân; tarih ve coğrafya olgularına önem veriyor. Oysa zamanı ve mekânı esas alınca, olayı o tarihten ve o coğrafyadan çıkarıp günümüze getiremeyiz Evrensel bir hakikate ulaşamayız" diyen Levent, "Tarihselciliğin Alman idealist felsefesinden doğduğunu, Fransız egemenliğine karşı koymak için üretildiğini söylüyorlar. Tarihselciliğin temel dayanağı olan aydınlanma kilise/din karşıtıdır, insan merkezlidir. Akılcıdır; aklı putlaştırır. Yol gösterici olarak aklın yeteceğini söyler. Nesnel ve evrensel olduğu iddiasındadır. Deisttir; bir yaratıcının varlığını kabul edebilir ama aynı yaratıcının insanlara vahiy gönderdiğini kabul etmez. Tanımlayıcı ve müdahalecidir. İndirgemecidir. Homojenleştirici ve totaliterdir; kimsenin herhangi bir hakikati esas alıp o gözle dünyaya bakmasını kabul etmez" diyerek akılcılık-aydınlanma-tarihselci bakış açısı arasındaki ilişkiye dikkat çekti.

Tarihselciliğin, yazar-metin-okuyucu bağlamında, okuyucunun yazarın yerine kendisini koyup metni okuyabileceğini savunduğunu ifade eden Levent, "Böylelikle insanın Kur'an'ı okurken kendini Allah yerine koyabileceğini savunmuş oluyorlar" dedi.

Kur'an'ın özünden uzak yaklaşımların 'Müslümanlar eliyle İslam'ın içinin boşaltılmaya çalışılması' olduğunu vurgulayan Levent, "Değişim meşrudur, ama meşruiyetin neye dayandığı önemlidir. Değişimin belirleyici etmenleri nelerdir? Hangi araçlarla ve yöntemlerle yenileşeceğiz? Bunlar önemli sorulardır ve mutlaka cevap bulmaları gerekir. 'Çağdaş Kur'an(lar)' üretme amaçlı çalışmalar, işi metin değiştirme noktasına kadar vardırabiliyor. Kur'an'a 'kudsî hadis' muamelesi ve vurgusu yapıyorlar. Oysa Kur'an, kendisinden 'kitap' olarak bahsediyor" diye konuştu.

Levent, sözlerini şöyle sürdürdü: "Kur'an'da çelişki olduğunu, iç bütünlük bulunmadığını savunuyorlar. Kur'an bunu yalanlıyor. Zaten Kur'an insan ürünü olmadığı için, yirmi üç yılda parça parça indiği için giriş-gelişme-sonuç bağlamında değerlendirilemez. İçeriğindeki kavramlar birbiriyle irtibatlıdır ve birbirlerinin açıklar. Şirk-zulüm-tuğyan, islah-ifsad ve benzeri kavramları örnek buna verebiliriz. Tarihselciler, klasik usulden olduğu halde nesih teorisini, esbab-ı nüzulü, makasıd-uş şeriayı kullanıyorlar. Aslında ayetlerin belli bir olay üzerine inmesi, ilke belirlemek içindir. Esbab-ı nüzuldense nüzul ortamı önemli; ama bunlar belirleyici değil, etkileyici ve yardımcıdır."

Tarihselciliğin içinde bulunduğu açmazlara da cevap veren Levent "Ahkâm ayetleri uygulanamasa ya da uygulamaları geçici olarak durdurulsa bile bu, kuralın temelli kaldırıldığı anlamına gelmez. Ayrıca bunlar, 'ahlak'ı her şeyden ayrı tutuyorlar; oysa ahlak imandan ve ukubattan bağımsız değildir. Örtünme ayetini cariye-hür ayrımı bağlamına sıkıştırıyorlar. Örtü üzerinde çok duruyorlar; çünkü tesettür, aydınlanmanın homojenleştirme hedefinin önüne engel olarak çıkıyor. Beden üzerinde kimin söz sahibi olacağı belirleneceği için, egemen statüko da bu açılıma destek veriyor. Faiz hakkındaki görüşleri, mevcut kapitalist tekelleşmeyi yıkmaya yönelik değil; durumun meşruiyetini göstermeye yönelik. Peygamberin şahsıyla ilgili ayetleri öne sürüyorlar; ama 'Peygamberde bizim için güzel bir örnek olduğu' gerçeğini atlıyorlar" şeklinde konuştu.

Tarihselciliğin temelleri de özetleyen Kenan Levent;

- Tarihselcilikte genel-geçer bir doğru olmadığını,

- Tarihselcilerin "Her şey doğduğu şartlara bağlıdır; bunları günümüze aktaramayız" görüşüne sahip olduklarını,

- Tarihselciliğin tarihin lineer (düz) bir şekilde ilerlediğini kabul ettiğini, oysa Kur'an'ın, tarihin inişli çıkışlı olduğunu söylediğini,

- Tarihselciliğin, hayatı düzenleyen hükümlerin kaldırılmasını istediğini ve omurgasız bir din tasarladığını ifade etti.

Program, gelen soruların cevaplandırılmasıyla son buldu.

 



__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Tarihsellik-Evrensellik Bağlamında

GELENEKSEL KUR’AN TASAVVURU ÜZERİNE

“Eğer yerdeki tüm ağaçlar kalem olsa, deniz de -arkasından yedi deniz daha katılarak- mürekkep olsa,yine Allah’ın sözleri (ilim ve ezeli kelamı) tükenmez.Allah, azizdir,hekimdir.” (Kur’an,Enfal,27)


İslam dünyasının, modernitenin belirleyici olmaya başladığı çağlardan itibaren karşılaştığı sorunların şu veya bu şekilde inananların İslam tasavvurlarıyla doğrudan bir ilişkisi olduğu söylenebilir. Aslında bunu modernite öncesi çağlara teşmil etmek de mümkün…
Başka bir ifadeyle, Müslümanlar İslam’ı, Allah’ın (Kur’anın) ve Hz.Peygamberin tarihe söylediği son sözler; aşkın, mutlak, değişmez, zaman-mekan ve olgudan bağımsız mesajlar içeren bir din olarak algılamaktadırlar.Hitap-maksat (söylem-mesaj) ayrışmasının yaşanmadığı, Kur’an ve Hz.Peygamberin hitaplarındaki lafızların zaman-mekan ve olguyla birebir örtüştüğü uzun asırlar boyunca bunun bir sorun teşkil etmediği rahatlıkla kabul edilmelidir…Fakat moderniteyle birlikte İslam toplumu, Kitap ve Sünnet lafızları ile olgu arasındaki örtüşmezliği farkına varmış ve İslam’ın mesajının anlaşılması ve yorumlanmasında günümüzde de devam eden tartışmalar başlamıştır.
Müslüman coğrafyadaki tarihsellik-evrensellik tartışmalarının doğru bir zeminde seyredebilmesi için, bu tartışmaların Kur’an eksenli olarak yürütülmesi gerektiği kanaatindeyiz…Çünkü, tüm çağlar boyunca, inananların hayata bakışını, algı ve tasavvurlarını en derinden etkileyen, yönlendiren ve vahyedildiği tarihten bugüne lafız olarak hiçbir şekilde değişmeden günümüze intikal eden en önemli kutsal metin Kur’andır…
Yalnız, tartışmaların Kur’an eksenli yapılması, “İslam’ın sadece Kur’andan ibaret olduğunu” çıkış noktası yapma düşüncesinden kaynaklanmıyor…Böyle bir mantığın red edilmesi gerektiği kanaatindeyiz…Tam tersine biz, ilke olarak Sünnetin de Kur’andan sonra İslamın “birincil” ve temel kaynaklarından olduğunu düşünüyoruz…
Kur’an, Hz.Peygamberi de, helal ve haram kılma yetkisi olan bir merci olarak bize gösterdiğine göre, Sünnetle ortaya konan hükümlerin de Kur’an tarafından onaylanan hükümler olduğu söylenebilir…Hatta, Musa Carrullah Bigiyef’in de ayrıntılı olarak ortaya koyduğu gibi, bazı hükümler, önce Sünnet tarafından ortaya konmuş, sonra bunları onaylayan bir ayet veya ayetler inmiştir…
[1]
Kur’an ile Sünnet arasında bu noktada kategorik olarak bir ayırım yapmanın yanlış olduğu kanaatindeyiz; ancak, şu anlamda bir mahiyet farkı kabul edilebilir: Kur’anın sübutü kat’i, delaleti, ilk muhataplar için kat’i, sonrakiler için hem zanni ve ve hem kat’i olan ayetlerden oluşmaktadır…Sünnet’in ise, hem sübutu ve hem de delaleti, ilk muhataplar için kat’i, sonrakiler için zannidir…
Başka bir ifadeyle, eğer bir hükmün sünnetle ortaya konduğu sabit ise, onun Kur’anla birlikte “din”den oluşu tartışma dışı kabul edilmelidir…Sadece, sünnet’in, sonraki nesillere aktarımı Kur’anla aynı kesinlikte olmadığı için bu noktada, sünnetin sıhhatini tespit sorunu var…
Kur’an, belli ayetlerden oluşmaktadır ve bu konuda sübut açısından bir tartışma yok; ama hadisler için aynı şey söylenemez…Öncelikle, hadislerin sayısı konusunda bir ittifak yok, sonra, sıhhati konusundaki görüşler farklı…Fakat bunların hiç biri, hadislerin gözardı edilmesi için bir sebep olmamalıdır…Sonuçta, hadislerle ortaya konan hükmü tespit etmek, “daha zor”dur, daha geniş araştırmaları gerektirmektedir…Nitekim, İslam dünyasında, tek bir hadis üzerine yapılmış doktora tez(ler)inin varlığı (İftihar Zaman), bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Kur’an, 23 yıllık, Hz.Peygamberin hayatta olduğu zaman dilimi içinde inen bir sözlü mesajdır… Kur’an vahyi inmeye devam ederken, Hz.Peygamber, sünnetle dini hükümler ortaya koyduğunda aynı zamanda Kur’an inmeye devam ediyordu ve eğer, bunların içinde Allah’ın onaylamadığı bir hüküm olsaydı, peygamber mutlaka uyarılırdı…Nitekim, örmekleri var…Abdullah İbn Ümmü Mektum konusunda bile peygamberi ikaz eden Yüce Allah’ın, diğer konulara lakayt kalması düşünülemez…“Bedir Esirleri”ne yapılan muamele vb. başka konulardaki ikazları hatırlayalım…
[2]
Dolayısıyla, eğer, Sünnet’le ortaya konan dini bir hüküm, “sabit ise” ve vahiy tarihi boyunca, Allah’ın aksine bir hükmü/vahyi yoksa, bunların Allah tarafından din olarak kabul edildiği sonucuna varmak lazım… Bunların, “dinin aslı” olup olmadıkları değil, sabit olup olmadıkları ve hem ilk muhatap ve hem de sonraki nesiller için “delaletleri” tartışılmalıdır sadece…
Sünnet’in “vahiy”le ilişkisi de, O’nun “bağlayıcılığı” sorunundan bağımsız olarak tartışılmalıdır bizce… Başka bir ifadeyle, biz de Prof.Subhi es-Salih’le birlikte, “vahiy hadisesinin sadece Kur’an-ı Kerime mahsus olduğu” kanaatindeyiz ve Kur’an vahyi dışında “Allah-Cebrail-Resul iletişimin çok sınırlı olduğunu” düşünüyoruz.
Diğer taraftan, söylendiği anda Sünnet’in tümünün vahye dayandığı kabul edilse bile, hadisler “mana ile rivayet edildiği” için, şu anda elimizde olan hadis külliyatının vahye dayandığını söyleme şansımız yine olamaz… Ayrıca, Kur’an, Hz.Peygamberin kendi dönemindeki bazı olayları yorumlarken hata ettiğine tanıklık etmekte ve peygamberin bazı kanaatlerini tashih etmekte, bazen de uygulamaları şiddetle kınamaktadır.Sünnet’i vahiy olarak kabul ettiğimizde, daha önce inen bir vahyin, yine vahiy tarafından düzeltilmesi sözkonusu olur ki, bunun vahiy düşüncesi açısından çıkaracağı sorunlar ortadadır. Fakat tekrar belirtelim ki, bu durumun, “bağlayıcılık” açısından önemli olmadığı kanaatindeyiz… Hz.Muhammed’in Allah tarafından bir peygamber olarak gönderilmiş olması bu açıdan bizim için yeterlidir….Bu durumda Peygamberin, vahiy tarihi boyunca din adına ortaya koyduklarının ümmet açısından aynen Kur’an gibi (tarihsel-toplumsal bağlamı içinde doğru anlaşılması ve yorumlanması şartıyla) “mutlak” bağlayıcı olduğu kanaatindeyiz.
Kur’anla Sünnet arasındaki fark, “Allah ile insan veya Halık ile mahluk arasındaki fark kadar büyük değil;Hz.Peygamberin yanılabilirliği oranında azdır.
[3]
Bütün bunlara rağmen, biz, yine de bu tartışmaların Kur’an eksenli yapılması gerektiğini düşünüyoruz.

