HANiFDOSTLAR.NET

 

Kuran Müslümanı
 

(Şahıs odaklı din anlayışından Allah odaklı din anlayışına...)

Ana Sayfa Hanif Mumin  Iste Kuran Kurandaki Din  Kur'an Yolu  Meal Dinle Sohbet Odasi Hanifler E- Kitaplik Kütüb-i Sitte ?  ingilizce Site Kuran islami Aliaksoy Org  Hasanakcay Net Tebyin-ül Kur'an Önerdiğimiz Siteler Bize Ulasin

 

- Konulara Göre Fihrist

- Saçma Hadisler

- Hadislerin-Sünnetin İncelemesi

- Haniflikle İlgili Sorular Cevaplar

- Misakın Elçisi Kim?

- Kuranda Namaz/Salat

- Onaylayan Nebi

- Kuranda Namaz/Salat

- Enbiya 104

- Kuranda Yeminler

- Adem Hakkında Sorular

- Ganimetleri Resulün Eline Nasıl Vereceğiz?

- Allahın ındinde YIL ve DOLUNAYLAR

- Abese ve Tevella

- Hadisçilerce Tahrif Edilen Ayetler

- Mübarek Yer, Mübarek Vakit

- Arkadaş Peygamber

- Kuranın İndirilişinden Günümüze Gelişi

- Bir Türban Sorusu

- Kuran ve Bize Öğretilenlerin Farkı

- Namazın Kılınışı

- Hadislere Göre Namaz

- Kuranda Salat Namaz mıdır?

- Kuran Yetmez Diyen Uydurukçular

- Bizler Hanif Dostlarız

- Sahih Hadis mi İstersiniz?

- Hakkı Yılmaz'ın Tebyin Çalışması

- Kur'anı Anlamada Metodoloji

- Tarikatçıların Çarpıttığı Birkaç Ayet

- Nasıl Kur'an Okuyalım?

- Kur'anı Kerim Nedir?

- Kur'anda Oruç

- Allah'sız Bir Din ve Allah'sız Bir Kur'an İnancı

- Kuransız Bir İslam Anlayışı ve Müşrikleşme

- Meal Çalışmasına Davet

- Allah Şahit Olarak Kafi Değil mi?

- Doğru Hadisleri Ne Yapacağız?

- Kur'andaki Muhammed ve Peygamberlerin Misyonu

- Mahrem, Avret, Ziynet

- Nur Suresi Çeviri-Yorum

- Cilbab

- Resule İtaat Ne Demektir?

- Hadis Kalburcuları ve Kalburları

- Kur'anı Kerim'in İndiriliş Gayesi

- Kur'anda Amellere Karşı Cahili Yaklaşım

- İslamdışı İnanışlara Kur'andan Örnekler

- Biri Şu Haram Üretim Tesislerini Kapatsın

- Tasavvufta İslam Var mı?

- İslamda Delil Sorunu

- Kurban Kesmek

- İlahi Hitabın Serüveni

- Ecel Nedir?

- Şirk, İşrak, Müşrik, Müşareke, Müşterik

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Peygamberlere Karşı Rabbani Yaklaşımlar

- Salat-ı Tefriciye yada Zikri Çarpıtmaya Bir Örnek

- Mucize Nedir?

- Ayrılıkların Nedenleri

- Sıfır Hata veya Kur'an

- Haniflik Nedir?

- Rabıta İle Şeyhlere Tapanlar

- Hadis Zindanının Mezhepçi Mahkumları

- İslam Dininin Öğrenilmesinde Kaynak Sorunu

- Fasık ve Münafıkların Genel Tanımlaması

- Hadisler, Hıristiyanlık ve Selman Rüştü

- Kur'anı kerim'in İndiriliş Gayesi

- Müstekbirlere Karşı Cahili Yaklaşım

- Halis-Hanif İslam

- Kur'anda Şefaat

- Fuhuş Tellalı Tefsirciler

- Hayızlıyken Neden Namaz Kılınmasın?

- Cebrail, Vahiy, Melek

- Dindarlıkta Müşrikleşme Temayülü

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Yaratılış, Adem, Havva

- Kur'an Yerel mi, Evrensel mi?

- Reform Dinde mi, Dindarlıkta mı?

- Ne Mutlu Tağutu Olmayanlara

- Peygambere Saygı(?)

- Hadislere Kanıt Diye Gösterilen Ayetler

- Allah Nazara Karışmadı mı?

- Kur'anı Kerimle Amel Etmek Mümkün mü?

- Kur'anda İnkar Edenlerin Vasıfları

- Müminlerin Vasıfları

- Allah'ın Vasıfları

- Kur'anın Vasıfları

- Dine Karşı Cahili Yaklaşımlar

- Kur'an Merkezli Din

- İrin Küpü Patladı; Mevlana

- Hurafe ve Bidatlar

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Hz. İsa'nın Ölümü

- Allah'ın Mesajının Adı: Kelamullah

- Allah'ın Resule Uyarıları

- Kur'ana Göre Tenkit ve Eleştiri Nasıl Olmalı?

- Kur'anda Sevgi

- Sofuların Devlet Desteğiyle Desteklenmesi

- Hans Von Aiberg Aldatmacası

- Kabir Azabı Safsatası

- Kur'an Kıssalarının Önemi; Masal Değiller

- Kur'anda Toplumsal Sünnetler

- Tefsirde İsrailiyyat

- Kardeş Evliliği Olmadan Çoğalma

- Hans Von Aiberg Tutuklandı

- Kur'anda Tevbe Kavramı

- Yaşar Nuri Öztürk'ün Yorumuyla Namaz

- Karadelikler; Bir Büyük Yemin

- Mezhepçilerin Ümmi Açmazı

- Kabe Nedir? Mekkede midir, Kudüste mi?

- Kur'anda Ruh Kavramı

- Kur'anda Nefs Kavramı

- Amin Kavramı ve Putperestlik

- Diyanet İşleri Başkanlığının Sitemize Cevabına Cevaplar

- Resul ve Nebi -1

- Resul ve Nebi -2

- Sapık Bir Fırka: Hansçılar

- Cihad mı, Çapulculuk mu?

- Kur'an Deyip Namazı Yok Sayanlar

- Cennete Sadece Müslümanlar mı Girecek?

- Kur'anda El Kesme Cezası var mı?

- Nazar veya Göz Değmesi Var mı?

- Şehadet Getir, Münafık(?) Ol

- Kur'anda Eleştiri Metodu

- Hacc Mekkede mi, Bekkede mi?

- İslami Tebliğde Kur'an Metodu

- Saptırılan Kavram: Mekruh

- Kur'anda Cuma Namazı var mı?

- Of Be Kader, Allah mı Suçlu Yoksa Biz mi?

- Kader Açısından Cebir ve İhtiyar

- Baban Peygamber Olsa Ne Yazar

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Vahdet-i Vücud, Şirkin Alası

- Tasavvufi Bilginin Kaynağı Vahiy mi?

- İslam'da Resullük Son Bulmuştur

- Teveffi Kelimesi ve Arap Dili

- Tasavvuf Üzerine Düşünceler

- Nefis Mertebelerinin İç Yüzü

- Allah Rızası Anonim Şirketi; Tarikatlar

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -1

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -2

- Nakşi Şeyhi Allah'ın Avukatı mı?

- Kur'anda "ve+la" Öbeği

- Putlar ve Tapanlar

- Son Peygamberimizin Okuma Yazması

- Mesih ve çarpıtılan Bir Ayet

- Hac İzlenimleri

- "Üzerinde 19 var" da Son Nokta

- Secde Emri

- Kur'andaki Hac

- Aracıların Gaybı Bildiği İnancı

- Tarikatçı - Müşrik Karşılaştırması

- Gazali'nin Kadına Bakışı

- Kur'anda Kadına Verilen Önem

- Başörtüsü Allah'ın Emri Değil

- Başörtüsü Takmak Kur'anda Var mı?

- Kur'anda Kadın Dövmek Var mı?

- Cariye, Köle; Utanmaz Mealciler

- Kadına Yönelik Şiddet

- Sünnet Edilen Kızın Öyküsü

- Erkekçe ve Kadınca Meal Konusu, Nebe 33. Ayet

- Harem - Selamlık Kimin Emri?

- Zina, Evlilik ve Örtünme Adabı

- Cariyeleri Aç, Hür Kadınları Kapat (!)

- Çok Eşliliği Yasaklayan Ayetler

- Kur'ana Göre Evlilik Hukuku

- 2 Kadın = 1 Erkek, Uydurma mı?

- Danimarkalı mı Sapık, Buhari mi?

- Ebu Hanife, Cariyenin Avreti

- Nisa 25, Hür Kadın ve Fahişe İfadesi

- Maymunların Hadisi ve Recm Vahşeti

- Hz. Muhammed'in Tebliği

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Angarya Haline Getirilen İbadet

- Buhari'nin Hadislerini Buhari Yazmamıştır

- Hadis ve Sünnet Gerçeği

- Uydurma Hadisler, İslamın Kara Boyası

- Hadisler Dinin kaynağı Olamaz

- Uydurmaların Sınırı Yok; Şeytan Geyiği

- Beşeri Hükümler Neden Kutsal Oluyor?

- Hadis - Kur'an Çelişkisi

- Kur'anda/Dinde Olanlar ve Olmayanlar

- Cehennem'den Çıkış Yok

- Kur'anda Tağut

- Ebu Hureyre Gerçekte Kimdir?

- Hadis - Mantık Çelişkileri

- Kurban ve Kurban Bayramı Nereden Geliyor?

- Hadislere Göre Kur'an Eksiktir

- Bildiri: İslam Anlayışında Reform

- Arapça mı, Arap Saçı mı?

- Koca mı Üstün, Allah mı?

- Esbab-ı Nüzül Komedi Hadisleri

- İşte Geleneğin Dini

- Ulul Emir İle Kim Kastediliyor?

- Kul Hakkı

- Yezidi Bir Gelenek: Aşure Tatlısı

- Hz. İbrahim'den Asrımıza Dersler

- Taklitçiliğin Boyutları

- Seb-ul Mesani Nedir?

- Kelle Sayılarak Gerçek Bulmak

- Kıyamet - Mahşer Günü ve Sonrası

- Kur'anda Namaz Vakitleri

- Kur'anda Cuma Konusu

- Salih Olmak Yetmez

- Hudeybiye Anlaşması Uydurma mı?

- Kitap Yüklü Eşekler

- Kur'andaki Hac

- Hz. Nuh'un Oğlu Kimdi? İftira mı?

- Ruhun Ağırlığına Başka Bakış

- Hz. İbrahim Yalancı Değildi

- İncil'de Kadına Bakış

- Şirkin Büyüğü Küçüğü Olur mu?

- Kur'andaki Abdest ve Hijyen

- Din de Bir Araçtır

- Kur'an Okumanın Zararları

- Kur'anda Dua Ayetleri

- Kur'anda Tarih Kavramı ve Bilinci

- Şekilsel Secde Kur'anda Yok mu?

- Salat ve salatı İkame

- Kur'andaki Emr Kavramı Üzerine

- Dindar İnsanlar Şirk Koşar

- Alak Suresinin İlk Beş Ayeti

- Men Arefe'nin Çözümü

- Kur'andaki Av Yasağı

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Din Büyüklerini Tanrılaştırma

- Allah'a ve Muhammed'e Değil

- Kur'andaki Örnek Tevekkül

- Şekilsel Rüku Kur'anda Yok mu?

- Hz. İbrahim Kuşları Kesti mi?

- Ehli Sünnet Dininin Anayasası

- İnsan Allah'ın Halifesi mi?

- Kur'an Üzerinde Düşünmek

- Şirkin Kuyusuna Düşenlere Uyarılar

- Kur'an Ölülere Okunmak İçin mi İndirildi?

- Ayda Okunan Kur'an Masalı

- Hz. İbrahim, Safa ve Merve Masal mı?

- "Haç"er-ul Esved (!)

- Mevlana Sahte Bir Peygamber Değil mi?