Tartışmalar, Kur’an eksenli yapılmadığında, İslam tarihi boyunca, bu konu hakkındaki doğrudan ve dolaylı tüm tartışmaları okuyup değerlendirmek ve kaale alınmak durumunda kalınır ki, her şeyden önce bunun pratik açıdan mümkün olmadığı ortadadır. Ayrıca, Kur’an ekseninde bu sorun hakkında bir kanaate varıldıktan sonra, konuyla ilgili kişisel fikirleri hakkettiği yere doğru olarak yerleştirmek daha da kolay olacaktır.
Bu yazıda, öncelikle tarihsellik-evrensellik tartışmalarının, Kur’an tasavvuruyla ilişkisini, sonra da evrenselliğin Kur’an açısından temellendirilip temellendirilemeyeceğini ortaya koymaya çalışacağız.
[4]

1-Geleneksel Kur’an Tasavvuru
Geleneksel tasavvura göre Kur’an, Allah’ın O’nda kendi sonsuz kudretini, ezeli ve ebedi, her şeyi kuşatan ilmini ortaya koyduğu ve Allah’ın kendisini kanıtladığı “ilahça” ayetler/talimatlar içeren, zaman-mekan ve olgudan bağımsız, kelam-ı kadim, aşkın bir kitaptır. Buna göre, “Allah’ın Kur’andaki son sözleri, O’nun tarihe söylediği son sözlerdir; Kur’an, mevcut biçimi ve içeriğiyle, insanlığın gelişiminin son noktası gözetilerek ezelde kurgulanmıştır;dolayısıyla, Kur’anın lafzi delaleti ebediyen kâfi ve şâfidir.(tarih üstüdür.) Kur’an metni ile çağdaş durum arasında bir mübayenet sözkonusu ise,yapılması gereken, her ne pahasına olursa olsun Kur’ana dönmek;yani,günümüz şartlarını,Kur’an ifadeleriyle uyum sağlayacak, Kur’an hükümlerinin uygulanabileceği bir yapıya kavuşturmaktır.”
[5]
Kanaatimizce, Kur’anda, Allah’ın, sonsuz ilmini ve kudretini ortaya koyup ilahça konuştuğu ve bütün insanlara yatay ve dikey anlamda evrensel olarak hitap ettiği ayetler de vardır. Fakat, Lokman suresindeki şu ayet, Allah’ın aşkın, mutlak, evrensel sözlerinin herhangi bir kitapla sınırlanamayacağını, O’nun ilminin kitaplara sığmayacağını, dolayısıyla, tarih boyunca indirdiği tüm vahiyler gibi Kur’anı da bir hikmete binaen belli bir formda tarihsel olarak indirmeyi irade ettiğini ortaya koymaktadır:
Eğer yerdeki tüm ağaçlar kalem olsa, deniz de -arkasından yedi deniz daha katılarak- mürekkep olsa,yine Allah’ın sözleri (ilim ve ezeli kelamı) tükenmez.Allah, azizdir,hekimdir. (Kur’an,Lokman/27)
Diğer taraftan bilindiği gibi İslamî dünya görüşünün temel tezi, dünya hayatının bir “imtihan” olduğudur. Eğer yüce Allah, Kur’andaki, emir, yasak, yönlendirmeden oluşan talimatlarla, kıyamete kadar gelecek olan insanların sorunlarına/ihtiyaçlarına cevap verecek bir kitap indirmeyi dileseydi ve Kur’andaki hükümleri, hiçbir süreç gözetmeden bir defada indirseydi, o zaman, zaten bu durum, “imtihan sırrı”na aykırı olurdu ve elbette ki, yine O’nun emir ve iradesi doğrultusunda bu hükümler lafız olarak tüm çağlara hitap eden evrensel buyruklar olurdu. Belki de, bütün insanlar başka hiçbir şeye ihtiyaç kalmadan İslam’ın üstünlüğünü kabul edip Müslüman olurlardı. Bu durumda Allah, insanlara “İlahça” hitap etmiş olurdu. Başka bir ifadeyle, “Azametini, Kudretini ve İlmini” göstermiş ve böyle davranmış olurdu…
Oysa, Kur’anın iniş sürecinde de açıkça görüleceği gibi Allah kitabında, tüm insanlığı bir “imtihan”a tabi tutmakta;insanlara “insanca” (insan için), beşerin seviyesine göre (Arap’ların zihinsel kapasitelerinin kaldırabileceği kadar), “Hikmet, Rahmet, Merhamet ve Şefkatiyle” hitap etmektedir. Özsoy’un ifadesiyle, “Allah insanla el ele tarih içinde yürüme tenezzülünde bulunmuştur.”
[6]
Kur’anda, Allah’ın kendi sonsuz ilmini ve kudretini ortaya koyduğu (“siz, şunu yapamazsınız” tarzında) “insana meydan okuması” bağlamında yorumlanabilecek tek konunun, Kur’anın icazı, fesahat ve belağatiyle bütün Araplara meydan okuyup onları dize getirmesi ve mağlup etmesi olduğu kanaatindeyiz. Kaldı ki, bizce bu da aşkın bir meydan okumadan çok, tarihsel bir meydan okumadır ve Kur’anın Allah kelamı olduğu kabul etmeyen müşriklere karşı, Kur’anın Allah’ın sözü olduğu ve peygamberin bunu kendi kafasından uydurmadığı noktasında Hz.Muhammed’i ibra etme –ve belki- Müslümanların imanlarını kuvvetlendirmeye yönelik bir meydan okumadır.
[7]
Bu itibarla, geleneksel düşünceye egemen olan Kur’anın, lafzı itibariyle, yatay ve dikey anlamda tüm insanlığın sorunlarını çözmek, mümkün ve muhtemel sorularına cevap vermek üzere ezelde Allah tarafından kurgulandığı düşüncesi, Kur’an metninin tanıklığına başvurulduğunda temellendirilmesi hiç de kolay olmayan bir düşüncedir.
Kur’an, Allah’ın sonsuz ilmini ve kudretini içeren aşkın bir kitap olarak tasavvur edildiği ve tarih boyunca her konuda “varlık-bilgi ve değer”in tek kaynağı olarak kabul edildiği için, O’nun lafızları, sözümona evrenselleştirmek ve tazim amacıyla alabildiğince istismar edilmiş ve Arap dilinin asla kaldıramayacağı anlamlar yüklenmiştir. Halbuki, “Kur’anın, temel misyonu olan din konusunda muhatabına ‘bilgisel’ katkıda bulunmayı da amaçladığı doğrudur;bu itibarla Kur’ana dini konularda bilgi kaynağı olarak başvurulması kaçınılmazdır.”
[8] Bunun dışında Kur’anın katkısının “bilgisel” değil “ahlaki” bir katkı olduğunu düşünüyoruz. Başka bir ifadeyle, “herhangi bir olayın nasıl oluşum gösterdiği konusunda Kur’an ifadelerinden hareketle bilgi sahibi olmak mümkün değildir.”[9] Çünkü, “Kur’anı onunla çağdaş olmayan konu ve olgularla ilgilenen bir kitap gibi göstermek, tarihi iki kez çarpıtmak anlamına gelir;ilkin, ayeti tarihsel bağlamından koparmakla ve ikincisi, herhangi bir ayeti bugünkü verili duruma yamamakla.”[10]
“Böyle bir yaklaşımla Kur’ana her şeyi söyletmek mümkündür: Kur’andan laik, demokratik, çoğulcu hatta liberal bir devlet-toplum tasarısı da çıkarabilirsiniz, teokratik ve totaliter bir sistem de; bilimselci bir anlayış da çıkarabilirsiniz, bilim karşıtı bir anlayış da…Hatta onda kendi toplumunuzun oligarşisinin övüldüğünü, 20.yüzyılın teknolojik harikalarından sözedildiğini veya çağdaş dini veya siyasi önderlere atıfta bulunulduğunu gözlemleyebilirsiniz.Nitekim bütün bu sayılanlar, kimi zaman Kur’an mucizesinin eşsiz belgeleri olarak, kimi zaman da Kur’anın yorum zenginliğine ne kadar açık olduğunun göstergeleri olarak tedavüle konulmuş görüşlerdir.Sözümona evrenselcilik adına Kur’anı kendi tarihsel bağlamından ve kendi anlam dünyasından koparan bu anakronizmin, her türlü siyasal ve ideolojik istismara ve yönlendirmeye açık”
[11] olduğu ortadadır.
Allah, Kur’anda, bilim, toplumsal düzen (hukuk, ekonomi, siyaset, ahlak vs.) konusunda kendi ilmini ortaya koymayı irade etseydi, bunlar, şu anda elimizde bulunan belli sayıdaki ayetlerden oluşan Kur’ana sığmazdı. Kur’anı, bir tıp, hendese, astronomi…kitabı olarak görmek de zikredilen sebeplerle doğru olamaz.İslam medeniyetinin ve toplumun tarihsel süreçte, kendi dinamikleriyle bilim ve teknolojiye yaptıkları “katkı” ayrı bir bahis;fakat Kur’anı bilimsel ve teknolojik icatları şifreli olarak içeren bir kitap olarak okumaya çalışmak, ancak onun lafızlarını istismar etmekle mümkün olabilecektir.
Diğer taraftan, Kur’an, yukarıdan beri kısaca temas ettiğimiz bu antropolojik bakış açısıyla okunmadığı için genellikle ona bir “kanun kitabı” gibi bakılmıştır…
Halbuki,ilgili kitaplarda ayrıntılı olarak açıklandığı gibi,
[12] İslamî ilimler içinde, nassları anlama ve yorumlamada bir yöntem geliştirebilmiş tek disiplin, fıkıh usulü’dür. Bu yöntemin özelliği ise, nasslara birer kanun metni gibi yaklaşması ve böylece ele almasıdır. Halbuki bu yöntemin nasslara uygulanmasının şu açıdan yanlış olduğu söylenebilir: Kur’an ve Sünnet lafızları “kültür ve medeniyet” sahasında olduğu gibi, “hukuk”a da kaynak olmakla birlikte, sırf birer hukuk kuralları ve kendilerini sırf hukukla çevreleyen birer kod değildirler.
İslam tarihi boyunca rastlanan tüm Batıni yorumların
[13] Kur’anı kendi tarihsel-toplumsal bağlamından kopararak aşkın okuma sonucu ulaşılan yorumlar olduğunu ayrıca belirtmeliyiz.
Şimdi, Kur’an metni, her yönden O’nun tarihselliğini ve içkinliğini ortaya koyarken, İslam dünyasında O’nu aşkın olarak tasavvur eden bir düşüncenin egemen olmasının neyle izah edilebileceğini anlamaya çalışalım.