- Tasavvufun Tanrısı İki Zıttır

- Kur'andaki Tasavvuf: Teveccüh

- Önce Batıl ve Hurafe İle Savaşalım

- Resuller Haram Kılamaz mı?

- Elçi Muhammed ile İnsan Muhammed'in Farkı

- Tarikatlarda Aracılar Rezaleti

- Nur Suresi 31. Ayet Nasıl Çarpıtılıyor?

- Sırat Kıldan İnce, Kılıçtan Keskin mi?

- Kur'anda Zalimler

- Bütün Mehdileri Çöpe Atıyoruz

- Kur'ana Göre Ramazan Ayı ve Haram Aylar

- Tasavvufçuların İlahı; Varlık ve Yokluk

- Tasavvufçuların Küçük Putları

- Sünnet Etmek yaratılışı Değiştirmedir

- Son Peygamberimizin Mektupları

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Mescid-i Aksa Nerede?

- Büyük Kandırmaca: Hadis

- Kur'an Neden Arapça Olarak İndirilmiştir?

- Kimin dini? Kimin Kitabı? Kimin Meali?

- Evliya Kelimesinin geçtiği Ayetler

- Şimdiye Kadar Yaşanan İslam

- Ayın Yarılması Diye Bir Mucize Yoktur

- Kabe Dikili Taş Değil mi?


Up | Down | Top | Bottom
 
Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.

Yunus Suresi 105

Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.

Enam Suresi 79

İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.

Ali İmran Suresi 67

Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.

Nahl Suresi 123

De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.

Ali İmran Suresi 95

Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.

Hacc Suresi 31


Up | Down | Top | Bottom

HABERLER

 

 








 

 

  Hanif Islam

 

Genel Tartışma
 Hanif Dostlar Ana Sayfa -> Genel Tartışma
Konu Konu: İki Numaralı Mahkeme Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazanlarda
Gönderi << Önceki Konu | Sonraki Konu >>
hasakcay
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 22 ocak 2008
Gönderilenler: 1236
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasakcay

ÖNSÖZ

 

İKİ NUMARALI MAHKEME 1963 yılının yaz aylarında Kara Harb Okulunda çalıştı. Harb Okulu öğrencilerini yargıladı. İsmet İnönü hükümetini silah zoruyla devirmeye kalkışmaktan 75 Harbiyeliyi dört yıl ikişer ay hapis cezasına çarptı.

Bir de Bir Numaralı Mahkeme vardı. Ama o, Mamak'ta çalıştı. Darbe girişiminde ele başılık eden Harb Okulu öğrencileri ile emekli albay Talat Aydemir ve emekli binbaşı Fethi Gürcan gibi darbeci subayları  yargıladı. Bu iki subay ölüm cezasına çarpıldı, asılarak idam edildi.

 

Genelkurmay dosyayı kaybetti  talat aydemir idam  talat aydemir asıldı d

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Talat Aydemir Mamak'taki "Bir Numaralı Mahkeme"de yargılanıp ölüm cezasına çarpıldı; asılarak idam edildi.

İKİ NUMARALI MAHKEME Mamak'takilerin değil, Harb Okulu'nda yargılanan "bin dört yüz elli dokuz Harbiyeli"nin öyküsü. Duruşmalar sırasında tuttuğum notların üstüne kurulmuştur. Olayın henüz dumanı tüterken yazılan bu defter bu günlerden o günlere değil, o günlerden o günlere bir bakıştır. Belki biraz çocuksu ama son derece içten bir bakış.

25 Haziran 1965 tarihli AKŞAM gazetesinde Çetin Altan o Harbiyelilerin davranışını "çocuksu iyi niyet"e yorar ve ekler: "Türkiye'de hiç kimse acemiliğini onlar kadar ve o yaşta ödememiştir."

Gerçekten öyleydi. Bıyığı yeni yeni terlemeye başlayan birer çocuktuk. Ülkenin yazgısıyla oynayan koca koca adamlar değildik. Ama bazı koca koca adamlar kendi siyasi oyunlarını oynarken ayaklar altında biz kaldık. HARBİYELİ ALDANMAZ diye bağıra bağıra aldandık; hüngür hüngür ağladık ve  kahkahalarla güldük. "Çocukça ve iyi niyetle".

İlhan Selçuk ise 17 Aralık 1964 tarihli CUMHURİYET gazetesinde "bazı tarih gerçeklerinin üstüne ışık serpmek"ten söz ediyor. İyi güzel de o gerçeklerin üstüne kimin feneri tutulacak? Sanırım olaya bir de ayaklar altında kalan o "çocuklar"ın gözüyle bakmakta yarar var.

Belki bu defter o işi yapar. Öyle ki okunduğunda kulaklara o çocukların ağlama sesleri ve kahkahaları gelir. Ve inşallah bir gün tam demokrasi ülkemizde yerleşir; bu öykü, masal olur.

 

 

Dünyayı ele geçirmek üzere olan uzaylılar

 

1962-1963, okul yaşantımın son ders yılı olacaktı. Yıl sonu sınavları yapılıyordu. Bir hafta önce başlamıştı. Bir hafta sonra bitecekti.

24.00'e kadar sınıfta ders çalışma izni vardı. Arkadaşların çoğu o vakte kadar çalışıyordu ama benim ilkem yıl içinde düzenli çalışıp yıl sonunda rahat etmekti. Onun için her zamanki gibi 22.00'de yattım.

Yenice uyumuşum. "Alarm var!" feryatlarıyla uyandım. "Kalkın arkadaşlar! Haydi arkadaşlar!" Herkes telaş içinde kalkıp gidiyordu. Koğuşta yalnızca iki ya da üç kişi kalmıştık. Ben de acele giyinip aşağı indim.

 

Depoda kendi silahımı bulamadım. Rast gele bir silah aldım. Palaska da bana uymadı. Elime gelen birini takıştırıp dışarı koştum.

Bölüğüm iç avludaki toplanma yerinde yoktu. Okul kapısı ise sonuna kadar açıktı. Nöbetçi yoktu. Bölüğe Meclis yolunda yetiştim. Oldukça düzgün bir yürüyüş kolu içinde gidiyorlardı. Kısım çavuşu bir bağ mermi verdi.

"Nolmuş? Nereye gidiyoruz?"
"Şimdilik biz de bilmiyoruz."

Herkes birbirini uyarıyordu: "Aman arkadaşlar! Silahınızı güvene alın; namluyu havaya tutun."

Mermi de aldığımıza göre bu bir eğitim yürüyüşü değildi. Az sonra "Conguroglu'nu gördün mü? Talat Aydemir gelmiş," gibi sözler dolaşmaya başladı. Durumu anladım.

Talat Aydemir bir yıl önce Harb Okulu komutanıydı. Conguroglu ise onun maiyetindeki bir subay. 22 Şubat 1962'de İsmet İnönü hükümetini devirmeye kalkıştıkları için emekli edilmişlerdi. Simdi demek bir darbe girişimi daha başlatıyorlardı. Ve biz onlarla birlikte hareket ediyorduk.

Daha önce kendi aramızdaki söyleşilerde ihtilalden söz ederdik. Ben şakaya vurup "Öyle bir şey olursa kaçarım!" derdim. Ama o anda kaçmayı aklımdan bile geçirmedim.

Parola: HARBİYELİ ALDANMAZ.

26 Şubat 1962’de Başbakan İsmet İnönü Mecliste bir konuşma yapar; "Harbiyeliler aldatılmıştır," der. Bazı harbiyeliler ertesi gün Taksim’deki A.....k anıtına çelenk koyup İnönü’nün bu sözünü protesto ederler. Çelengin üzerindeki yazı: HARBİYELİ ALDANMAZ.

harbiyeli aldanmaz

Fotoğraftaki gazete haberi: "HARBİYELİ KANDIRILAMAZ" – Sömestr izinlerini geçirmek üzere şehrimize gelmiş bulunan Harbiye talebeleri dün Taksimdeki A anıtına üzerinde "A.....k ve Türk ulusu, Harbiyeli aldanmaz" ibaresi bulunan bir çelenk koymuşlardır. Resimde, Harbiyelilerin çelengi görülüyor.

*

Saat 24:30. Uykuyla uyanıklık arasındaki zaman. Yaprak kımıldamıyor. Evlerinde herkes uykuda olmalı. Yalnız biz kıpır kıpırdık. Dünyayı ele geçirmek üzere olan uzaylılar gibi.

 

Komitacılık ve ‘Harbiyeli aldanmaz’ duygusu 

Dünyayı ele geçirmek üzere olan uzaylılar. (Harb Okulu öğrencileri Meclis'e doğru hücum ediyor).

 

Silah ve namus

Genel Kurmay'ın önüne gelince ateş yedik. Kendimizi yerlere attık. Yenice yağmur yağmıştı. Üstümüz başımız fena battı. Bir kaç saniye sonra ateş kesildi. Ve biz ordan sanki az önce ateş edilmemiş ve bir daha da edilmezmiş gibi elimizi kolumuzu sallaya sallaya yolumuza devam ettik.

İçişleri Bakanlığı’nın önüne gelince "Başımızda kimse yok mu?" diye arandık. Conguroglu varmış; yok olmuş. "Arkadaşlar! 22 nci Kısım, Tarım Bakanlığı’nın önüne!" dendi. Oraya gittik.

Bakanlığın doğusundaki yapı, Yüksek Denetleme Kurulu. Cadde yukarda kalıyor. Yani orda bir bakıma siper var. 22 nci Kısımdan İsmet Öztürk’le orda siper aldık. Ortalık şimdilik sakin. "Kimse var mı?" diye seslendik. Bakanlığın önünde epey arkadaş varmış.

Yapının üst katındaki bir pencerede ışık yandı. İsmet işkillendi.

"Yahu, kim ki o?"
"Bilmem."
"Bize ateş etmesin?"
"Yok canım." Sesimi yükselttim: "Bizim kimseye zararımız yok. Hem arkadan vurmak olur o. Yakışır mı! O bize ateş etse bile ben ona ateş etmem."

"İşi amma da iyi ayarlamışlar!" diyorduk. Az ilerdeki kavşakta birileri arabaları durduruyor, denetliyor, geri çeviriyordu. Orda bir de tank vardı. Sahipsiz. 

 

Tek tük silah sesi duyuluyordu. Sonra önümüzden asker dolu GMC'ler geçti; karşımızdaki ağaçların arasına girdiler. İsmet ve ben bakanlığın önündeki arkadaşların yanına geçtik. Coğunluğun yanında olmak insana güven veriyordu.

Biraz sonra sürüne sürüne Adnan Midyat geldi. Heyecanlıydı. "Bize ateş ettiler," dedi. Adnan karşılık vermek istemiş ama "bu meret" tutukluk etmiş. Mermi yatağını, tetiği kurcaladı. Silah birden ateş aldı. "Vay canına yahu," dedi. "Orda ateş almamıştı." Bizim bulunduğumuz yerden çıkan tek silah sesi bu oldu.

Sınıf arkadaşım Erdoğan Gülsoy da ordaydı. Morali bozuktu. "Bu iş yaş," diyordu. "Bir kere karşılıklı ateş edilmeye başlandı mı o işten hayır gelmez."

Karşımızdaki ağaçların arasından birden ateş edilmeye başlandı. Sanki Erdoğan'ı haklı çıkarmak için.

 

Yüksek Denetleme Kurulu ile Tarım Bakanlığının arasında bir sokak var. Ordaki bir kapının girintisine sığındık. Erdoğan çömük ben ayakta beklemeye başladık.


"Burdan çıkmayalım," dedim. "Ne zaman bizi almaya gelen olur o zaman çıkalım." Epey bekledik. Sabaha doğru bir ses duyduk. Önce uzaktan. Sonra ses giderek yaklaştı:

"Ateş etmek yok! Ateş etmek yok! Onlar sizin kardeşleriniz. Harbiyeliler sizin kardeşleriniz." Giderek yaklaştı: "Gelin evlatlarım. Gelin yavrularım."