2-Tarihsellik-Evrensellik ve Gelenek
Kur’an’ın hitapları ile verili durum arasındaki uyumsuzluk net olarak İslam toplumun modernite tecrübesi
[14] ile anlaşılmıştır.İslam geleneğinde bugünkü anlamda tartışmaların olmaması, Kur’anla aynı tarihsel zaman diliminde yaşayan bilginlerin düşünce ve yorumlarının egemen kılınması ve mutlaklaştırılmasıyla açıklanabilir. Başka bir ifadeyle, “Bu hükümlerle ilgili, geçmiş asırlarda neden bir tartışma yoktu ve bu onlar için bir sorun teşkil etmiyordu da bugün biz tartışıyoruz?” sorusunun cevabı burada aranmalıdır.
İslamî ilimlerin tedvin edildiği dönemde yaşayan bilginlerin çağı, İslam’ın doğuş asrıyla temelde aynı yapıda olduğu için, haliyle onlar, bütün yorum ve değerlendirmelerini, zaten var olan bu sistemin/değerlerin ayrıntılarını tespit etmeye, müesseselerini yorumlamaya, kuramlarını oluşturmaya ayırmışlardır. (Ki,İslam’ın doğduğu, miladi VII. yüzyıldaki sosyal yapı, neredeyse bütün Ortaçağ boyunca aynı kalmaya devam etmiştir.) Hatta, bu yapının değişmesi hiçbir şekilde sözkonusu olmayacakmış gibi yorumlar yapmaya, hükümler çıkarmaya çalışmış, dahası, buna muhalif sayılacak her türlü yorumu şiddetle reddetmişlerdir…
Bütün olup bitenlere, baş döndürücü hızlı gelişmelere, toplumsal yapıdaki köklü değişikliklere, dünya görüşlerinin, uluslar arası ilişkilerin, üretim ve tüketim biçimlerinin, insanlar arası iletişimin, örf ve adetlerin…daha önceki asırlarda asla tahmin edilemeyecek oranda değişmesine rağmen, ümmetin onlara beslediği fiili –ve haklı- hürmet, ne yazık ki, düşüncelerinin ve ortaya koydukları kişisel içtihatların da “mutlak”laştırılmasına sebep olmuştur.
İslamî nass’lar, miladi VII.yy.da belli bir toplumda indiği ve doğrudan onlara hitap ettiği, daha doğrusu evrensel mesajı belli bir tarihsellik üzerinden verdiği halde, nass’ların kendi bünyesinde açıkça nass’ların tarihsel olarak okunabileceğine dair lafzî anlamda bir delil/karine bulunmamaktadır. Dolayısıyla biz her şeyden önce şöyle bir tedirginlik yaşıyoruz: Neden, daha önceki alimler böyle bir konuyu tartışma gereği duymadılar da biz duyuyoruz? Acaba, bu imanımızın zayıflığından ya da, İslam dünyasının bir yenilgi ve kriz içinde olmasından mıdır? Başka bir ifadeyle, İslam dünyası bir yenilgi ve kriz içinde olmasaydı, biz yine bunları tartışıyor olacak mıydık?
Halbuki, kanaatimizce bu yanlış bir sorudur ve doğrusu şu olmalıdır: İslam’ın doğduğu asırlardaki sosyal yapı hiç değişmese ve –faraza- her şey aynı kalsaydı, biz bunları tartışıyor olacak mıydık? Bu mümkün olmadığına göre, İslam’ın doğduğu Ortaçağ’daki sosyal yapı bütünüyle değiştiği için, şayet moderniteyi biz kurmuş olsaydık bile yine bu tartışmalar olacaktı. Hatta belki o zaman bu sorunları, komplekssiz bir şekilde daha sıhhatli bir zeminde tartışıyor olacaktık… Nitekim İslam devletinin en güçlü döneminde Hz.Ömer’in tasarruflarını ve yaptığı köklü değişiklikleri biliyoruz…
Kaldı ki, bugünkü anlamda tarihsellik düşüncesinin İslamî gelenekte bir temele oturmuyor olmasının, tarihsel yaklaşımı nakzetmeyeceği kanaatindeyiz. Bizce önemli olan, temel mantık açısından İslamî geleneğe “aykırı olmaması”, başka bir ifadeyle, İslamî gelenek içinde “kabul ve izah edilebilir bir temel”e dayanıyor olmasıdır ki, bu noktada, Hz.Adem’le başlayan vahiy tarihine göz attığımızda tarihsel yaklaşımın bir meşruiyet sorunu olmadığı söylenebilir.

3-Lafızların Tarihselliğinin Kanıtları

Kur’anın mevcut metninin, O’nun tarihselliğinin en açık kanıtı olduğu kanaatindeyiz.Başka bir ifadeyle, Allah, gökten, verili durumu ve ilk muhatap toplumu gözardı ederek, yatay (bütün yeryüzü için) ve dikey (kıyamete kadar) anlamda tüm insanlığın sorunlarını çözmek üzere, O’nda sonsuz ilmini ve kudretini ortaya koyduğu, aynı zamanda tüm toplumların anlayacağı ortak bir dille yazılmış bir manifesto indirmek yerine, mesajını belli bir tarih (Miladi VII.yy.), toplum (Arap toplumu) ve insan (Hz.Muhammed) üzerinden vermeyi irade etmiştir.Tersi olsaydı, yani, Allah, Kur’anı aşkın bir kitap olarak indirmeyi irade etseydi, elimizdeki Kur’anın çok farklı bir muhtevaya sahip olması gerekirdi.
Bu durumda Kur’an yatay ve dikey anlamda tüm insanlığın mümkün ve muhtemel bütün sorunlarına çözüm getiren; değişen tüm zaman mekan ve olgulara uyum sağlama esnekliğini taşıyan hükümleri içermeliydi. Böyle olsaydı, herhangi bir çağda yaşayan Müslümanların “Bu meselenin İslam’a göre hükmü nedir?” sorusuna cevap arama diye bir sorunu da olmayacaktı.Zira, Kur’an metni, lafzıyla bu sorunların cevabını da içeriyor olurdu.
Halbuki, Kur’anı tetkik ettiğimizde, sonsuz ilmine sonsuz kudretine rağmen Allah, bazen, kocası hakkında peygamberle tartışıp şikayetini dile getiren kadının durumuyla ilgili ayet indirmekte,
[15] bazen, â’mâ (görme engelli) birinden yüzçevirdi diye peygambere serzenişte bulunmakta[16] bazen, zamanına bakmaksızın peygamberin hanesine girip çıkan bedevileri ikaz etmekte,[17] kimi zaman da Peygamberin eşine iftira eden insanlara verilecek cezayı bildirmektedir.[18]
Aslında sadece Kur’an değil, tarih boyunca indirilen tüm vahiyler belli bir tarih ve toplum üzerinden indirilmiştir; başka bir ifadeyle tarihseldir. Bizden öncekilere “haram” kılınan bazı şeylerin bize “helal” kılındığının belirtilmesinden bunu rahatlıkla çıkarabiliriz.
Keza, bu yazı çerçevesinde ayrıntılarına girme imkanımız olmayan “tedric”, ve kimilerince “vahyin nüzulünde bir nevi tedric”
[19] olarak kabul edilen “nesh” olgusu da vahyin tarihselliğinden başka ne anlama gelir?
“Kur’anda sözleri, inançları, ahlaki tavırları iktibas edilerek eleştirilen kişilerle birlikte, bütün Kur’an boyunca polemiğe girilen insanların Arap yarımadasında oturan büyük çoğunluğu Arapça konuşan ve Arap olan Müslüman, Müşrik, Yahudi, Hıristiyan ve Münafık gruplardan oluştuğu”
[20] ortadadır. “Mekki ve Medeni ayetlerin içerikleri ve muhatap kitlenin Mekki ayetlerde ‘kafirler’ [21] olduğu halde, Medine’de ‘Yahudiler’[22], ‘Ehl-i Kitap’[23] ve ‘Münafıklar’[24] olarak değişmesi hitabın tarihselliğini gösterir.”[25]
Kur’anın “hududullah” (Allah’ın sınırları) olarak nitelediği ve ve o sınırları çiğneyenleri “zalimler/kafirler/fasıklar” olarak nitelediği, kimi tamamen özgün hitap çevresinin örfüyle ilgili (zıhar gibi),
[26] kimi de o günkü dünyada da egemen olan bazı hükümler (Cizye,[27] Haraç,[28] Fey,[29], Ganimet[30] ve Kölelik’le[31] ilgili hükümler vs.), zaman içinde kendiliğinden ortadan kalkmıştır. Başka bir ifadeyle, özgün hitap çevresinden lafızlarına uygun bir sosyal yapı oluşturulması istenen bu hükümlerin daha sonraki asırlarda uygulama alanı kalmamıştır. Bu durumun, sözkonusu hükümlerin tarihselliği anlamına geldiği kanaatindeyiz.
Kanaatimizce, şayet Kur’anın üzerine indiği toplumsal yapı hiç değişmemiş olsaydı veya değiştiği halde biz bu değişimi yok sayıp Kur’an hükümlerini lafzi anlamda aynen uygulama konusunda mutabakat sağlamış olsaydık, o zaman tarihsellik düşüncesinin meşruiyeti tartışılabilirdi. Böyle değil de, ortada tek bir istisna bile olsa, bunun tarihsel yaklaşımın meşruiyeti için bir zemin teşkil edebileceği söylenebilir…Kaldı ki, tam tersine Kur’anı aşkın kabul eden kişilerce bile lafzî anlamının ötesinde, başka bir ifadeyle “tarihsel” olarak okunan ve yorumlanan yeteri kadar örnek hükme sahibiz.
Örneğin, "Allah yolunda bağlanıp beslenen atlar hazırlanmasını” (Enfal 60) emreden ayeti , çok rahatlıkla "günün silah teknolojisi ve askeri donanım" olarak "lafızdan farklı" anlayabiliyoruz.
Günümüzde birden fazla evlilik
[32] yapmaya iştahlı çok kişi çıkabilir ama, çok az kişi kendi kızının bir erkeğin 2. (veya 3-4.) eşi olmasına razı olabilir. En dindar kadınların da yine çok azı bunu kabul eder. Ayrıca, burada, “erkeklerin birden fazla eşleri arasına katılın!” tarzında kadınlara yönelik bir emir veya tavsiye de yok; erkeklere alabilecekleri yönünde “ruhsat” var.Çünkü, o günkü “erkek egemen sosyal yapı”[33] içinde kadınların zaten böyle bir seçme (veya red etme) şansları yok ki, bunun anlamı da tarihsellikten başka bir şey değildir.
Kadın dövmeyi
[34] erkeğin bir hakkı olarak gören bir ebeveyn veya Müslüman kadına rastlamak da neredeyse imkansızdır.
Hiç kimse, faraza, bir savaşta esir düşse, kendisinin "köle", kızının veya ailesinin (evli de olsalar) "cariye" statüsünde
[35] değerlendirilmesini değil, kendisine "uluslar arası savaş esirleri statüsü"nün uygulanmasını talep edecektir. Halbuki, elimizdeki kutsal metinler ( ayet ve hadisler) böyle bir sosyal yapının var olduğu bir dünyada inmiştir ve bütün bunlar asırlarca İslamî gelenekte tartışmasız olarak "lafızla uyumlu" bir şekilde anlaşılmış, yorumlanmış ve uygulama da böyle olmuştur.
Hz.Peygamberin, bundan sonra herhangi bir kadınla evlenmesini yasaklayan ayet,
[36] cariyeler konusunda herhangi bir yasaklama getirmemektedir. Bunun anlamı, Allah'ın kendi kulları (hür-köle) arasında bir ayırım yapması ve hür'ü köle'ye üstün tutması olmayacağına göre, bu, sözkonusu ayetlerin üzerine indiği sosyal-kültürel yapıyı ve realiteyi baz aldığının en açık kanıtıdır. Bir suç işlemeleri halinde, cariyelere ve kölelere verilen ½ ceza[37] tarihsellikten ve sosyo-kültürel yapının belirleyiciliğinden başka ne anlama gelir?
Keza, Kur’an, bizzat maktulün velisine kısas hakkı tanımaktadır.
[38] Vahiy asrında Hz.Peygamberin uygulaması da bu yönde olmuştur.[39] Günümüzde böyle bir durumda bu hakkı maktulün velisine vermek sözkonusu olabilir mi? Kitap ve Sünnet’in lafızlarına mutlak bağımlılığıyla tanınan Suudi Arabistan’da bile infazı devlet yapmaktadır.
Hz.Peygamberin, bazı uygulamaları, kendisinin de Kur'an ayetlerini "dinamik" olarak yorumladığının kanıtları olarak kabul edilebilir. Bunun örneği Mut'a (geçici evlenme)
[40] konusudur.Çünkü, bilindiği gibi, belli şartlarda (Hayber savaşından önce ve Mekke Fethinde) Kur'an ve Hz.Peygamber tarafından uygun görülen bir durum, daha sonra, onu nesheden bir ayet olmamasına rağmen bizzat Hz.Peygamber tarafından yasaklanmıştır.
Kur’an’ın belli hükümlerini tarihsel kabul edip diğer kısımlarının tarihsel olmadığını iddia etmenin de tutarlı olmadığı kanaatindeyiz. Başka bir ifadeyle, Özsoy’un da belirttiği gibi, “Kur’anın tamamında ya bütün insanlık durumları göz önünde bulundurulmuş ve bütün insanlığa hitap edilmiş ya da evrensel mesaj, belli bir tarihte, belli bir kitleye, onların anlayacağı dil ve şekilde verilmiş olabilir.Benim kanım, Kur’anın yalnızca bir kısmında değil, tamamında hitap ettiği insanların, onların koşullarının, kültürlerinin vs. göz önünde bulundurulduğu;yani Kur’anın bütünüyle verili bir durumu baz alan ‘tarihsel’ bir hitap olduğu yolundadır.”
[41]
Değişim kapsamında değerlendirilmesi sözkonusu olmayan bir örnek vermek gerekirse, Kur'anın ilk muhatapları olan Arap müşriklerinin "Allah inancı" tam olarak bilinmeden, daha doğrusu, onların Allah hakkında ne kadar yanlış inançlara sahip oldukları, onu hakkıyla idrak edemedikleri, elleriyle yaptıkları putlara taptıkları ya da bunları, kendileriyle Allah arasında bir şefaatçi olarak gördükleri vs. gibi realite tam olarak bilinmeden, Kur'anda "aşırı" derecede ve ısrarla Allah’ın isim ve sıfatlarına, kudretine, büyüklüğüne yapılan vurguları anlamakta zorluk çekilebilir. Sözgelimi Kur'an bugün nazil olmuş olsaydı, Allah hakkında ortalama sahih bir fikir sahibi olan bu insanlara indireceği kitabında da bu hususları aynı şekilde vurgulama gereği görecek miydi?
Ayrıca, vahyin kesilmesi üzerinden daha yarım asır geçmeden Hz.Ömer’in, hitap-maksat uyumsuzluğunun ortaya çıktığı, başka bir ifadeyle ayetin lafzının maksadı gerçekleştirmediğinin ortaya çıktığı durumlardaki farklı uygulamaları, bu büyük sahabenin, “asıl olanın lafızla verilen mesaj olduğunu” tam olarak kavradığının, bu da lafzın tarihselliğinin ifadesidir.
Kaldı ki, kanaatimizce Hz.Ömer vb. sahabenin bu tür uygulamaları sadece tarihsel yaklaşımı teyit ve meşruiyetini temellendirme açısından önemlidir. Yoksa, Hz. Ömer’in tam tersi uygulamaları ve düşünceleri, Kur’an hükümlerinin aşkın olduğu yönünde ifadeleri, hatta iddiaları olsaydı bile, bu durum, tarihsel yaklaşımı nakzetmezdi. Çünkü, Hz.Ömer de Kur’anla, aynı tarihsellikle konuşuyor.Başka bir ifadeyle, onun zamanı, tam da Kur’anın üzerinde konuştuğu tarihsellik…
[42] Henüz “maksat-hitap” (mantuk-mefhum) ayrışması veya uyumsuzluğu sözkonusu bile değil… Dolayısıyla Hz.Ömer’in düşüncesi, sadece “maksat-hitap ayrışması” olduğunda İslam toplumunun nasıl davranabileceğini göstermesi açısından bizim için ufuk açıcıdır.
Şunu da ilave delim ki, İslam hukukçularının ve müfessirlerin çoğu “arızi bir durum ortaya çıktığında had’lerin uygulanmayacağı” konusunda hemfikirdirler. Bu durumda, “modernite”nin, tarihsellik karşıtlarınca, nas’ların bir kısmının menat’ının kalmaması, büyük oranda değişmesi veya tamamen ortadan kalkması anlamında, neden arızi bir durum olarak kabul edilmediğini anlamak zordur.
Bu itibarla, tarihsel yaklaşımı savunan düşünürlerin tek dayanağının Hz.Ömer’in uygulamaları olduğunu varsayarak çeşitli yorum ustalıklarıyla bu uygulamaların sözkonusu yaklaşım için bir mesnet teşkil etmeyeceğini kanıtlamaya çalışmanın
[43] tutarlı ve gerçekçi olmadığı söylenebilir.