"Hadi Erdoğan." Çıktık. Ordan burdan gelenlerle yirmi kişi kadar olduk.

Seslenen, bir albaydı. Sırtında kışlık palto, onun altında yazlık giysi. Yanında subaylar, ardında avcı koluna göre dizilmiş eli tomsonlu erler.

"Verin silahlarınızı." Bir kaç arkadaş verdi. Hüseyin Dirhem de silahını uzattı. Ama  birden heyecanlandı.

"Ben silahımı vermem!"
"Neden?"
"Silah benim namusumdur!"

Albay babacandı. "Evladım," dedi. "Ben de askerim. Namusunu bana teslim etmez misin?"

"Hayır!"
"Al, ben sana tabancamı vereyim." Tabancasını uzattı. Hüseyin onu da almadı. "Benim silahım var," dedi.

Albay silahlarımızı almayı bıraktı. Toplananları da geri verdi. Silahların mekanizmalarını istedi. Onları itirazsız verdik.

Bir GMC yanaştı. "Binin," dedi. Ali İhsan Yılmaz davranınca silahı kazayla ateş etti. Albay dövünmeye başladı:  "Evladım, birbirinizi vuracaksınız. Silahları bunun için istedim."

Neyse, baska bir aksilik olmadı. Hareket ettik.

 

 

ARA YORUM 1:

Güler misin ağlar mısın?


Bir sürü avukatımız vardı ama kendi savunmamı kendim yapmaya kararlıydım. Onun için duruşmalar sırasında sürekli notlar aldım. Aklanıp köyüme gelince onları işte böyle temize çekiyorum.

Okul komutanı bizi serbest bırakırken uyardı: "Gittiğiniz yerlerde halk size soğuk davranacak. Dikkatli olun; sırtınızdaki giysinin onurunu lekelemeyin." Şimdi burada onun merakı içindeyim. Komutan haklı olabilir mi?

Köylülerim beni önce bir yokluyor: "Talat Aydemir başaramadı. Yazık."

"Ne yani?" diyorum. "Aydemir'in ihtilal yapma yetkisi mi var? Kimden almış o yetkiyi? Albaymış. Olsun. Emekli edilmiş. Sen neysen o da o. İhtilal yapmaya senin hakkın var mı? Hem başarsa ne olurdu? Yol olurdu; eline silah geçiren ihtilal yapmaya kalkardı. Suriye'ye dönerdik."

 

Beni bu kadar uzun konuşturmuyorlar bile. "Yok, canım!" diyorlar. "Biz Aydemir haklı, demiyoruz. Ona ceza vermek haklı. O kadar öğrencinin başını yaktı. Onlara acıyoruz. Onlar emir kulu. Öğrencilerin ne günahı var? Bunca yıl  dirsek çürüt; oku. Tam subay çıkmak üzereyken umutların yıkılsın. İnsanın içi yanıyor."

 

Ama bana acınması hiç hoş değil. Acınacak nerem var benim! Şu dünyada acından ölen mi var?  Allah bir kapıyı kaparsa başka bir kapıyı açar.

Bir de benim tanıdığım Nurcular var. Onlar Cumhuriyet okullarına karşıdır. "Aha," diyor birisi. "Okudunuz da n'oldu? Laik öğretim çürük meyvalı bir agaçtır. Silkelediler işte yine. Sapır sapır döküldünüz."

Tabii onlar biraz gazete okuyor. Ankara'da olup bitenden haberleri var.

Geçen gün "Belki bizi okuldan atarlar," dedim. Bir birlerinin yüzüne bakıp bilgiç bilgiç başlarını salladılar. Daha ben gelmeden anama "Hasan okuldan atılacak," demişler. Anam onlara ermiş gözüyle bakıyor. "Bildiler, bildiler!" diyor. "Bööle olceeni bildiler." Haberi gayptan aldıklarına inanıyor.

Babamın bunlara öfkesi burnunda. "Bilemezler!" diye bağırıyor. "Gaybı yalnızca Allah bilir." Onlar da babama ateş püskürüyor. Beş vakit namazında niyazında olan babamı nerdeyse dinsiz ilan edecekler.

 

Gerçekte halkın HEPSİ aynı tavrın içinde değil. Herkes kendi siyasî eğilimine göre tavır alıyor. İsmet Paşa’cılar var; Demokrat Partililer, Nurcular …

 

Bense ne yapacağımı bilemiyorum. Güleyim mi ağlayayım mı?

 

Hani (sepetçi) Mustafa dayım namazdan önce camide anlattıydı. Sabah dağa giderken alaca karanlıkta arabasının tekeri çukura düşmüş. Onu kurtarayım derken dingilin ucu dizine çarpmış. Öyle canı yanmış ki basmış kahkahayı. Bir yandan da "İyi ki kimse görmüyor!" dermiş içinden.


Babam çok gergin. İkide bir soruyor: "Hasan, haber var mı? Emir geldi mi?" Sofrada yemek bekler gibi okuldan emir bekliyor.
Tarlalarından birini satıp bana bisiklet aldı.

 

 

Kimden yanayız?

 

Kamyonu bir binbaşı sürüyordu. Genel Kurmayın önüne geldik. Ordan yine ateş ediliyordu. Durmak zorunda kaldık. Binbaşı, elinde tabanca, indi.

"Arkadaşlar," dedi. "Şu anda neler hissettiğinizi biliyorum çünkü ben de Harbiyeliyim. Şimdi sizi teker teker bırakacağım. İstediğiniz yere gidin. Ama benim başımı yakmayın. İki küçük çocuğum var. Beni emekli ettirip onların ahını almayın."

Bir arkadaş kamyondan atlayacak oldu. Binbaşı, "Yoo," dedi. "Daha değil! Bekleyin. Zamanı gelince ben söylerim." Sonra binbaşı yok oldu. Sürücü mahalline bir teğmen bindi.

Geri döndük. Çankaya'ya doğru hızla yol almaya başladık. Ama kesin olarak nereye gittiğimizi bilmiyorduk.

Dokunsalar ağlayacak gibiydik. Arkada kalan arkadaşlara ihanet ettiğimizi düşünüyorduk. Burnumuzu soktuğumuz işin pisliğini hissediyorduk. Utanıyorduk. Korkuyorduk. Çünkü yarınımız artık belirsizdi. En yüreklimiz Ali Nihat Erhan olmalıydı. Bölük baş çavuşumuz.  Onun da dizlerinin bağı çözülmüş gibiydi; dişleri takır takır bir birine vuruyordu.

Bir yerde durduk. Kamyonun çevresini tomsonlu erler aldı. Bir yüzbaşı karşıladı bizi.

"Niye geldiniz, yahu?"
"Getirdiler, efendim."
"İyi. Hoş geldiniz."

Silahlarımızı aldılar. Artik kimse vermem demiyordu. Silahını veren, bir odaya giriyordu.

Biri "Efendim, erler karışmasın bana!" diye bağırdı. "Ben bir ay sonra subay çıkacağım." Yüzbaşı erlere, "Siz çekilin," dedi. İbrahim Nazlısöz: "Yüzbaşım! Erler dipçikle vuruyor. Vuruyor, yüzbaşım!" Erler uzaklaştırıldı.

Burası Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı imiş. İçi sandalye dolu bir odadayız. Bir derslik. Sandalyelere perişan oturduk.

Başımıza tomsonlu bir teğmen koydular. Vakit ilerledikçe teğmene "Durum nasıl?" diye soruyorduk. Karışıkmış. "Kimin ne mok yedigi belli değil. Buraya gelmekle en iyisini siz ettiniz."

Bazı arkadaşlar, "Sigaramız yok," dediler. Bir yüzbaşı kendi sigara paketini ortaya attı.

Teğmen yedek subaydı. Sivilde kaymakammış. Hukuk mezunuymuş. Hukuk fakülteleri ve dersler hakkında sorular sorduk. Harb Okulundan atılırsak gireriz diye.

Ortalık ağarınca uçaklar dolaşmaya başladı. Biri geldi gümbür diye bir şey bıraktı.

Kendimizi yerlere attık. Teğmen, silahını üstümüze doğrultup "Kıpırdamayın, yakarım!" diye bağırdı. Ortalık yatışınca bir öğrenci, "Noluyor, teğmenim?" dedi. Bizi vuracak mıydınız?"

"Kaçana şakam yok."
"Kim kaçacak, teğmenim? Siz kovsanız bile giden kim?"

Sonra öğrendik; darbe girişimi sırasında Muhafız Alayı ÜÇ ŞEHİT vermiş. Alayın komutanı tanık olarak dinlenirken yargıç sordu: Olayda can kaybınız nasıl oldu? Tanık: Bir subayla iki erim UÇAKLARIN ATEŞİYLE şehid oldu. 


Sonra gelenlere soruyorduk: "Dışarda durum nasıl?" Onlar bizden perişan. Üst baş yırtılmış, çamur içinde. Bet beniz atmış. Biz onlara şaşkın şaşkın bakıyoruz onlar bize.

"Uçaklar Genel Kurmaya sabah 7.00'ye kadar süre tanımış. Teslim olmazsa bombalayacaklarmış."


Hangi taraf kazanırsa kazansın halimiz dumandı çünkü biz hiç kimseden yana değildik. İhtilalcilere göre "hain"dik, hükümete göre asi.

Yüz numaraya baş vuru sırasına göre iki erin gözetiminde gidebiliyorduk. Erin biri önde, biri arkada. Çevredeki erler yüz numaraya giden arkadaşa fena sövüyormuş. Erlere, "Harbiyeliler hemşerilerinizi vurdu," demişler.

 

 

Dayak.

 

 

Ağlıyayım diyorum ağlıyamıyorum;

başımı kaldırıp bakamıyorum.

 

Odaya savaş giysili bir yüzbaşı girdi. Belinde tabanca, ayağında botlar. Yüzünden düşen bin parça. "Kalkın ayağa!" diye bağırdı. Kalkış o kalkış. Bir daha "Oturun!" demedi. Kimliğimizi tesbite başladı.

Bir yandan tesbit bir yandan dayak.

"Sen nerelisin?"
"İzmir'li."
"Ulan sen Rum tohumusun, ulan!"

Ve yumruk, tekme, tokat. Payını alan dışarı çıkıyor.

"Sen nerelisin?"
"Kars'lı."
"Ulan, senin ananı Ruslar mı sin kaf?"

Isparta'lıları şehit Ali İhsan Kalmaz'ın kentinden diye, Malatya'lıları İnönü'nün kentinden diye, babası çiftçi olanları "Baban senden ihtilal yapmanı mı istedi?" diye, babası subay olanları "Baban sana ihtilal yapmayı mı öğretti?" diye dövdü.

Dayak yiyen Harbiyeli hüngür hüngür ağlıyordu.

"Ulan sen katilsin!"
"Hayır, değilim."
"Katilsin, katilsiiiin!"

Dayak yiyenin çevresinde sekiz tane tomsonlu er. Öz saygının yerlerde süründüğü an. Kepimi yüzüme bastırdım. Ağlıyayım diyorum ağlıyamıyorum. Başımı kaldırıp bakamıyorum.

Herkes bir an önce sırasını savmak için öne atılıyor. Ben gerilerdeyim. Biri kapıdan, "Yüzbaşım, sizi çağırıyorlar," dedi. Yüzbaşı, işini teğmene bıraktı; "Simdi gelirim," deyip gitti.

Teğmen alabildiğine nazikti.

Sıramı savmadan yüzbaşı geliverirse diye herkesin içi cız ediyordu. Ve sıra bendeyken çıkageldi. Cebimde ne varsa boşalttım: bir dolmakalem, cüzdan, mendil, babamdan gelen bir mektup, tarak.

Kimlik tesbitim bitti. "Mektubu bırak, ötekileri al," dedi. Aldım. "Çık!" dedi. Yüzüne bakıyorum, tokatı ne zaman çakacak? I-ıh, tokat yok. Elimi kalçama götürdüm bir tekme bekliyerek. I-ıh, tekme de yok. Çıktım. Ama dayak yemişten beter oldum. Dayak bekleyip dövülmemek te zor.