4-Tarihselliği Yanlış Yorumlama Tezahürleri

Kur’anın tarihselliği düşüncesine karşı çıkanlar, ya, sorun üzerinde yeterince zihinsel bir çaba sarfetmediklerinden veya bilerek (ki, bu ihtimali kabul etmek istemiyoruz) tarihsel nitelemesiyle, “belli bir tarihle sınırlı olmak” kastediliyormuş gibi bazı yorum ve eleştirilerde bulunmaktadırlar.
Halbuki, başta tarihsellik yaklaşımını İslam dünyasının gündemine taşıyan ve bu yönde bir çığır açan Fazlurrahman olmak üzere tarihsellik düşüncesine sahip tüm yazarlar, bunun “nass’ların belli bir tarihle sınırlı olması ve diğer zamanlar için geçerli olmayacağı anlamına gelmediğini” açık olarak ifade etmişlerdir. Örneğin, Fazlurrahman’ın düşüncelerinin Türkiye’de doğru anlaşılmasında hayli katkısı olduğuna inandığımız Prof.Ömer Özsoy, bu hususu yazılarında özellikle vurgulamaktadır:
“Kur’an hitabının tarihselliğini kabul etmek, onun mesajının erenselliğini yadsımayı gerektirmez; bu, yalnızca ve yalnızca Kur’anî söylemin doğasına ilişkin bir tespittir…”
[45]
“İnsanın anlamasına konu olması itibariyle Kur’an hakkındaki ‘tarihsel’ nitelemesine, g enellikle onun mesajının geçerliliği dolayımında karşı çıkılmaktadır.Oysa, bu niteleme, Kurânın önerilerinin geçerliliğine ilişkin bir niteleme olmayıp, doğrudan doğruya onun nazil olduğu zaman ve mekanla ilişkisini hareket noktası kılan, Kur’anî söylemin ‘ne’liğine ilişkin bir nitelemedir.”
[46]
Özsoy,Hırsızlık cezası örneği üzerinden bu düşüncesini şöyle netleştirmektedir:
“Tarihsel yaklaşım, Kurânın hırsızlık suçu için öngördüğü el kesme cezasının, nüzul dönemi için önerilmiş bir ceza biçimi olduğu saptamasında bulunmayı gerektirir;ancak bu tespit, ille bu cezanın bugün geçerli olmayacağı anlamına gelmez.Zira, aynı ceza nüzul tarihindeki vaz’ediliş gayesini bugün de gerçekleştirebilir.Kur’anda yer alan bu ceza biçiminin, koyuluş gayesini gerçekleştirip gerçekleştirmediğini sorgulamaksızın, sırf Kur’anda yer aldığı için bu ceza biçiminde ısrar etmek ile yine aynı sorgulamayı yapmaksızın, sırf bugün ‘çağdışı’ bir uygulama olarak algılanıyor diye, bu ceza biçiminin değişmesi konusunda ısrar etmek arasında tarihsel perspektiften yoksunluk bakımından fark yoktur.Zira, her iki tutum da, açıkça olgusal ve tarihsel olanı tarih üstü kılmayı sonuç vermektedir: İlki, Kurânın tarihselliğini, ikincisi ise, çağdaş tarihselliği.”
[47]
Yine bu konuda bir başka yerdeki şu düşüncesi yeteri kadar açıktır: “Kur’anın tarihselliği, Kur’anın çevre şartları tarafından belirlendiğini değil, bu şartları ‘göz önünde bulundurduğu’nun, dikkate aldığının ifadesidir.Kur’anın nüzul döneminin verili durumu tarafından belirlendiğini söylemek, onu bütünüyle tarihin ürünü kılar ki, böyle bir tezi, Kur’anı Hz. Muhammed’in eseri olarak gören bir müsteşrıkın dahi kabul etmesi makul karşılanamaz.”
[48]
Tarihselci bakışı yansıtan görüşleriyle bilinen başka bir yazar da bunu şöyle ifade etmektedir:
“Kur’anın toplumsal alanla ilgili kölelik, aile, ceza, ticaret ve savaşla ilgili fiilî yasamalarını (bu yasamaların dayanağı ahlakî ilkeleri değil) miladi yedinci yüzyılda belirli (reel) bir sosyo-politik, kültürel, coğrafî, ekonomik, demografik, ekolojik yapıda atılabilecek en nihaî, en doğru, en âdil ve ahlakî adımlar olarak görmek gerektiği kanaatindeyiz. Tekrar belirtelim ki, bu hükümlerin “tarihte” verilmiş olmaları onların evrenselliklerini engellemediği gibi kesin olarak zorunlu da kılmaz.
Bu hükümlerin bugün de ve gelecekte de geçerli olup olmadıkları, bu hükümlerle hangi maslahatların gerçekleştirildiğinin belirlenmesine ve bu maslahatların bindörtyüz yıllık toplumsal değişmeye rağmen hala değişip değişmediğinin Müslüman araştırmacılar tarafından ortaya konulmasına bağlıdır.”
[49]
Ayrıca, tarihselliğe eleştiri yönelten insanların neye, hangi açıdan karşı çıktıkları, kendilerinin neyi savunduğunun açık ve net olmadığı da söylenebilir… Çünkü, eleştirilerin bir kısmının tarihsellikle alakasını kurmak hayli zordur.
[50]
Bu yazı çerçevesinde bu eleştirileri değerlendirme imkanımız olmayacaktır ama, eleştiriler içinde üzerinde en çok durulan argüman, “tarihselci düşüncelerin Batı kültür havzasının ürünü olduğu, onların bunu kendi kutsal metinlerine uyguladığı, Müslüman düşünürlerin de onlardan etkilendiği” iddialarıdır.
[51]
Kanaatimizce, tarihselci düşüncenin Batı’da nasıl ve neden ortaya çıktığı, nerelerde ve nasıl kullanıldığından çok, onun bizim kültürümüz açısından göreceği işlev önemlidir. Başka bir ifadeyle, tarihsellik düşüncesi “nass’ların içinin boşaltılmasını ve hayatımızın dışına atılmasını mı sonuç veriyor; yoksa, tam tersine onları yeniden keşfetmeyi ve hayatımıza müdahil kılmayı” mı amaçlıyor?
Bu açıdan bakıldığında, amacın ve bütün çabanın, Kur’anı yaşanan zamana müdahil kılmak olduğu ve bu tür düşüncelerin çağdaş İslam düşüncesine bir dinamizm kazandırma potansiyeli taşıyabileceği, onu eleştirenler tarafından bile kabul edilmiştir.
[52] Bunun sorunsuz bir süreç olmadığı söylenebilir. Daha doğrusu sorun, İslamî gelenekte nass’ları anlama ve yorumlama sürecin de karşılaşılan sorunlar ve mevcut olan riskler kadardır. “Zira, içtihadın kendisi, Şari’in maksadının veya Kur’an ifadelerinin özgün anlamlarının (man’â vad’i) ‘orada’ durduğu ve ‘keşf’ edilebileceği iddiası üzerinde varlık kazanan bir girişimdir.”[53]
Tarihsel bağlamı yeniden kurgulamak epistemolojik bir sorun;Hiçbir zaman hiç kimse, Allah’ın kastını kesin olarak tespit etme gibi bir iddiada bulunamaz. Makasid’üş-Şeria’da da böyle bir iddia yoktur.Dolayısıyla, tarihselciliğe izafe edilen ‘kendini Allah’ın yerine koyma’ girişimi, mevhum bir şey; belki birileri için ‘gerekli öteki’ye özgü bir tutum.Amaç, olsa olsa, Kur’anın muhataplarının zihninde doğurduğu anlamı tespit etmek olabilir.Tarihsel yaklaşımın en azından ‘tahrif’le ‘yorum’u birbirinden ayırma yetisi taşıdığı
[54] rahatlıkla söylenebilir.
Kur’anın tarihselliğine karşı çıkılırken, zaman zaman sorunun Kur’an ahkamını değiştirme çabasına indirgendiğini ve özellikle hadlerin uygulanmasının ulema tarafından zorlaştırılması nedeniyle, bunların zaten fiilen uygulanmadığına veya uygulanmayacağına dair güvence verildiğine tanık olmaktayız.Âdeta, ‘Allah ne derse desin, nasıl olsa biz yine bildiğimizi okuyacağız’ demeye getiren bu tutumun, Allah’ın sözlerini yücelterek tarihin hükmüne teslim oluştan kaynaklandığı açıktır.
[55]
Diğer taraftan, kimi araştırmacılar da, söylemlerinde tarihsellik düşüncesine karşı çıkarken, kendileri yeni tarihsellikler ortaya koymaktadırlar. Hatta, bu yazarlar, Fazlurrahman’ın ortaya koymaya çalıştığı tarihsellik düşüncesinden çok farklı olarak, “hükümlerin tarihsel ve evrensel olarak ayırımının bir veya birkaç kişi tarafından belirli bir sürede tamamlanabileceğini” ifade ederek, âdeta, Kur’andaki hükümlerin, “evrensel” ve “tarihsel” olarak ikiye ayrılacağını ve “tarihsel” olduğuna karar verilenlerin artık bizler ve gelecek nesiller için bir bağlayıcılığı kalmayacağını kabul etmiş görünmektedirler.
[56] Dahası, sözkonusu düşünce sahipleri, sadece nass’ların doğasına ilişkin bir tespit olduğu açıkça ifade edilen tarihsellik düşüncesini de çok aşmışlardır.
Bilindiği gibi tarihselci düşüncede İman, İbadet, Ahlak, Cennet, Cehennem ve Gayp’ten haber veren ayetlerin değişmez ve evrensel olduğu kabul edilmiştir. Halbuki bu düşünce sahipleri, her nedense, böyle bir ayırım yapmamış, hatta, tarihsellik tartışmalarında -neredeyse- hiç gündeme gelmeyen, Hz.Peygamberin eşleri ve aile hayatı dahil olmak üzere abdest,namaz, oruç, hac gibi konulara da tarihsellik/evrensellik kapsamında temas etmiş ve bu gibi konuları bile böyle bir ayırıma tabi tutmuşlardır.
[57]
Fazlurrahman’ın “ilkesiz yenilikçilik” olarak tavsif ettiği ve şiddetle eleştirdiği bu ve buna benzer tutumların gerek yazılı ve gerekse şifahi olarak, bazı çevrelerde hayli yaygın olduğu rahatlıkla söylenebilir.
[58]
Tarihselci yaklaşım, sanıldığı gibi
[59] “yeni elde edilecek Kur’an ahkamını uygulamaya hazır bir İslam toplumun olduğu”[60] varsayımı üzerine kurgulanmış bir düşünce/yöntem değildir. Daha doğrusu, “insan”ı hedef alan herhangi bir metodolojinin bugünden yarına hemen sonuç vermesini beklemenin doğru olamayacağı ortadadır.Fakat, şimdilik genel anlamda böyle olumlu bir işlevi olmasa da, tarihselci yaklaşımın, inananların; kendileri, aileleri, içinde yaşadıkları toplum ve dünyayla daha barışık yaşamak için oldukça elverişli bir bakış açısı olduğu rahatlıkla söylenebilir.Bir örnek vermek gerekirse, özellikle son birkaç yıldır dünya gündemine oturan ve İslam imajını zedeleyen uluslar arası boyutlu terör eylemleri (11 Eylül vb.), İslam’ın (özellikle Kur’anın) gayr-i Müslimlerle ilgili hükümlerinin (başka bir ifadeyle İslam’ın uluslar arası ilişkiler kuramının) tarihsel toplumsal bağlamından koparılarak okunması ve yorumlanması sonucu girişilen eylemler değil midir?
Tarihselciliğin eleştirilmesi gereken yönleri elbette olabilir.Dahası, tarihsellik düşüncesini İslam dünyasının gündemine yerleştirmeye çalışan Fazlurrahman’ın anlaşılması zor bir düşünür olduğu söylenebilir…Nitekim, Türkiye’de Fazlurrahman üzerine yapılan -bildiğimiz kadarıyla- tek doktora tezinin sahibi Adil Çiftçi, kitabının birkaç yerinde, “Fazlurrahman’ı doğru anlayabilmişsek” vs. diyerek bu zorluğa işaret etmektedir.
[61] Fakat, doğru anlaşılması ve daha da aşılıp mükemmelleştirilmesi şartıyla tarihselci yaklaşımın, İslam’ı hayata yeniden müdahil kılmanın –şimdilik elimizde bulunan- mümkün ve elverişli yegane metodu/bakış açısı olduğu kanaatindeyiz.