Ondan sonra kimseyi dövmedi. Sonradan öğrendik, Alay Komutanı, "Harbiyelileri dövmeyin!" demiş.

Nerdeyse öğlen oldu. Saat 10. Alayin yemekhanesine götürdüler bizi. Bize meydan dayağı atanlar, üstüne bir de kahvaltı verirler mi?



__________________
hasanakcay.net
allahindini.net
Yukarı dön Göster hasakcay's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasakcay
 
hasakcay
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 22 ocak 2008
Gönderilenler: 1236
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasakcay

Aydemir’in kıyağı?

 

Yemek yerine alayın komutanı geldi. Adının İsmail Hakkı Bayındırlı olduğunu sonradan öğrendiğim kurmay albay. Acıma dilenen gözlerle bakıyor çocuklar.

"Arkadaşlar!" dedi. "Bu işin olduğuna çok üzüldüm. Bir kaç gün önce okulunuzda yemek yemiştim. Alay Komutanınız Fahri Bey'e sizi sordum. ‘Cok iyiler,’ dedi. Sizi övdü. Ama şimdi noldu? Arkadaslar! Aydemir'in sizi nasıl aldattığını biliyorum. Onun okul komutanı olduğu dönemlerde Harbiyelide poz bin beş yüzdü. Orduevinde çay partileri, balolar verdirirdi. Karıyla kızla kandırdı sizi. Zaafınızı istismar etti. Harbiyeli, üstlerine efelenirdi. Eli cebinde, sigarası ağzında. Bu muydu komutanlık? Komutanlık Fahri Bey'in yaptığıydı. Şimdi okulunuza yolluyorum sizi. Gidin ve sınavlarınızı tamamlayın. Büyüklerinize saygı gösterin, güvenin."

Büyüklerinize güveninmiş. O anda hiç birimiz bu albaya "Öyle bir şey olmadı; Aydemir bize kıyak geçmedi," diyemedik. Çünkü ne kadar babacan görünürse görünsün bir eşşek dayağı da bu albaydan yiyebilirdik.

Aydemir eğer gerçekten öyle bir kıyak yaptıysa demek ki biz ona yetişememişiz. Yalnızca üç ay kadar komutanımız oldu. O da acemilik devremizdi. Üç ayın ikisi Menteş'teki eğitim kampında geçti. Günde 17 (on yedi) saat talim ederdik. Sağa dön! Sola dön! Engeli aş! Karşı tepeye marş marş!

 

asker resimleri

Sağa dön! Sola dön! Engeli aş! Karşı tepeye marş marş!

 

Aydemir'in kıyağıymış! Gerçekte sahipsizdik biz. Mahkeme kurulu karar gerekçesinde bunu açıkladı: "Olay sırasındada Harb Okulu öğrencilerinin ihmal edildiği kanaatine varılmıştır."

Peki, ihmal nedir? Sin kaflı meydan dayağı? Ya da henüz gavurun müslümandan seçilemediği erken saatlerde "hoş geldiniz"li sigara dağıtmalar ama gün ağarınca rüzgarın yönüne göre yelken açıp azrail kesilmeler?

 

 

İnönü’yü öldürmüşler!


Geçen yılki darbe girişimi sırasında da ihmal edilmiştik. Darbelerin iç yüzü ve sürü psikolojisi (mob psychology) açısından çok ilginçtir.

 

O zaman komutan, Talat Aydemir'di. 22 Şubat 1962. Akşam 19.00 gibi aniden alarm verildi. İç avluya koştuk.

"Ne olmuş?"
"İsyan olmuş."
"İnönü’yü öldürmüşler!"
"Eyvaaah!"

Çok üzüldüğümü anımsıyorum. İçimizde ağlayanlar vardı. Tabur komutanımız Binbaşı Ahmet Eroğlu göründü. Çevresini sardık.

"Binbaşım, biz napıcaz?"
"Bi dakka çocuklar."

 



İç avlunun orta yerinde üstü tahtalarla kapatılmış kuru bir havuz vardı. Biraz yüksekçe olduğu için tekmiller orda alınırdı. Tabur komutanımız oraya çıkıp konuştu.


"Dinleyin! Daha önce size söylemediğim şeyler oluyor Türkiye'de. Söylemedim çünkü istedim ki yalnızca derslerinize verin kendinizi. Ama şimdi vaktidir. Bizim milli şefimiz kimdir?"

Sessizlik. Aklımıza İSMET İNÖNÜ gelmedi nedense. Komutanımız devam etti: "İnönü! Evet, İnönü… Bazı maceracılar bugün milli şefimize karşı harekete geçtiler." Binbaşı Eroğlu, "Milli şefimiz!" dedikce biz hep birden "İnönü!" diye bağırdık. Tıpkı stadda takım destekler gibi. Adamcağız sözünün sonunu bir türlü getiremedi. Ya da belki o da öyle yapmamızı istiyordu.

"Milli şefimiz!"
"İnönü!"
"Milli şefimiz!"
"İnönü!"
"Milli şefimiz!"
"İnönü!"

Sonra birden çatık kaşlı bazı abiler peydahlandı. Komutanımızı tuttukları gibi hiç te nazik olmayan bir şekilde götürdüler. Bize de zılgıt geçtiler:

"Yahu, biz hükümet darbesi yapıyoruz, siz napıyosunuz!"
"Ama İnönü’yü öldürmüşler!"
"Şimdilik yok öyle bi şey. Ama gerekirse o da öldürülür."
"?!"
"Evet, bu hareket mevcut hükümete karşıdır."
"Abi, daha önce niye söylemediniz? Valla bilmiyoduk."
"Ata'mıza ihanet eden bu eyyamcılardan Türkiye kurtulacak."
"Tamam abi, görev verin yapalım."
"Güzel. Şimdi sınıflarınıza gidin, bekleyin."

Sabaha kadar sınıflarımızda bekledik. Ha şimdi çağıracaklar, ha birazdan çağıracaklar da ihtilal yapıcaz diye. Bir türlü çağırmadılar. Öyle alındık ki.

 

 

Tüneğinde vurulan tavuklar

21 Mayıs 1963 sabahı. Muhafız Alayının otobüsüne bindirildik. Harb Okuluna dönüyoruz. Ben koltuğa oturur oturmaz başımı dirseklerimin arasına gömdüm. Halkın bakışlarını görmek istemiyordum.

Hareket ettik.

Yanımdaki koltukta oturan arkadaş bir süre sonra dirseğiyle dürtü. "Kana bak!" dedi. Baktım. Okula gelmiştik. Koru duvarının dibi sofra genişliğinde kan olmuş. Bunun öyküsünü sonra sınıf arkadaşım Yüksel Ulukal’dan dinledim.

Koruda duvarın üstünde birinci sınıftan bir arkadaşla oturuyorduk. Ölümden filan söz diyorduk. Bir uçak geldi. Koruyu önce bir süzdü. Pilota el salladık. Sonra yine geldi. Birden üstümüze ateş etti. Duvarın arkasına düştüm. Kalktım.

Arkadaş duvarın önünde çırpınıyordu. Mermi tam tepesine denk gelmiş. Başından bilek kalınlığında kan fışkırıyordu. Kucağıma aldım. Bir şey söyler mi diye ağzına eğildim. Acayip sesler çıkarıyordu. Yakında bir cip vardı. Ona götürdüm. Ama cipe koyduğumda ölmüştü.

Sonradan farkına vardım. Mermi beni yanlamasına görüp yalnızca sıyırtmış. Ben o itmeyle düşmüşüm. Sonra arkadaşın başına saplanmış.

Tavukların, tüneğine saklanması gibi okulun korusuna saklanan Harbiyelilerin kime ne zararı vardı ki üzerlerine uçaklardan ateş açıldı? Onların ölmesinin kime ne yararı oluyordu? Belki Muhafız Alayına ateş açan pilot ta aynı kişiydi. Ama bu hareketle ilgili olarak hiç bir hava subayı yargılanmadı.

 

ARA YORUM 2:

Havası boşaltılan komutan

Yazan: Güneri Civaoğlu (MİLLİYET, 24 Mayıs 2003):

İsmet İnönü'nün şu sözü siyasetçiler için asker dersidir: "Her gece her mahfelde, her orduevi lokantasında bir kaç genç subay Türkiye'yi kurtarır. Bazıları ihtilal de konuşur."

İsmet Paşa asker ocağından gelmiştir. Karargahın, kışlanın nabzını iyi bilirdi. Mahfellerdeki, orduevi lokantalarındaki bu söyleşilerin ilacının sağduyulu komutanlar olduğunun elbette bilinciydeydi. Bu deneyim birikimini sonraki kuşak komutanlarına da yansıtmıştı.

İsmet İnönü’nün asker üzerindeki ağırlığında bu özelliği etkiliydi.

Örnegin. Onun başbakan olduğu 1960'lı yıllarda nerdeyse sabah erken kalkan, ihtilal yapacaktı. Kara Harb Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir'in ihtilal hazırlığı sır değildi. Ankara Oduevinin karşısındaki bahçede Albay Aydemir adına biz genç gazetecilere çay pasta sunulur, "Yakında bu servisi altın yaldızlı ay yıldızlı tabak ve fincanlarda yapacağız," denirdi. Yani Çankaya Köşkü’nün servis tabaklarında.

O günlerden birinde Paşa ansızın Harb Okulu'na gitme kararı almıştı. Çevresine, "İhtilal yapacak şu komutanı bir de ben yerinde göreyim," demiş.

Başbakan okula geldiğinde protokol gereği basta okul komutanı Aydemir olmak üzere Harb Okulu Komutanlığına bağlı tüm subaylar tek sıra olurlar. Çakı gibi dimdik, selam duruşundadırlar.



İsmet Paşa bu "tekmil" duruşundakilere asker ocağı ritueline uygun olarak "Merhaba arkadaşlar!" diye seslenir. Ardından tek tek tokalaşmaya başlar. Fakat Aydemir'in eline uzanmadan önce birden sol eliyle onun yanağını okşar. "Nasılsın bakayım?" Sanki çocukla konuşur gibi.

İsmet Paşa'nın damadı usta gazeteci Metin Toker, "İşte o anda ihtilal girişimi çöktü," diye yazmıştı. İsmet Paşa genç subayların önünde Aydemir'in havasını boşaltıvermişti.

Aydemir, İsmet Paşa kendi ayağıyla gelmişken ihtilal düğmesine o anda bassaydı işi bitirmişti. Oysa  artık genç subayların gözünde sadece yanağı okşanan ve "Nasılsın bakayım?" diye nerdeyse çocuk muamelesi gören biriydi artık.

Büyüsünü yitirmişti. Asıl büyüyen ise, ihtilalin karargahına kılı kıpırdamadan tek başına giden, İstiklal Savaşı Komutanı İsmet İnönü idi. Zaten Aydemir'in sonu hüsran oldu.



__________________
hasanakcay.net
allahindini.net
Yukarı dön Göster hasakcay's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasakcay
 
hasakcay
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 22 ocak 2008
Gönderilenler: 1236
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasakcay

Dünyam değişti.

 

 

Okula döndük. Ama benim sıcak yuvam değil yabancı bir yerdi burası. Sanki yeni kayıt oluyordum. Tedirgin.

 

Aslında yabancılaşan bendim. Aniden amansız düşmanlığa dönüveren dostluğa tanık olmuştum; ölüme, korkuya işkenceye. Yaşama farklı bir açıdan bakıyordum artık. 

 

Arkadaşların çoğu bizden önce gelmiş; "çocuklar gibi şen"diler.  

 

Herkes bir birine olay sırasında nerde olduğunu, neler yaptığını anlatıyor. Teslim oldukları yerlerde öyle iyi karşılanmışlar ki… Beyler, paşalar gibi ağırlanmışlar.

 

28 nci tümen komutanı General Nuri Hazer radyoevinin önündeki sekiz yüze yakın Harbiyeliyi GMC’lere bindirirken Nasreddin Hoca’nın göle maya çalışını anlatıvermiş: "Ya tutarsa!" 

 

"Bize kimse dokunamaz," diyor arkadaşlar. Bunun bir sürü nedeni varmış. Ama  mahkemeye verilmemiz için hazırlık yapıldığını da görüyoruz. Sınıflardaki sıralarımız, koğuşlardaki dolap ve yataklarımız tekrar tekrar arandı.

 

Bazı öğretmenlerimiz yüzümüze sanki boğulmaya götürülecekmişiz gibi kaygıyla bakıyor. Bazıları ise nefretle.

 

Bir İngilizce öğretmeni, tarih öğretmenine "Bunlar kendi komutanlarını vurdular; bu katillerden her şey beklenir!" demiş. O da demiş: "Hoca, hoca! Onların yerinde sen olsaydın babanı vururdun. Uykunun o tatlı saatinde alsın götürsünler de seni…"

 

Bir arkadaşın sırasında oturuyordum. Dalıp gitmişim. Önümdeki deftere TUTUKLANIYORUZ yazmışım. Arkadaş bunu görünce "Moral bozuyorsun!" diye çıkıştı. 23 Mayıs 1963’te ise gerçekten tutuklandık. Kararı sınıflarda yüzümüze okudular.

 

Suçumuz anayasayı ihlale fer’an katılmakmış. FER’AN ne demekse. Suçüstünde yakalanmışız. Elde yeterli kanıt varmış.

 

Bunun üzerine çoğumuzun morali bozuldu. Mecit Kocacıklı bayılmış. Almanca öğretmenimiz yüzbaşı Turgut Ekmekçi mendilini ıslatıp onu ayıltmaya çalışmış.

 

 

Ak gün kara gün dostları

 

Moral bozan bir şey de hiç gazete okuyamayışız, o yüzden bol bol dedikodu yapılmasıydı. Söylentiye göre gazetelerin çoğu kapatılmış.

 

Bir köşe yazarı demiş ki: "Siyaset yazmıyacağım diye söz vermiştim  ama bugün sözümden dönüyorum. Bin beş yüz tane bıyığı henüz terlemekte olan evladımı yitirmenin acısı içindeyim." Sonra İsmet Paşa’ya seslenmiş: "27 Mayıstan önce hükümete SİZİ BEN BİLE KURTARAMAM dersin, ihtilal olur. 22 Şubattan önce BU OKUL DARBE KOKUYOR dersin, darbe girişimi olur. 21 Mayıstan önce de DURUM VAHİM; ÜÇ DÖRT GÜNE KADAR HER ŞEY OLABİLİR dedin. Hepsini sen düzenledin!"  

 

Bir gazete şu başlığı atmış: İnönü HARBİYELİLER İMHA EDİLMİŞTİR dedi; buna biz de inanıyoruz.

 

Gazeteler olaydaki can kaybını duyururken erler için şehid, Harbiyeliler için ölü diyormuş. Heybenin ağır gelen gözüne biraz daha ağırlık koymaktı bu. Yanan içimiz temelli kavruldu. Üzüntümüzü duruşmada dile getirdik:

 

-Efendim, olayda canını veren Harbiyeliler aşağıya vatana hizmet edeceğiz diye indiler. Gazeteler onlardan ÖLÜ diye söz ediyormuş. Onu artık Allah bilir. Şehidlik rütbesini Allah verir. İnsanların onu işlerine gelmezse çok görüp işlerine gelirse layık görme yetkisi yok. 

 

Bizi yargılayan mahkemedeki askerî yargıç Mehmet Karaaslan onlardan söz ederken sürekli  şehid diyor ve uyarıyordu: Size kimse vatan haini diyemez. Duruşmalar devam ediyor. Sonunu kimse bilemez. Duruşma yargıcına göre o Harbiyeliler görevlerinin başında öldüler.

 

Biz yargılanırken Cemal Tural sıkıyönetim komutanıydı. Bizden SATILMIŞ SALDIRGANLAR diye söz ettiği öne sürüldü. Söylenti bu.   

 

Adıma "sanık talebe" diyorlar

Tahliye istedim; "yok be!" diyorlar 

"Aldandım," diyorum, "Deve!" diyorlar

Satılmış'ın oğlu Saldırganım ben.

 

Bir arkadaşımıza sözlüsü olan kız "Ben bir vatan haini ile evlenemem!" diye mektup yazmış. Bölük komutanı bunu okuyunca bunalmış. "Vatan haini değil o!" diye kendisi cevap yazmış.

 

Bir başka kız ise daha önce sözlendiği arkadaşımızı görmeye gelmiş. "Ben senin olası rütbeni değil kendini sevdim," diyerek basit bir törenle nişanlanmış.

 

Kısacası, bu olay bize ak gün kara gün dostlarımızı gösterdi. 



__________________
hasanakcay.net
allahindini.net
Yukarı dön Göster hasakcay's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasakcay
 
hasakcay
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 22 ocak 2008
Gönderilenler: 1236
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasakcay

İlk sorgular

 

İlk sorgular başladı. Bizi 10’ar kişilik kümeler halinde alt kattaki bir odaya götürdüler. Ama önce bülbül gibi konuşmamız için uygun ortamı sağladılar.

 

Lütfi Güleç ve Sabri Tümer gibi çok sevilen hocalarımız dediler ki,  "Bu sorgular ihtilalcileri ortaya çıkarmak için yapılıyor. Öğrencilere hiç bir kötülük gelmiyecek. Siz bildiğiniz her şeyi ayrıntısıyla anlatın."

 

Kendilerini anlamakta zorlandığımız bazı hocalar ise arkadaşlarımızı ıssız köşelere çekip uyardılar; bence korkuttular: "Bildiklerinizi saklarsanız kendinize yazık edersiniz."

 

Dört beş tane savcı vardı. Sonradan anladığıma göre, ben bunların en iyi kalplisine düşmüşüm. Masanın bu başındaki sandalyeye buyur etti, oturdum.

 

"Sen nerde görev yaptın?"  

-Tarım Bakanlığının önünde, efendim.

"Tamam. Oraya vardıktan sonra ne yaptın? Kısaca anlat."

-Efendim, önce Yüksek Denetleme Kuruluna ait yapının önünde bekledim. İsmet Öztürk’le birlikte…"

 

Olayı olduğu gibi anlattım. Sonra tutanağı okuyup imzaladım.

 

Bazı arkadaşlar tutanağı okumadan imzalamak zorunda kalmış. Savcılar, "Bize güvenmiyor musun?" demişler. "Sizi ölüme götürmüyoruz ya!" Duruşmada bu yüzden arkadaşların çoğu o ifadelerini reddettiler. "Benim söylemediğim şeyler yazılmış," dediler.

 

 

Demokrasi yok, sıkıyönetim var!

 

Olayın hemen ardından Önder Aydınlı, Nezihi Fırat, Zihni Çetiner, Kemal Ülkü Tanak, Tarık Uğur gibi bazı öğencileri bizden ayırdılar; önce okulda ayrı bir odaya koydular; sonra Mamak'taki "1 Numaralı Mahkeme"ye götürüp bizden ayrı yargıldılar.

 

Suçları galiba darbeyi önceden bilmek; darbeci subaylarla Harbiyeliler arasında köprü görevi yapmak ve olay esnasında elebaşılık etmekmiş.

Darbe girişiminden sonra okul komutanlığına getirilen Tuğgeneral Burhan Ercan bunlara kendisi dayak atarmış. Bildikleri her şeyi anlattırmak için.
Komutan, öğrenciyi üç dört subaydan oluşan bir çemberin içinde dövermiş. Öğrenci dengesini yitirip bir subayın üstüne düştü mü o subay tarafından komutanın nazik ellerine yeniden itilirmiş.

Bir ara Kemal Ülkü Tanak sınıfına bırakılmış. Her halde eşyasını toplasın diye. Onun halini gören sınıf  arkadaşları anlattı. Kemal'in dudakları, kaşları patlamış.

 

Duruşmada tanıklık eden bir subay da "Önder Aydınlı’nın dizlerinde yaralar gördüm," dedi.

Benim anladığıma göre olaydan önce ikili oynayanlar varmış. İster herkes gibi köstebek deyin onlara ister mahkemede bizim dediğimiz gibi yelkenci, darbe hazırlıkları onların gözü önünde yapılmış. Ele başılar biliniyormuş. 18 öğrenci.

 

Tuğgeneral Ercan  ön bilgilerini işte o ele başılara itiraf ettirip bir rapor yazdırmak istemiş.

Savcı, aynı zamanda kendisinin adli amiri olan okul komutanını desteklemiş. Sandalye arkasıyla Zihni Çetiner’in üstüne yürüyüp şöyle bağırmış: "Söyliycek misin yoksa seni parçalıyayım mı? Artık anayasa da yok demokrasi de. Sıkıyönetim var. Parçalarım seni; kimsenin ruhu duymaz."

 

Demokrasi yok! Sıkıyönetim var!

 

Bu söylentiler okulda yayıldı. Örneğin Komutan, o sanık öğrencilerden birine sorar:

"Alarmı kim verdi? Parolayı kimden örendin?"
Arkadaş, "Bilmiyorum," der.

Komutan yumuşar. Arkadaşa bir sigara uzatır. Bir güzel de yakıverir. Ve sorar:

"Sigarayı kimden aldın?"
Çocuk şaşkın: "Sizden, efendim!"

Komutan, arkadaşın karnına okkalı bir yumruk indirip oyununu tamamlar: "Sigarayı kimden aldığını biliyorsun da parolayı kimden aldığını neden bilmiyorsun?"

Sonunda istediklerini elde ettiler. Rapor yazıldı. O da şöyle olur:

Tutuklandığımız andan itibaren er konumundaydık. Bize elbet er muamelesi yapılacaktı; öyle yapıldı: er yemeği, er sigarası, er sabunu verildi. Bazı 
arkadaşlar sabunları beğenmeyip pencereden atmış. Disiplini bozdular diye onlar da tecrit cezasına çarpılıp "raporcu" denen sanıkların yanına konmuşlar.

 

Bunlar birinci sınıftan idi; raporcular ise ikinci sınıftan. İkinci sınıf öğrencileri sanmışlar ki bunlar da kendileri gibi olayı önceden bilmekle suçlanıyor.

Olayı önceden bilen bazı öğrenciler elini kolunu sallayıp ortalarda dolaşırken bu suçsuzların tecrit edilmesi raporcuları üzmüş. Kendi aralarında anlaşıp komutana çıkmışlar:

"Efendim," demişler. "Bakın, siz bize ölümüne baskı yaptığınız zaman bile ağzımızdan bir kelime alamadınız. Ama şimdi bazı haksızlıkları gidermek ve Harb Okulunun onurunu kurtarmak için bazı gerçekleri açıklamak istiyoruz. Bunun sonucunda bazı arkadaşlarımız serbest bırakılacak, bazıları  tecride alınacak. Sizden isteğimiz: birinci sınıf öğrencilerini bizden ayırın; bize rahatça çalışacağımız bir oda sağlayın; sigara verin; traş olabilelim."

Komutan subaylarına danışmak için sanıkları dışarı çıkarmış. Sonra yeniden içeri alıp "Tamam," demiş. "İstekleriniz yerine getirilecek. Ama disiplini sağlamak amacıyla başınıza bir subay koyacağım." Önder Aydınlı, "Hay hay, paşam!" demiş.

Günuğur Tecimen, Ergun Karlı, Tarık Uğur, Zihni Çetiner, Nezihi Fırat o raporculardan benim yakınen tanıdıklarım.

Bir kısmı hemen o gece aramızdan alınıp kendilerine ayrılan odaya götürülmüş. Yeni gelenler yeni adlar vermişler. Herkes aklına geleni söylemiş. Birisi de verilen adları kurşun kalemle bir kağıda yazmış. Kağıdın üstüne 22 ŞUBAT ÖNCESİ başlığını atmışlar. İmzalamışlar.