5-Kur’anı Anlamak ve Yorumlamak, Dilbilimsel bir Süreç mi, Yorumbilimsel mi?
Kur’anın, indiği tarih ve coğrafya ile yakın ilişkisi, buna mukabil bizimle arasındaki zamansal ve kültürel mesafe ve gerekse onun kendine özgü metinleşme tarihi ve biçimi, Kur’ana yönelik bir anlama ve yorumlama faaliyetini, dilbilimsel bir süreçle birlikte daha çok yorumbilimsel bir süreç olarak önümüze koymaktadır. Bunun hem Kur’an metninden ve hem de geleneğimizden kaynaklanan sebepleri olduğu kabul edilmelidir.
Bilindiği gibi Kur’an, bugün elimizde olduğu şekliyle gökten indirilmiş bir kitap değildir. O, Mekke’de ve Medine’de olmak üzere toplam 23 yıllık bir zaman dilimi içinde Hz.Peygamber, müminler, müşrikler, Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan özgün çevresine hitap eden canlı bir diyalog şeklinde indirilmiş sözlü bir hitaptır. “Kur’anın vahyediliş sürecini yok sayarak, sırf Kur’an bugün elimizde bir metin olarak duruyor diye onu salt bir metin olarak tasavvur ettiğimizde, bugün pek çok örneğini gördüğümüz gibi, onu, her türlü anlamı yüklemeye elverişli bir kitap haline getiriyoruz.”
[62] Bu itibarla öncelikle Kur’anın metinleşme tarihine temas etmek gerekir.
Hz.Peygamberin, müstakbel ümmetine karşı bir görevinin, onlara yazılı hale getirilmiş somut bir ‘metin’ bırakmak mı, yoksa örnek alacakları bir ‘toplum’, içine doğacakları ve bağlı kalacakları bir ‘gelenek’ kurmak mı olduğu sorusu, Kur’an hakkında sağlıklı bir tasavvura ulaşmamızı sağlayacak yeterlilikte tartışılmış değildir. Oysa, gerek böyle bir soruşturma gerekse ilk nesillerin Kur’anı cemetmekle neyi hedeflediklerinin sorgulanması, bize, onların bu işi bizim Kur’anı anlama konusunda sıkıntılarımızı göz önünde bulundurarak yapmadıklarını gösterecektir.
[63]
Bu yüzdendir ki, şu anda elimizdeki Kur’an metni, ne tematik, ne kronolojik ve ne de sistematik olmayan kendine özgü bir sisteme sahiptir ve Kur’anın herhangi bir konuda “ne dediğini” anlamak, onun klasik tertibini aşan araştırmaları zorunlu kılmaktadır. Bunun da yorumbilimsel bir süreç olduğu söylenebilir.
Ne resmi Mushaf, ne de özel Mushaflar, daha sonraki nesillerin anlama sorunları göz önünde bulundurularak tertip edilmiştir.
[64]
Başka bir ifadeyle Kur’anın bugünkü tertibi “anlama” hedefli değildi; çünkü, bu işi yapan neslin zaten ortada böyle bir sorunu yoktu. Amaçları, aynı zamanda Müslümanlar için bir tilavet kitabı da olan Kur’an ayetlerinin korunması ve gelecek nesillere aktarılması olmalıdır. Bu durumun daha sonraki nesiller tarafından hakkıyla ve doğru olarak değerlendirilmediği söylenebilir.
Diğer taraftan Kur’anın -bu yazının da ağırlıklı konusu olan- “tarihsel” bir hitap olması, bizim konumumuzu özne-nesne ilişkisi bağlamında Kur’anın özgün hitap çevresinin konumundan farklı kılmaktadır. “Onlar Kur’anla iki yönlü bir ilişki içerisinde idiler. Kur’an, onların idrak ve vicdanlarına hitap eden bir söz olarak, onların algılamalarına konu iken;onlar da Kur’anın üzerine söz söylediği, yorumladığı ve değerlendirmede bulunduğu nesneler dünyasına aittiler. Bugün ise bu ilişki tek yönlü yürütülmek durumundadır.Zira artık Kur’an her yeni durumu ele almamakta, yorumlamamakta ve değerlendirmede bulunmamaktadır. Buna mukabil o, yine bizim idrakimizin ve vicdanımızın anlamasına ve algılamasına konu olmak durumundadır.Vahyin kesilmesinden sonraki bütün nesillerden farksız olarak, içinde bulunduğumuz tarih kesitinde de, Kur’anın bizlere ‘doğrudan’ hitap etmesi beklenemeyeceğine göre, bu hitabı dolaylı olarak ve yeniden gerçekleştirecek olan biz olmak durumundayız.”
“Onlar, ‘Kur’anı nasıl anlayabiliriz?’ gibi bir yöntem arayışı içinde hiç olmamışlardı; zira, nüzul döneminde meramını anlatmak durumunda olan Kur’an idi. Bunun sonucu olarak, Kur’an ifadelerinin biçimlenmesinde ve Kur’an üslubunun oluşmasında muhatapların zihniyet dünyaları, psikolojileri, günlük sorunları ve en temelde dilleri belirleyici olmuştur.Kur’anda temas edilen son derece özel olaylar ve bazı isimler bir yana, anlatılan kıssaların seçiminden tutunuz, bu kıssaların anlatılış biçimi ve hatta en temel fikirlerin işleniş tarzına varıncaya kadar, sözkonusu hitap çevresinin durumu gözetilmiştir.”
[65]
Bir yorum nesnesi olarak Kur’an’a yaklaşılırken, bu nokta oldukça önemlidir. Zira, tarih boyunca Kur’ana genellikle gökten şimdiki haliyle inmiş bir kitap gibi yaklaşılmıştır.Halbuki, Kur’anın özgün muhatapları dışındaki tüm muhatapları gibi, sıcak insanın suratına inmiş, toplumsal bağlamı, nüzul sebebi, menatı olan sözlü söylemlerle, iki kapak arasında toplanmış bir kitap olarak Kur’anla karşılaşan bizler için, onu doğru anlamak ve yorumlamak daha fazla çaba gerektiren bir süreçtir.Bunun en önemli nedenlerinden biri söz-metin farkıdır. Bu itibarla öncelikle genel anlamda dilbilimdeki metin’le söz edim arasındaki farka temas etmek gerekir
Metin, kendi bağlamını kendi içinde taşır; kendi içinde bir bütündür.Söz edimde ise, bağlam sözün dışında bulunmaktadır. Ve sözü anlamak için bu söz dışı bağlama ulaşmak gerekmektedir.
[66]
Sözlü söylemde, konuşan kimsenin öznel niyeti ile söylemin anlamı öylesine örtüşür ki, konuşmacının ne demek istediğiyle, söylemin ne anlama geldiğini anlamak aynı şey olur.Yazılı söylemde ise, yazarın kastettiği zihinsel niyet ile, kaydedilen metnin anlamı ayrışmıştır.Metnin söylediği şey, yazarın söylemek istediği şeyden daha önemli hale gelmiştir;çünkü, yazıda, söylemin anlaşılmak için yardım aldığı sözel olmayan süreçler (tonlama, konuşma tarzı,mimikler, jestler) kaydedilememiştir.
Konuşan, konuşurken belli başlı eylemleri yerine getirmeyi amaçlar ve bu amaca bağlı olarak, söylediği söz, sorma,bildirme, betimleme, buyurma vb. edimsel bir eyleme dönüşür.Sözün sahibinin amacı salt bilgi vermek olabileceği gibi, muhatabını sinirlendirme, sevindirme, teselli etme gibi bir takım eylemler de olabilir.
Metin, yazarın amacının gerçekleşip gerçekleşemediğini göremediği bir bir dil ortamıdır.Ama, söz edim, metnin tam tersine, mütekellime bu imkanı tanır.Bu durumda mütekellim, duruma göre sözünü yineleyebilir veya başka türlü ifade edebilir.
Bir metnin inşasında da benzer amaçlar güdülebilir.Bu durumda yazar, amacının önemine bağlı olarak, metni, bütün mümkün durumları ve yanlış anlaşılma ihtimallerini göz önünde bulundurarak kurar.
Kur’an pasajlarının her biri yazılı birer söylemdir. Dolayısıyla her bir Kur’an pasajı, anlaşılabilmesi için, merinde yer almayan söz dışı (dolayısıyla, metin dışı) bağlama muttali olmayı gerekli kılan bir ‘söz’ü vermektedir bize.Kur’an metninin tamamı ise, bu vasıftaki çok sayıda ‘söz’den oluşan bir ‘sözler mecmuası’ndan başka bir şey değildir. Bu anlamda, yalnızca bu sözler mecmuasıyla baş başa bulunan bir okur, Kur’anı anlamak için gerekli olan malzemenin yalnızca bir kısmına sahip demektir.
[67]
Farklı söz edimleri içeren her bir Kur’an pasajı ‘bütün’ün iki ana unsurundan birini (söz) aktarırken, diğerini (söz dışı bağlam) dışarıda bırakan bir metindir.
[68]
Elbette, burada birebir örtüşme durumu aranmamalıdır. Çünkü Kur’an bir insan sözü değil, Allah’ın kelamıdır.Ancak, O, kaynağı itibariyle ilahi olsa da, insanın anlamasına konu olması bakımından, beşeri bir içeriğe sahiptir, insanidir.
[69] Başka bir ifadeyle, “Üzerinde konuşulan nesne tarihsel olduğu sürece kaynağın ilahiliği veya beşeriliği, sadece metinde yer alan değerlendirme ve yargıların isabet şansları arasında bir fark yaratır.”[70] Bu itibarla, dilbilimdeki metin söz ayrımının Kur’anın anlaşılması ve yorumlanmasında da geçerli kabul edilmesi gerektiği söylenebilir.
Kur’anı anlama ve yorumlama sürecinin daha çok yorumbilimsel olduğunu, başka bir ifadeyle, “Kur’anda yazılı olanın” değil, “Kur’anın ne dediği”nin önemli olduğunu ortaya koyacağına inandığımız bir örnek verelim…
Şöyle bir soru soralım: “Kur’anda kadının dövülmesinin hükmü nedir?”
Bu soruya klasik olarak verilecek cevabın, “Evet, Kur’anda bununla ilgili şu ayet var ve bu yüzden Kur’an kadınların dövülmesini onaylamaktadır” şeklinde olacağı söylenebilir.
“Serkeşliklerinden (sorumsuzluklarından) korktuğunuz kadınlara, önce öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın/ilişkiyi kesin, (bu da fayda etmezse) dövün!”)
[71]
Konuyla ilgili bu ayet gereği, soruya verilen cevap “doğru” kabul edilebilir. Gerçekte ise, bu ayeti, kendi tarihsel-toplumsal bağlamı içine yerleştirip öylece okuduğumuzda, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kur’anda kadının dövülmesi ile ilgili bir “ayet” var; ama, “kadını dövme olgusu” yok… Çünkü bu ayet, kadının hiçbir hakkının olmadığı, hatta (kız çocuğu olarak) kendisinden utanıldığı için diri diri toprağa gömüldüğü bir ortamda, evlilik içinde, karısıyla olan bir sorununda ilk tedbir olarak dayağa başvuran o günkü Arap erkeklerine, daha “insani” yöntemler önermekte, dayağa başvurmalarına ancak en son çare olarak izin vermektedir…Bu ayet, o toplumdaki erkekleri “mevcut olan”dan “daha insani olan”a sevkeden bir öneridir.
[72]