Ama imzalamayı reddedenler de olmuş. Başlarındaki subay, "İmzalamak sizi sorumlu yapmaz," demiş. "Ben hukukçuyum. İmza yüzünden size hesap soran olursa beni çağırın." Adresini vermiş. "Zaten, siz burada bulunduğunuz için imza atıyorsunuz" demiş, "sorumlu olduğunuz için değil."

18’LER RAPORU böyle hazırlanmış. Yasal sorgulamadan ayrı olarak ve baskı ile. Ama yasa dışı o rapor savcı için esas kanıt olmuş; istisnasız bütün öğrencilerin mahkemeye verilmesine yetmiş.



__________________
hasanakcay.net
allahindini.net
Yukarı dön Göster hasakcay's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasakcay
 
hasakcay
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 22 ocak 2008
Gönderilenler: 1236
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasakcay

Duruşma başlıyooor!

 

Hesap verme vakti geldi. Duruşma salonundayız. Aslında okulumuzun kapalı spor alanı burası. Salonunda spor yapar, sahnesinde oyunlar sergiler ve ülkemizin ses sanatçılarını dinlerdik.

 

1944 ASKERİ MAHKEME HEYETİ GÖRÜNÜŞ FOTOĞRAF

 

Sahneyi mahkeme kurulu için kürsü haline getirmişler; o bildik ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR özlü sözüyle, terazi resmiyle, TSK forsu ve bayraklarla süslemişler.

Mahkeme kurulu yerini aldı. Duruşma yargıcı ortada; yargıcın bize göre solunda kurulun başkanı olan general, sağında kurulun üyesi olan kurmay albay oturuyor.

Sol uç, savcılara ait. Oraya bir mikrofon koymuşlar; mikrofonun arkasında başsavcı, onun da arkasında iki savcı.

Salonda sekiz yüzü aşkın öğrenci var. Sandalyeler o kadar sıkışık ki öğrenciler omuz omuza oturuyor. İçerde kendilerine yer bulunamayan altı yüz kadar öğrenci de dışarda oturuyor. Camiye sığmayan cemaat gibi.

Duruşma yargıcı yüzbaşı Mehmet Karaaslan: İŞİNİ BİLEN, dayanıklı, zeki, belleği güçlü, anlayışlı ve dürüst bir hukukçu. Eğer başkan ve üye de onun gibi nitelikli olsaydı mahkum olanların  sayısı yirmiyi geçmezdi.

Kurul başkanı tuğgeneral Nihat Günaşan: Gülüveren, ağlayıveren biri. İnci gibi takma dişleri var. Rütbesine göre oldukça dinç. Hukuk bilgisi? Sıradan bir asker ne kadar bilirse o kadar. Söylendiğine göre o gece olaya kendisi de karıştığı için olup bitenden haberli; o yüzden kararlarını kendi yaşadıklarına dayandırma eğiliminde. Hukuğu pek umursadığı yok.

Kurul üyesi kurmay albay Haydar Topçak: Generalden daha ciddi görünen biri. Halden anlıyor gibi. Söylendiğine göre olaya o da karışmış. Ve ilk sorgulama sırasında okul komutanı Burhan Ercan’ın yanındaymış. Komutanın "ne naneler yediği"ni biliyor. Hukuk öğrenimi gördüğü sonradan söylendi. Saçı yok ama dinç bir asker. Çakır gözlü.

Duruşmada sorgulama, numara sırasına göre yapıldı. Önceleri mikrofon başında biraz TUTUKLUK yaptık. (Aman ne çirkin kelime! TUTUKLU olmayı çağrıştırıyor.) Giderek alıştık.

 

Yargıç hemen hemen herkese şunları sordu. (Y: yargıç, S: sanık)

Y: Okul kapısındaki yabancıları görmedin mi?
S: Gördüm. Ama tabur komutanımız da orda olduğu için kötülük yapacakları hiç aklıma gelmedi.

Y: Neden yabancı subaylara itaat ettin?
S: Çünkü onlar bizi tabur komutanımızın gözü önünde alıp gittiler. Okula yeni atandılar sandım.

Y: Harbokuluna atanan subaylar gece mi gelir?
S: Olağanüstü bir geceydi. Olağanüstü atamalar yapılmış olabilirdi.

Y: Genelkurmay binasından size niçin ateş edilir?
S: Onu ben de anlamadım, efendim.
Y: Yaa! Biraz garip olmuyor mu? Öyle oluyor.

Y: Radyoevinde sabaha kadar ne yaptınız?
S: Nöbet tuttuk, efendim.
Y: Ne nöbeti?
S: İçeriye sivilleri bırakmadık. Yağmayı önledik.
Y: Bakın, onca askerî polis var. Neden siz tutuyorsunuz nöbeti? Sınavlarınız da varmış...
S: Bize "Nöbet tutacaksın!" dediler; tuttuk. Askerlikte erden mareşale kadar herkes nöbet tutar.

Y: Askerlik sınavından kaç aldın sen?
S: Yüz, efendim. (Gülüşmeler.)

 

Bayan asker nöbette


Y: Peki, sabaha kadar "Siz hükümete karşı geliyorsunuz!" diye uyaran olmadı mı?
S: Hayır.
Y: Kültürlü bir Harbiyeli olarak hiçbir şey sezmediniz mi?
S: Kuşkulu bir şey yoktu.

Y: Niçin hepiniz radyoevine gittiniz? (Salonda, "İpini koparan oraya gitmiş!" fısıltısı.)
S: Arkadaşlar oraya gidiyordu; ben de gittim.

Y: Aşağıda bastırılmış bir ayaklanma belirtisi gördün mü?
S: Hayır, efendim.
Y: Neden okula dönmedin öyleyse?
S: Bize bir görev verilmişti, efendim. Bizi oraya nöbetçi kurulu yollamıştı. Onun geri alması gerekirdi.



__________________
hasanakcay.net
allahindini.net
Yukarı dön Göster hasakcay's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasakcay
 
hasakcay
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 22 ocak 2008
Gönderilenler: 1236
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasakcay

En iyi savunma, saldırıdır.

 

Giderek nerdeyse herkes aynı şeyleri söyler oldu:

-Alarm dolayısıyla kalktım.
-Tabur komutanımız okul kapısında gülümsüyordu.
-Genelkurmayın önünde ateş yedik.
-Talat Aydemir’i iki tomsonlu arasında görünce tutuklandı sandım.

-Turgut Alpagut’u hademe sandım.
-"İsyan olmuş; bastırılmış; biz aşağıya nöbet tutmaya gidiyoruz," dediler.

"İsyan olmuş; bastırılmış; biz aşağıya nöbet tutmaya gidiyoruz," dediler. Çocuk mu kandırıyorduk; kim ciddiye alırdı bunu?

 

Önce avukatlar ciddiye aldı. Üzerine "Herkes böyle söylesin!" yazdıkları bir kağıdı bize ilettiler. Kağıt elden ele dolaştı. Artık her Harbiyeli ifadesinde "’İsyan olmuş, bastırılmış; biz aşağıya nöbet tutmaya gidiyoruz’ dediler" diyordu. O kadar çok kişi söyledi ki bunu sonunda yargıç ta acaba doğru olabilir mi diye merak etmeye başladı. Sorularını artık ona göre soruyordu:

-Aşağıda bastırılmış bir isyan belirtisi gördün mü?
-Sizi kimse uyarmadı mı?
-Hiç bir şey sezmedin mi?
-Belirti görmeyince neden okula dönmedin?


Savunmayı bırakıp saldırıya geçtik:

-Komutanlarımız bize sahip çıkmadılar; bizi aramadılar.
-Genelkurmay binasından bizi uyarmayı bırak ateşe tuttular.
-Orduevinin önündeki subaylar, "Harbiyeliler! Esnek olun! Rüzgarın yönüne göre yelken açın!” diyordu.

-Nöbetçilere, devriyelere ne olmuştu o gece? İhtilalciler niçin elini kolunu sallaya sallaya okula gelmiş? Nizamiye dersen yol geçen hanı.

 

 

-Uçaklar hem bildiri dağıtıyor hem de onu almak isteyen öğrencilere ateş ediyordu.


-Başbakanın, "Durum vahimdir; üç dört güne kadar her şey olabilir!" dediği bir anda Harb Okulunun kapıları yabancılara neden sonuna kadar açıldı?

-Bizimle birlikte olan erler mahkemeye verilmedi. Demek ki suçumuz Harbiyeli olmak.

 

*

 

O gece nöbetçi erler kapıdaki yerlerindeymiş ama okul emekli, vazifeli bir sürü subayın girip çıktığı arı kovanı gibiymiş. Erler çaresiz kalmış.

 

Er Zühtü Özkurt: Okul kapısında nöbetçiydim. Aydemir geldiği zaman öğrenciler kapıdaydı; onu gördüler. Cemselerle aşağı gitmeye devam ettiler. Başlarında yabancı subaylar vardı.

 

Er Gürkan Tükelman: O gece okul kapısında nöbetçiydim. Öğrenciler nöbetçi amiri yarbay Behzat Tanıl’a "Arkadaşlar kalktılar; koğuşlardan  ayrıldılar," dedi. Yarbay "Koğuşlara dönün!" dedi. Sonra bir suvari subayı geldi. Öğrenciler onunla kucaklaştılar; "Emrinizi bekliyoruz!" dediler. Bir kısmı aşağıya gitti; bir kısmı gitmeyip okulun dış güvenliğini sağladılar; bir kısmı da hazır beklediler. Aşağıya cephane sevkettiler. Talat Aydemir saat yarım ile bir arasında geldi. Öğrenciler onu gördüler. Aydemir, okulun nöbetçi amiri ile tokalaştı. Okulun önündeki lambalar yanmıyordu. Öğrencilerin niçin aşağıya gittiklerini bilmiyordum. Sonra öğrendim. Radyo evine gitmişler. Koğuş nöbetçileri arkadaşları tutamadıklarını söylediler.

 

Er İbrahim Divriz: Depo nöbetçisiydim. Bir öğrenci deponun kapısını açmak istedi. "Yasak!" dedim. On-onbeş kişi üzerime çullandı. Kapıyı kırdılar. İç avluda silah atıldı.

 

Nöbetçi erlerin mahkemede tanıklık ederken söyledikleri bunlar. Ancak, onların duruşmadan önceki ifadeleri nöbetçi subaylar tutuklanmadan önce alınmıştı. "Subayların aleyhine hiçbir şey söylemeyin!" diye uyarılmışlar.

 

Tanıklık ederken o ilk ifadelerini tekrarladılar.

 

Nöbetçi subaylar öteki mahkemede yargılandı. "Görevimizi hakkıyla yapamadık, öğrencilere sahip çıkamadık; vicdan azabı çekiyoruz," demişler. O mahkemedeki duruşmaları izleyen bir avukatımız onların bu sözlerini bizim mahkemeye aktardı.

 

 

Kahkahalar


Duruşma sırasında bol bol, hem de kahkahalarla gülüyorduk. Güldüğümüz şeyler ise arkadaşların abuk sabuk sözleri. İşte onlardan bir kaçı:

-Yürüye yürüye radyoevine yürüdüm.
-Anonos (anons) manonos duymadım.
-Çok karanlıktı; anons duyulmuyordu.
-Sınıfta ders çalışıyordum; "Alarm vaaar!" feryatlarıyla uyandım.

-Sayın savcıya bize ağabey gibi davrandığı için teşekkür ederim. ("Yağcıııı" sesleri.)

-Merdivenin üstünde apartman vardı (??!!).
-Hani nizamiyede duvar gibi direkler... ("Sütun! Sütun!" sesleri.)

-Ne var; ne oluyor; kim kimi yiyor diye merak ettim.

-Uçak bildiri ve bomba gibi bir şeyler atıyordu (Yok, armut atacaktı!)

 

 

-Bildirileri tuzak olarak kullandılar; onları almaya çalışanlara ateş açtılar.


-Üsteğmen "Valla kardişim, ben yeni evlendim; beni bu işe karıştırma!" dedi.

-"Alarm vaaar! Yangın vaaar! Fasulye kazanı patladı!" feryatlarıyla uyandım.

-Ben köşede doksan derece gibi duruyordum (??!!).
-O menfur gecede ben de koruda uyudum...
-Kurmay albayla kucaklaştık. O ağladı; ben ağladım

-Ben radyoevine gitmedim ki; onun bitişiğindeki Kız Tekniğe gittim. Orda kız arkadaşım vardı; zaten onu görmeye her zaman giderdim.

-Belki bir daha gelemem diye radyoevinde son bir tur attım.

 

-Bölük komutanımız bizi öyle kolay kolay başkasına kaptıracak biri değildi. İri yarı, güçlü kuvvetliydi. Bir vuruşta iki kişiyi yere sererdi. Demokrasi hakkında bize nutuk ta çekerdi.

 

 

Yargıç ta işin gırgırında.

 

Duruşma yargıcı, gülüşmemizi anlayışla karşılıyor gibiydi. Öyle ya, temmuzun o kavurucu sıcağında nerdeyse kucak kucağa oturuyorduk. Ne kadar zor durumda olduğumuzu görüyordu. Bazen o da şakaya vurdurup kendimizi avutmamıza yardım etti.

 

Onun şakalarından bir kaçı:

Bir arkadaş aşağıya hazırlıksız indiğini, picamasını dahi doğru dürüst giyemediğini anlatıyordu. "Efendim," dedi; "pejmürde haldeydim; picamamın etekleri dahi dışardaydı."

 

Yargıç: Toplasaydın sen de. Soksaydın eteklerini pantolonuna!

Başka bir arkadaş anlatıyordu: "Bir eve gittim. Kapıyı çaldım. 'Allah rızası için açın! Tanrı misafiriyim,' dedim. Allah razı olsun; açtılar."

Yargıç: Tabii açarlar. Elinde silah vardı.

 

Tanrı misafiri

Yargıç fırsat doğdukça, bizim deyimimizle, savcıyı "morartırdı". Bir defasında üzerinde durulan konu Genelkurmay binasından açılan ateşti. Başsavcı, "Genelkurmaydan ne kadar silah ateş etmiştir, tanığa sorulmasını istiyoruz," dedi. Yargıç, "Bilir mi o!" dedi; "Hem neye yarıyacak?" Yine de sordu:

"Saydın mı kaç mermi atılmıştır ordan?"

Bir defasında yargıcın dalgınlığına geldi. Savcının soruları bitmeden sanıkların sorularına geçildi. Savcı soru sormak istedi. Yargıç, "Herkes sırasını bilsin, canım! Sizin sıranız geçti," dedi.

 

Savcı: Ama efendim, bizim sorularımız bitmemişti ki.

Yargıç: Hah. Şimdi sen haklısın.

Çalışma saati çoktan dolmuştu. Ama duruşma hâlâ sürüyordu. Sanıklar sabırsızlandı. Salondan ikide bir "Gereği görüşüldü!" sesleri geliyordu.

Sonunda yargıç, "Gereği görüşüldü," dedi. Tabii bütün salon da onunla birlikte. Hattâ "Yaşa!" diye bağıranlar, alkışlayacak gibi yapanlar bile vardı.

Yargıç gülümsedi: "Uzatırım haaa!"



__________________
hasanakcay.net
allahindini.net
Yukarı dön Göster hasakcay's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasakcay
 
hasakcay
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 22 ocak 2008
Gönderilenler: 1236
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasakcay

Erkek general

 

Biz böyle güle duralım, buna fena öfkelenen biri varmış: okul komutanı tümgeneral Burhan Ercan. Bizi yemekhaneye topladı; gözlerinden ateş saça saça şu konuşmayı yaptı:

Son zamanlardaki davranışınız hiç te hoş değil. Onun için bu konuşmayı yapmak zorunda kaldım.

 

21 Mayısta işlediğiniz suçun hesabını veriyorsunuz. Bu arada biz de size şartların elverdiği muameleyi yapıyoruz. Bizim muamelemiz sizin tavrınıza göre olacaktır.

İçinizden biri avluda bir subayımdan HERİF diye söz etmiş. Haddine mi düşmüş! Eğer her hangi biriniz her hangi bir subayıma saygısızlık ederse hepinizi tek tek cezalandırırım.


İçinizde ailesine yazdığı mektuplarda Mamak'takilerden hâlâ hayranlıkla söz edenler var. Talat Bey de kendi hesabını orda veriyor. Niye aranızda değil? Niye sizi korumuyor?

Mahkeme komedi değildir! Duruşma salonu tiyatro değildir! Sizin o gece yediğiniz nane de övünülecek bir şey değildir. Siz burda gülün... Millet te size gülüyor. Utanmayı bırakmışsınız siz! Ahlaksızlık bu yaptığınız.

Harbiye olarak tarihimizde ilk kez (?) hükümete isyan ettiniz. Harbiyenin adına leke sürmeye hakkınız yoktu. Burası eşkiya yuvası değildir! Askerliği sevmiyorsanız defolup gitseydiniz.

Kendinize güveniyorsanız duruşmada doğruyu söyleyin. Yok, "Üşüdüm de radyoevine ısınmak için girdim..." Yok, "Kız arkadaşımı görmek için Kız Tekniğe gitmiştim de radyoevine uğradım..." Bari erkek olun! Askerlik erkeklerin işidir. Erkek ne durumda olursa olsun erkektir.

Bundan sonraki muamelem sizin hareket tarzınıza göre olacaktır. Beni zorlamayın. Bu kadar!


Okul komutanının adı ondan sonra "Erkek General"e çıktı. Aslında kendisini aslan sanan bir kediydi ve biz onun sefil fareleri.

 

"Erkek General geliyor!" dendi mi önce kaçacak delik arar, sonra kedinin önündeki fare gibi yazgımıza boyun eğip beklerdik.

 

 

Örneğin sınıfta ceketsiz durmamıza izin verildiği halde Erkek Generale ceketsiz yakalanıp hücre hapsine çarpılmak sıradan bir olaydı.

 

 

ARA YORUM 3:

Tam demokrasi

 

Bizim Erkek General ateş püskürüyor. Neden? Harbiyeliler olarak tarihimizde ilk kez (?) hükümete baş kaldırmışız da ondan. Harb Okulu eşkiya yuvası değilmiş!

 

Elbet doğru söylemiyor. Bundan yalnızca üç yıl önce de askerî paşalar Demokrat Parti iktidarına el koyarken yine Harbiyelileri kullanmışlardı; Harb Okulu o askerî darbede de hükümete baş kaldırmıştı.

 

21 Mayıs, 27 Mayıs’taki yapay depremin artçısıdır; o kadar.    

 

Peki, 27 Mayıs neden olmuştu? Darbeci paşalara sorarsanız iktidardaki Demokrat Parti  "şeriat"ı geri getirmek için elinden geleni yapıyordu ve o amaçla demokrasiye son vermek üzereydi de ondan yani Lutfen Forumu zor duruma sokmayalimçülüğe savaş açmış olan "irtica"yı önlemek için demokrasiye ara verdiler.

 

Askerî paşaların bu iddiası hava civadır. İrticayı önlemek bahanesiyle yapılan her hükümet darbesinden sonra irtica katlanarak artar. Darbeler irticayı önlemiyor; tam aksine, körüklüyor.

 

Sorun ordu değil, din değil. Sorun postallı-tanklı paşaların orduyu, sarıklı-minareli paşaların da dini istismar etmesi. Kalplerinde hastalık bulunan o askerî ve dinî paşalar kendi çıkarları için iktidar kavgası yapıyorlar.

 

Sözü edilen, ister sivil darbe olsun ister askerî, ister kanlı ister kansız... oylarımızı özgür irademizle vermemize engel olan herkes "darbeci"dir. Örneğin cemaatlerin hocafendi denen önderleri.

 

  

 

Seçim yaklaşıyordu. Bir cemaatin bağlısına sordum: "Oyunuzu bu kez hangi partiye vereceksiniz?" Cevap: "Daha emir gelmedi. Hocafendi hangi partiye derse ona vereceğiz." İyi ama Allah emaneti kime verin diyor; hocafendi hangi partiye derse ona mı ya da ehline mi? (4:58)


Zavallı demokrasimiz, danışıklı dövüşüyor izlenimi veren bu iki
"darbeci"nin arasında kalmıştır, sürekli şamar oğlanı muamelesi görür. Şamarı bir ondan yer bir bundan. O yüzden hep çocuktur. Bir türlü büyüyüp tam demokrasi olamaz.

Oysa halka bıraksalar tam demokrasi gelecek. Halk olarak biz bunu kanıtladık. Örneğin, tek partili baskı yönetimini sevmedik. Halk yönetimini istedik hep.  

              

DEMOKRASİ halk yönetimi demek.

1950'de ucu görülen
"çok partili yönetim"i o yüzden biraz da aşırı sevgi gösterileriyle karşıladık. Tıpkı (yırtık garın) Memedalı dayımın yaptığı gibi. Hani evinden köy kahvesine "Yaşasın Demokrat Parti!" diye bağıra bağıra geldiydi. 

 

Sonra Türkiye enflasyon canavarıyla tanıştı. Her gün zam her gün zam. Ve ardından istifçiler sökün etti. Mıgırdıç Şellefyan onlardan biriydi. Adnan Menderes’in millet vekili.

Şellefyan sonra anılarında anlattı. Yurt içinde
demir üretimi durunca dışardan bir tır dolusu sac almış. Fiatlar fırlamış. Şellefyan ellerini oğuşturuyor. Menderes, "Bekle!" demiş. Fiatlar fırlamayı sürdürüyor. Menderes  hâlâ "Bekle!" diyor. Sonunda Şellefyan "Bana bu yeter!" demiş. Satmış. Ve birden zengin olmuş. Yüce Rabbim, "Yürü ya kulum!" demiş; ve Şellefyan, Teneke Kralı olmuş. Artık kimse tutamamış onu. Ta 27 Mayıs’ta ordu  iktidara el koyana kadar.
Darbeden sonra Şellefyan, pır, yurt dışına.

Enflasyon bol para demekti. O sayede Memedalı dayımın da cebi  para gördü. Ama o yakınıyordu: "Ben cebimde ne gada çok  para olduuna bakman, arkedeş" diyordu. "O parayna ne alıyon ona bakarın."

 

Yani Demokrat Parti, Memedalı dayımın gözünden düşmüştü gari. Ama o bir sığır çobanıydı. Kırlarda tek başına gezen insanların çoğu gibi inatçıydı. Her halde 1957'de yine DP'ye oy vermiştir. İnadına.

Ama pek çok kimse oy vereceği partiyi değiştirdiydi. Yani halk, demokratik yetkisini bir güzel kullanıyor, görevini yapamayan iktidarı, halk yönetimi uyarınca cezalandırıyordu.

 

1957 seçimlerinde muhalefetin aldığı oylar, kullanılan toplam oyların yüzde 53’ü idi. Yarıdan fazla. İktidardaki DP’nin oyları ise yüzde 57’den 47’ye düşmüştü. 10 puan.   

 

1954/ DP: 57. CHP: 35

1957/ DP: 47. CHP: 41

 

Gidiş onu gösteriyordu ki bir sonraki seçimde DP iktidardan halkın oylarıyla düşecek, CHP iktidara yine halkın oylarıyla gelecekti. Demokrasi işleyecekti.

 

 

Doç Dr Halil Berktay’ın Neşe Düzel'e verdiği söyleşiden.

 

Seçimler yapılsaydı, CHP iktidara gelirdi. Bütün belirtiler bunu gösteriyordu. Muhalefetin çığ gibi büyüdüğünü, DP'nin muhalefette kalacağını gösteriyordu. DP'nin kesinlikle seçimleri yaptırmayacağını ve iktidarı terk etmeyeceğini söylemek, "27 Mayıs'tan başka çıkar yol yoktu," demek asla mümkün değildir. 1960 koşullarında iktidara ilelebet yapışma olasılığı yoktu aslında.