6-Sorun
Kur’anı tarihsel okuma, “türedi” bir yaklaşım değil, geleneğimizde zaten var olan ve asırlarca tüm ulema tarafından uygulanan yöntemlerin ve bakış açılarının (Mekki-Medeni, Sebeb-i Nüzul, Nasih-Mensuh,Semantik tahlil, Halk’ul-Kur’an tartışmaları vs.), yeniden, ama onları aşan “farklı” ve “ilkeli” bir yorumudur. Başka bir ifadeyle amaç, aynen İslamî gelenekte yapıldığı gibi lafzın, Allah’ın iradesi doğrultusunda Makasıd’üş-Şeria’yı temin edip etmediğini araştırmaktır. Hitap, “maksad”ı (illet) temin ediyor ve örtüşüyorsa, zaten sorun yok;ama lafız, “maksad”ı karşılamıyorsa ve hükmün zemini (menatı) ortadan kalkmışsa, “lafzın ruhuna uygun” yeni ve farklı bir hükmün ortaya konması tartışılabilecektir.Zaten, “İslam tarihinin klasik dönemleri boyunca Kur’an hep tarih üstü bir metin olarak nitelenmiş olmakla birlikte, aynı zamanda tarihsel bir hitap muamelesi görmüştür.”
[73] Çünkü, “Kur’anın hedefleri (Makasıd’üş-Şeri’a) Kur’anın lafzi delaletlerinden bağımsız olmamakla birlikte, ondan farklıdır.Dolayısıyla bu hedefleri göz önünde bulundurmayan bir Kur’an okuması, Kur’anın lafzi delaletine bağlı kalındığı halde, bu hedeflerden uzaklaşılmasını sonuç verebilmektedir.”[74] Bunu, çokça bilinen Enfal suresi 60. ayet üzerinden şöyle somutlaştırabiliriz: Günümüzde, herhangi bir İslam toplumu, bu ayetin lafzına bağlı kalıp, devasa teknolojik savaş aletlerine karşı “Cihad için bağlanıp beslenen atlar” hazırlamaya kalkarsa, bunun, ayetin ruhuna/amacına da aykırı olacağı açıktır.
Başka bir ifadeyle, “Kur’anın insanlık ailesinden istediklerini, onun söyledikleriyle (lafızlarıyla) sınırlamak, çoğu kez, onun insanlık için çizdiği istikameti tersine çevirmekten başka bir şeyi sonuç vermeyeceği için, hem Kur’ana hem de Kur’anın çağrısına kulak vermek isteyen insanlara karşı haksızlık olacaktır.
Kur’an, nazil olduğu dönemdeki muhataplarına somut durumlar karşısında nokta hedefler göstermiştir.Sonraki insanlara rehberlik sunacak olan, sözkonusu somut durumlar ile nokta hedefler arasındaki ilişkinin istikametidir. Bu istikamet ise, ancak Kur’anı kendi özgün bağlamında okumak suretiyle elde edilebilir.”
[75]
Kur’anın muhataplarından istedikleri, metinde verili iken, onun sonraki nesillerden istediklerinin, Kur’andan hareketle ilgili nesiller tarafından üretilmesi gerekmektedir.
[76]
Kur’an ahkamından farklı çözümlere ulaşmak, Allah’a isyan etmek anlamına gelmediği gibi,O’nun verdiği idealleri yeryüzünde tutturabilmenin yegane yolu da olabilir.
[77]
Diğer taraftan, hiçbir müslümanın Kur’ana sadakatten vazgeçmeyeceğini düşündüğümüzde, gelenekçi Müslümanların tutumları bize daha müslümanca görünse de, sonuçta, muhafazakarlar asr-ı saadet olarak isimlendirdikleri tarihsel bir durumu, çağdaşçılar da ‘modern’ olarak niteledikleri tarihsel bir durumu -olgusalı- değer haline getirmek gibi bir hatada birleşmektedirler. Bu iki aykırı mutlakçı ucun ittifak ettikleri nihai hüküm ise şudur: ‘Kur’an bugün tarihe müdahil kılınamaz.’ Sonuçta, sekülarist çağdaşçı yaklaşım, Kur’andan bağımsız bir değişim modeli önerdiği, hatta Kur’anı değişimin önünde bir engel olarak gördüğü; muhafazakar gelenekçi yaklaşım da, yenilenmenin Kur’andan kopmak olacağı gerekçesiyle her türlü yenilenmeye karşı çıktığı için, her iki tutum da ‘Müslüman kalarak yenilenme’ formülünü geliştirememiş; dahası, ‘Müslüman kalarak yenilenme’nin imkanına inanmamıştır.
Ayrıca, burada tarihselliğini sözkonusu ettiğimiz vahiy, mutlak olan kelam-ı ilahi değil, şu anda elimizde bir kitap olarak bulunan ve belli ayetlerden oluşan Kur’andır… İlahi kelam, aşkındır, mutlaktır, oradadır… Kur’an ise, mutlak, aşkın olan ilahi kelamın belli bir tarih (Miladi VII.yy) ve toplum (Arap toplumu) için aktüelleştirilerek indirilmiş bir formudur.
[78] Deyim yerindeyse o, “toplumsal yönüyle oluştuğu tarihin fıkhıdır.”[79] Bu yönüyle Kur’andaki pozitif yasamaya, mutlak, aşkın, mutlak olan Kelam-i ilahi’den, öncelikle özgün muhatap toplumu hedef alan bir “kanunlaştırma” gözüyle bakılabileceği kanısındayız.
Kur’anın (Kelam-i İlahinin değil) aşkın, mutlak, zaman mekan ve olgudan bağımsız kabul edilmesi, vahiy tarihi boyunca oluşan İslam tarihinin, “mümkün” ve “muhtemel” değil, “zorunlu” bir tarih olduğunu kabul etmeyi gerektirir.Bu ise, o tarihi oluşturan insanların özgürlüklerinin elinden alınması demektir.Halbuki, Kur’ana baktığımızda, Allah’ın, insanların özgür iradelerine müdahale etmeden onları dönüştürmeyi/değiştirmeyi irade ettiğini gözlemleyebiliyoruz.Çünkü, tersi, imtihan olmanın anlamsızlaşması demektir.
İlhami Güler’in ifadesiyle, “Kur’anın semantik, ideolojik, sosyal, iktisadi, hukuki, siyasal ve antropolojik söylemi, bu söyleme vücut veren veya bu söylemin içinde nisbi olarak şekillendiği tarihi toplumsal ortamdan koparılamaz, soyutlanamaz.Hz.Muhammed’in ve arkadaşlarının vahiy süreci (tarihi) boyunca –vahye de yansıyan- maruz kaldıkları veya maruz bıraktıkları olaylar, doğrulukları –yanlışlıkları, mükemmellikleri- zaafları ile ‘mümkün’ olaylardır, ‘zorunlu’ olaylar değildir.Bu tarih diliminden, temel mesajı aynı yüzlerce değişik ‘Kur’an’ çıkma ihtimali vardı.Örneğin, Mekke’deki on senelik katı müşrik direnişi olmayabilirdi, hicret olmayabilirdi.Hendek, Uhud savaşları olmayabilirdi.Savaşların neticeleri bildiğimiz gibi olmayabilirdi.’Akabe’ biatlarında Medineliler Hz.Muhammed’e hüsn-ü kabul göstermeyebilirlerdi, vs… Bütün bu mümkün ve muhtemel durumlara göre Allah’ın değerlendirmeleri de (ayetler, Kur’an, vahiy) farklı olacaktı.Bunu Kur’ana dayanarak temellendirmek de mümkündür.”
[80]
Kur’anî mesajın, nüzul döneminden sonra yeniden tarihe müdahil kılınabilmesinin tek yolu, İslam’ı yeniden canlı, dinamik bir geleneğe dönüştürmek, yani ‘Yaşayan Sünnet’i ihya etmektir.Bu ise, kuramsal bakımdan, vahyin denetimi altındaki tecrübeden, yani nüzul döneminden sonra doğal olarak beliren Kur’anî söylem-Kur’anî mesaj ayrışmasının farkına varabilmeyi gerekli kılmaktadır.
[81]
İslam tarihi boyunca Kur’anı anlama ve yorumlamada başlıca iki yöntemin egemen olduğu söylenebilir.Birincisi; O’nu mutlak, aşkın kabul edip, her türlü Batıni yoruma elverişli bir yorum nesnesi olarak kabul etmek, O’na Arap dilinin asla kaldırmayacağı anlamlar yüklemek, kısaca her konuda konuşturmak, kimi zaman da olabildiğince istismar etmektir ki, bunun İslam tarihinde bolca yapıldığı rahatlıkla söylenebilir.
[82] Günümüzde bu bakışın uzantısı ise, Kur’anı bir taraftan her türlü düşüncemizi, temenni ve iddialarımızı onaylatmak için elverişli bir metin kabul edip, diğer taraftan da O’nu hayatımızın dışına itip toplumsal hayatı seküler alana bırakmaktır. İkincisi ise, bizzat Kur’an metninin tanıklığına başvurup, Kur’anı, insanın anlamasına konu olması bakımından, “Allah’ın tarihi bir topluma yöneltilmiş tarihsel bir hitabı”[83] olarak kabul edip, O’nun öncelikle özgün muhataplarına “ne dediğini” anlamaya çalışmak, içkin/antropolojik bir kitap olarak okumaktır.
Günümüzdeki Kur’anı aşkın, mutlak, evrensel okuma iddialarının sadece bir söylemden ibaret kaldığını söylemek de mümkün…Çünkü, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Kur’anın uygulama alanı ortadan kalkan veya özgün hitap çevresinin örfünü yansıttığı konularda herkes bu hükümleri tarihsel kabul etmekte ve buna göre tavır almaktadır.Başka bir ifadeyle Kur’an, söylemde evrensel/aşkın/mutlak kabul edilip, uygulamada “tarihsel” bir kitap muamelesi görmektedir..
Bu tarzda ilkesizce veya kimi zamanda zevahiri kurtarmaktan başka bir anlama gelmeyecek şekilde hükümleri tarihsel-evrensel diye kategorize etmek ve hatta bazen “Çağdaş Kur’anlar”
[84] üretmek yerine Kur’an metni, her açıdan onun tarihselliğini ve içkinliğini açıkça ortaya koyduğuna göre, bize düşen, tarihsel (yerel) bir hitapla (lafızla) verilen evrensel mesajı keşfedip Kur’anı yeniden hayatımıza müdahil kılmaktır.
7-Sonuç:
Kur’anı hayatımıza ve yaşanan zamana müdahil kılabilmek için, onu doğru anlamak ve yorumlamak gerektiğini ayrıca belirtmeye gerek olmadığı kanaatindeyiz. Bunun için de öncelikle sahih bir Kur’an tasavvuru oluşturulması gerektiği söylenebilir.
Kısmen tüm İslam tarihine teşmil edilebilecek geleneksel tasavvur, günümüzde de varlığını sürdürmeye devam etmektedir.Bu itibarla, mantuk-mefhum ayrışmasının yaşanmadığı dönemler için yeterli de olsa, bu tasavvurun günümüzdeki anlama ve yorumlama süreci için elverişli olmadığı üzerinde bir mutabakat sağlanmalıdır.
Başka bir ifadeyle, günümüzde hazırlanan Kur’an mealleri ve tefsirler bile, Kur’anı şu andaki Mushaf tertibiyle gökten inmiş bir kitap gibi algılayıp buna göre anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktadırlar. Bu itibarla, yapılması gereken öncelikli işlerden bir diğeri, Mushaf tertibinin “tilavet” amaçlı olduğunu görüp, “anlama” amaçlı ve mevcut tertibi aşan çalışmalar yapılmasıdır. Meal ve tefsirler bu doğrultuda hazırlanmalıdır.
Kur’anın mesajını günümüze doğru olarak taşıyabilmek ve onun bize “ne dediğini” hakkıyla anlayabilmek için, öncelikle özgün muhataplarına “ne dediğini” tam olarak anlamamız ve ortaya koymamız gerektiğine göre,
[85] şu anda böyle çalışmalardan bile yoksun olduğumuz söylenebilir.
Diğer taraftan, Fazlurrahman’ın, “Kur’anda Allah’ın söyledikleri, O’nun bizden değil, Hz.Muhammed’in çağdaşlarından ne istediğinin belgeleridir”,
[86] tespiti üzerinde de yeniden ciddi olarak düşünmeliyiz.
Bu yüzden, Kur’anın özgün muhataplarına “ne dediğini” ortaya koyma amaçlı, “1-Kur’an metninin pasajlara bölünmesi, 2- Pasajların tarihlendirilmesi, 3-Pasajların, ait oldukları zaman dilimine irca edilerek yeniden okunması”
[87] tekliflerinin ciddi olarak değerlendirilmesi ve bunlardan yararlanılması gerektiği kanaatindeyiz.
Bizim kanaatimize göre de, kronolojik tertip, her türlü yanlış anlama ve yorumlamayı engelleyecek bir okuma yöntemi
[88] olarak kabul edilebilir.[89] Hatta, bu kronoloji içine başta Hz.Peygamberin hadisleri olmak üzere vahiy tarihini ve bu tarih diliminde olan-biteni yerleştirip böyle değerlendirmenin iyi bir çıkış noktası olacağı ve bazı şeyleri, örneğin, “nass-olgu-değişim ilişkisini” daha net görmemize yarayacağı kanısındayız. Bunun, Hz.Peygamberin sünnetini tespit için de oldukça elverişli bir yöntem olduğu söylenebilir. Çünkü, bu şekilde belli bir zamana-mekana-olguya tekabül eden hadis (zira, Hz.Peygamber bir şey söylemişse, onu mutlaka belli bir zamanda, mekanda ve olguya karşılık olarak söylemiştir), öncelikle Kur’anın anlaşılması ve yorumlanmasında ölçüt alınacaktır.
Son olarak, başta merhum Fazlurrahman olmak üzere tarihselci yaklaşımı İslam dünyasının gündemine yerleştirmeye çalışan düşünürlere ve gerekse bu düşüncelerin zihnimizde netleşmesine katkıda bulunan kitap ve makaleleriyle, hayatımızda doğru bir “denklem” kurmamıza vesile olan tüm bilim adamlarına şükranlarımı ve minnettarlığımı ifade etmek isterim.
[1] Bkz.Kitab’üs-Sünne, Çev.M.Görmez, Kitabiyat yay.
[2] Bu konuda bkz.Bünyamin Erul, Sahabenin Sünnet Anlayışı, s.235, Ankara 1999,TDV yay.
[3] Bkz.İlhami Güler, Sabit Din, Dinamik Şeriat, Kitabiyat yay.

[5] Ömer Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, s.90, Kitabiyat yay.
[6] Özsoy, s.94
[7] bkz.Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, s.39,Konya tsz.Hibaş yay.
[8] Özsoy, s.151
[9] Özsoy, s.19
[10] bkz.İlhami Güler-Ömer Özsoy, Konularına Göre Kur’an, Önsöz. Ankara Okulu yay.
[11] Özsoy, s.92
[12] bkz. Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu s.163-168, Ankara 1997, TDV yay.
[13] bkz.Mustafa Öztürk, Kur’an ve Aşırı Yorum, Ankara 2003, Kitabiyat yay.
[14] Bkz.Özsoy, a.g.e.muhtelif yerler.
[15] Kur’an, Mücadele, 1-4
[16] Kur’an, Abese, 1-11
[17] Kur’an, Al-i İmran, 122-127
[18] Kur’an, Nur, 11-20
[19] bkz.S.Salih, s.204.
[20] Güler, s. 86
[21] Kafirun, 1
[22] Bakara, 47,83,122;Al-i İmran, 49,93; Maide, 32,70, 78
[23] Bakara, 105;Al-i İmran 69
[24] Kur’an, Nisa,88; Enfal,49
[25] Güler, s.88
[26] Mücadele,3-4.
[27] Tevbe-29
[28] Mü’minun, 72
[29] Haşr, 7
[30] Enfal, 1,41
[31] Nisa, 92; Maide, 89; Nur,33;Mücadele, 3;Beled, 12.
[32] Nisa, 3.
[33] Verili bir durum olarak Kur’ana yansıyan bu erkek egemen yapıyla ilgili bkz.Hidayet Şefkatli Tuksal, Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İzdüşümleri, Kitabiyat yay.
[34] Nisa, 34.
[35] Nisa, 24
[36] Ahzap,52
[37] Nisa, 25.
[38] İsra, 33
[39] Bkz.Ali Osman Ateş, İslam’a Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, s. 436-437, Beyan yay. İstanbul 1996
[40] Nisa, 24.
[41] Özsoy,s.76
[42] Bu konuda bazı örnekler için bkz.Muhsin Koçak, Hz.Ömer ve Fıkhı, İzmir 1987 (Basılmamış doktora tezi).
[43] bkz.Ebubekir Sifil, Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi-2 –Fazlurrahman- Kayıhan yay.
[44] Böyle bir görüş için bkz.Ali Bulaç, Kur’an, Tarih ve Tarihsellik, Yeni Ümit Dergisi, Sayı 58, 2002.
[45] Özsoy, s.74
[46] Özsoy,s.76
[47] Özsoy,s.64.
[48] Özsoy, s.77
[49] Güler, Sabit Din, s. 97
[50] bkz.Şevket Kotan, Kur’an ve Tarihselcilik, Beyan yay;Adnan Koşum, Nassları Anlama ve Yorumlamada Yöntem Sorunu –Fazlurrahman Örneği- İz yay.İstanbul 2004.
[51] Bkz.Şevket Kotan, Kur’an ve Tarihselcilik, Beyan yay.
[52] Bkz.Kotan, s. 236; Ferhat Koca, İslam Hukuk Metodolojisinde Tahsis, s.291, Ankara 1996, İsam yay.; Ali Bulaç, a.g.makale.;Hayreddin Karaman, Tefsirde Eski-Yeni Tartışması, Yeni Ümit 2002, Sayı 58.
[53] Özsoy, s.123
[54] bkz.Özsoy, s.102
[55] bkz.Özsoy, s.86
[56] bkz.Ferhat Koca, İslam Düşüncesinde Yeni Arayışlar-1, (“Kur’ân-ı Kerim’deki Fıkhî Hükümlerin Evrensellik ve Tarihselliğini Tespit Konusunda Bir Deneme),s. 73-173, İstanbul 1998, Rağbet Yayınları.
[57] bkz.Ferhat Koca, a.g. eser.
[58] Bu yaklaşımların, Nisa, 34.ayet bağlamında genişçe tahlili için bkz.Özsoy, s.123-142
[59] bkz.Kotan,s.340 vd.
[60] bkz.Kotan, s.342 vd.
[61] bkz. İslam’ı Yeniden Düşünmek, Kitabiyat yay.
[62] Özsoy, s.102
[63] bkz.Özsoy, s.45-46
[64] bkz.Özsoy, s.46
[65] bkz.Özsoy, s.12
[66] bkz.Özsoy, s.49
[67] bkz.Özsoy, s. 58
[68] Özsoy, s.50
[69] bkz. İlhami Güler, Sabit Din, s.70
[70] Özsoy, s.66
[71] Nisa,34
[72] bkz.Özsoy, s.138-142
[73] bkz.Özsoy, s.55 vd.
[74] Özsoy, s.89
[75] Özsoy, s.140
[76] Özsoy, s.140
[77] Özsoy, s.86
[78] bkz.Özsoy, s.94 vd.
[79] Güler, Sabit Din, 137
[80] İlhami Güler, Sabit Din, s. 136 vd.
[81] Özsoy, s.120
[82] Bkz.Mustafa Öztürk, Kur’an ve Aşırı Yorum, Ankara 2003, Kitabiyat yay.
[83] Bkz.Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, Kitabiyat yay; İlhami Güler, Sabit Din, Dinamik Şeriat,Ankara Okulu yay.
[84] bkz.Özsoy,126-142
[85] bkz.Özsoy, s.122 vd.
[86] bkz.Özsoy, s.85
[87] bkz.Özsoy,s.161-164; ayrıca bkz.s.51
[88] Zamanımıza ulaşmasa da, Hz.Ali’nin Kur’anı nüzul sırasına göre tertip ettiğini bildiren rivayetler, bu açıdan oldukça önemlidir.bkz.Mehdi Bazergan, Kur’anın Nüzul Süreci,s. 25 vd. Ankara 1998, Fecr yay.
[89] Tematik olarak hazırlanmış böyle bir çalışma için örnek olarak bkz.İlhami Güler-Ömer Özsoy, Konularına Göre Kur’an –Sistematik Kur’an Fihristi- Ankara Okulu yay.
Gönderen Ahmet Erbay zaman: 04:10 0 yorum

__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

 tarihsel bakış açısını kuranın günümüze ve tüm zamanlara hitab edebilmesi için sağlıklı bir yol olduğunu düşünmeye başladım...

bu bakış aslında kuranı sadece iniği zamna hasretmek sadece onları ilgilendirir demek değil...

o zamanın insanına doğru dürüst yaşamanın bir örneğini gösteren kuranın amacını ve yöntemini iyice anlayıp bu amacı her zaman için gerçekleştirebilir olma çabası...

bu çabaya içtihad kapısından girip başlamalıdır...


__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 

Sayfa Sonraki >>
  Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazıcı Sürümü Yazıcı Sürümü

Forum Atla
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme
Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme
Sizin yetkiniz yok forumda konu silme
Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme
Sizin yetkiniz yok forumda anket açma
Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma

Powered by Web Wiz Forums version 7.92
Copyright ©2001-2004 Web Wiz Guide
hanif islam

Real-Time Stats and Visitor Reports Sitemizin Gunluk, Haftalik, aylik Ziyaretci  Detaylari Real-Time Stats and Visitor Reports

     Sayfam.de  

blog stats