 

Demokrat Parti'de de böyle bir kapasite yoktu. DP öyle çok hegemonik, monolitik bir yapıya sahip, muazzam kadroları olan bir faşist ya da komünist parti falan değildi. Liderliğinin diktatoryal eğilimleri vardı ama DP mutlaka parçalanırdı. Zaten parçalanmalar da olmuştu.

 

DP keşke demokratik yoldan tasfiye edilebilseydi... Zira 27 Mayıs kendisiyle sınırlı kalmadı, diğer darbeleri kolaylaştırdı.

 

Sözün özü, demokrasiyi halkımıza çok gördüler. 27 Mayıs 1960'da bazı askerî paşalar iktidara el koyup halkın temsilcilerini tutukladılar; yargıladılar; astılar.

 

 

Demokrat Parti genel başkanı Türkiye Cumhuriyeti başbakanı Adnan Menderes

 

Kör ölür badem gözlü olur ya. DP de aklandı, büyüdü, efsaneleşti. Ednan Menderes erenlere karıştı; akşamları "demir kır at"ına atladığı gibi ülkemizin mavi göklerinde uçmaya başladı. "Napıyo benim halkım? Nasıl yardım edebilirim?" diye.
 
Fırsatçılar hemen partilerini kurdular. Amblem olarak "demir kırat"ı seçtiler. Kuran, bayrak öpüp "Gözlerimin içine bakın; ne demek istediğimi anlarsınız!" dediler.
Mağdurları oynadılar; iktidara yine geldiler; halkın malını yine tıka basa yediler.

 

Zaten onlar hep birer Mıgırdıç Şellefyan'dı; hep iktidar denen suyun başındaydılar.


Suyun başındaki, önce kendi tarlasını sular. Sonra adamlarının, sonra adamlarının adamlarının tarlasını. Ve en sonunda bi gıdım su kalırsa eh onu da halka koklatır.

O suyun hakça kullanılması için yönetimin arkasında halkın bulunması gerekir. İşte bu tam demokrasi demek. İktidarın ASKERÎ ya da DİNÎ her hangi bir müdahaleyle değil halkın oylarıyla gelmesi ve o suyu, halka hesap vereceğinin bilinci içinde paylaştırması demek.

Türk ulusu olarak biz bu minareli paşalara ve tanklı paşalara ne zaman "Sen çekil aradan!" deyip oylarımızı özgür irademiz ile kullanırsak TAM DEMOKRASİ o zaman hayata geçecek.



__________________
hasanakcay.net
allahindini.net
Yukarı dön Göster hasakcay's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasakcay
 
hasakcay
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 22 ocak 2008
Gönderilenler: 1236
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasakcay

Mermi dağıtan bennnn!

 

Benimle ilgili iki sorunu kendim çözmek zorundaydım çünkü o kadar çok sanık vardı ki avukatlar tek tek her sanığın üstünde duramazdı.

(1)O gece okuldan ayrılışım.

 

İlk sorgulamada şöyle demiştim: "Ben kalktığımda nerdeyse herkes gitmişti. Koğuşta iki ya da üç kişi kalmıştı. Silahım ve palaskam yerlerinde değildi. Telaş içinde rastgele bir silah aldım ve bir başkasının palaskasını kuşandım."

Ben böyle demiştim ama Bircan Sevgör adında bir arkadaş beni yalanlıyordu. Bircan, ihtilalci Nihat Conguroğlu'nun emrinde depodan mermi sandığı çıkarmış; sandığı kırıp arkadaşlara mermi dağıtmış.
İlk sorgulama sırasında çenesine dur diyememiş garibim; duyduklarını gördüm, gördüklerini yaptım diye ballandıra ballandıra anlatmış.

 

"Hasan benimle birlikteydi," demiş. Ama Hasan'ın soyadını bir türlü anımsayamamış. Bölüğün fotoğraflarını önüne koymuşlar.  Benim fotoğrafımı gösterip "Burda bir Hasan var; o olmasın?" demişler. Bircan, "Evet!" deyivermiş.

 

Böylece o gece ben bölüğüme yetişme telaşında olmadığım gibi son derece soğukkanlı bir şekilde silah deposunun kapısını kırmışım; mermi sandığı taşımışım; mermi dağıtmışım.
 
Bircan, sonra gelip benden özür diledi. "Yanlışımı duruşmada düzeltirim," dedi. Ama, her halde heyecandan, o düzeltmeyi yapamadı.

Sonra İlhan Duysak adında bir arkadaş kalktı; "Tarım Bakanlığının önünde Önder Aydınlı'yı araçları çevirirken gördüm," dedi. Önder "Biz kemalistler!" diye bağırıyormuş.

Anlaşılan bu da gevezenin biriydi. Savcı onun ifadesine dayanarak Tarım Bakanlığının önündeki herkesi, o arada bizi, "Önder Aydınlı ile işbirliği yaptı," diye suçlayabilirdi. Söz aldım.

 

"Efendim," dedim. "Ben de ordaydım. Önder'i görmedim." Yargıç, İlhan'a "Açıkla!" dedi. İlhan, "O görmemiş olabilir; ben gördüm!" dedi. "Ben kavşağa daha yakındım. Önder ordaydı."

Benim  bu çıkışıma bazı arkadaşlar ve avukatlar tepki gösterdi. Avukatlar bir kağıt gönderdi. Üzerinde "Birbirinizi Hasan Akçay gibi yalanlamayın!" yazıyordu. Kağıt elden ele dolaştı.

İfade sırası Hasan Şenerbay’a geldi. Hasan, mermi sandığı taşıdığını söyledi. Bunun üzerine ben yine söz aldım.

"Hasan Şenerbay mermi sandığı taşıdığını belirttiğine göre Bircan Sevgör yanlışını düzeltsin," dedim. Yargıç, Hasan'a sordu: "Sen mermi sandığı taşıdın mı?" Hasan bu kez, "Hayır!" dedi.

Yargıç: Zaten bunun esasla ilgisi yok.

Yerime otururken bazı arkadaşların homurdadığını duydum. Ama öteki bazı arkadaşlar da beni savunuyordu. Salonda duygularını gemleyen yok gibiydi. Topluluğun altıncı duyusu en ince ayrıntıları bile yakalıyor, haklı ya da haksız bulduğunu hıçkırık, kahkaha, mırıltı, homurtu ile hattâ yuh çekerek belirtiyordu.

Yargıç hoş görülüydü. Tepkiler aşırıya kaçarsa kaşlarını çatıp "Bir Harbiyeliye bu yakışmaz!" demekle yetiniyordu.

Salonun bu tepkisinden hep çekindik; birbirimizi suçlamadık. Yalnız, taburlar birbirinden ayrı yerlerde tutulduğu için İkinci Tabur öğrencileri Üçüncü Tabura suç atma eğilim ve cesaretini gösterdiler.

 

 

Bir çete gibi vuruşan bennn!

 

(2)Tarım Bakanlığı’nın önünde bizim grubun teslim oluş şekli.

Biz "Kendi isteğimizle hareketten çekildik, devlet güçlerine katıldık," diyorduk. Muhafız Alayından gelen bir rapor ise enterne edilmekten dem vuruyordu. Teslim alınanlar hakkında rapora iğnelenmiş imzasız bir listenin başlığı, ÇATIŞMA SONUCUNDA ETKİSİZ HALE GETİRİLENLER idi.

 

turk askeri catisma pkk resim

 

Bir çete gibi vuruşarak teslim olmuşuz.

 

Tabii bu durumda bizim Red Kid'imiz, Orhan Çokdeğer oluyor. Hani o gece kurşunlar sağından solundan vızır vızır geçip durmuştu da ona hiç değmemişti. İşte o kurmay albay.

 

Savcı, bizim gruptan olanlara sürekli "Kimle vuruşmuşlar?" diye sorulmasını istiyordu.

 

Erdoğan ifade verirken savcı  "Efendim," dedi. "Bunlar öyle öne sürdüklerinin aksine, kendiliklerinden teslim olmamış, bir çete gibi vuruşmuşlar. Elimizde bunu bildiren raporlar var. Niçin saklıyorlar? Erdoğan Gülsoy grubun başıymış..."

Erdoğan beyninden vurulmuşa döndü. "Vallahi efendim, bunu şimdi burda öğrendim. Yok öyle bir şey!"  Ağzı bir karış açık, sağa sola öyle bir bakışı vardı ki tam bir şaşkınlık içinde olduğu belliydi.

Sıra bana geldi. Ben de Erdoğan’ın durumuna düştüm. Yargıç: "Siz vuruşmuşsunuz..." dedi.  Ben: "Hayır!" Yargıç: "Tanıklar gelir sizi yalanlarsa utanmak var ama..." Kendimi kaybediverdim. "Efendim, ben ceza almaya razıyım eğer yalanla oluyorsa..." Yargıç: "Orasını biz biliriz. Doğru mu yalan mı biz biliriz."

Biraz kendimi toplamıştım. "Evet efendim. Başüstüne efendim."

Hepimiz o imzasız listenin Muhafız Alayında bizi dayaktan geçiren o yüzbaşı tarafından uydurulmuş duğuna inanıyorduk. Erdoğan şöyle akıl yürütüyordu:

"Yüzbaşı alayın adlî subayı. Önce, VURUŞANLAR başlıklı bir liste hazırladı. Ama Alay Komutanı onu onaylamadı. Yüzbaşı bunun üzerine başka bir liste hazırladı. Komutan onu onayladı. Yüzbaşı onaysız listeyi onaylı olanla birlikte Harb Okulu’na yolladı."

Özel olarak o yüzbaşıdan başka kim kötülüğümüzü isterdi bizim? Bu arkadan vuruculuk ta onun gibi kalleş birine yakışırdı doğrusu.

 

Odur, odur... diyorduk. Ondan her şey beklenir. Tanık olarak bi gelsin, soracağım: SEN NERELİSİN? Nereli olursa olsun kanından şüheleneceğim. Ve mahkum edilirim de son isteğim sorulursa "O yüzbaşıya dayak atmak istiyorum!" diyeceğim.



__________________
hasanakcay.net
allahindini.net
Yukarı dön Göster hasakcay's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasakcay
 
hasakcay
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 22 ocak 2008
Gönderilenler: 1236
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasakcay

Üçler, yediler, kırklar...

 

Bizim baş savcının mimikleri ve sesi de bir hoştu. Baritona yakın bir sesi vardı ve genelde tek düzeydi ama kelimeleri arka arkaya dizince son heceyi ya uzatırdı ya da yükseltirdi.

"Efendim yemişLEEEER, içmişLEEEER, gezmişLEEEER..."

Bana bizim köyün "çorap eskici"sini anımsatırdı. Kasabadaki sokak satıcısının işini köyde yapardı çorap eskici. Ama eşyasını el arabasında değil de sepette taşırdı: iğne, iplik, sakız, ayna, tarak, yüzük, küpe, tesbih... Ve karşılığında yünlü çorap eskisi, torba eskisi, kilim eskisi, arpa, buğday alırdı. Mallarını pazarlarken tıpkı bizim baş savcı gibi bağırırdı:

 

İğneLEER, iplikLEEER, aynaLAAAR, tarakLAAR vaaar. Çorap eskiSİYne, kilim eskiSİYne, torba eskiSİYne... Efendim, bu öğrenci Etimesgut'un akımını kesmeye gitmiş. Arkadaşları kaç kişiyMİŞ, kimlerMİŞ, nereye kaçmışLAR?

Baş savcının bu tür sorularına arkadaşlar genellikle aksilenip ters cevaplar verirdi: Etimesgut'un akımı mı? Bunu ilk kez sayın savcıdan şimdi duyuyorum! Orda akım mı var?

Ders yılının sonuna doğru KISIM BEŞLERİ denen bir örgüt oluşmuştu. Bazı arkadaşlar seçimle orda görev aldılar. Gûya yanlış davranmamızı önleyeceklerdi de üstlerimize zırt pırt muhatap olmayacaktık. Bir tür öz denetim.


"Örgüt"e seçilenler üç beş gün kendi aralarında toplanıp şu tür  kararlar almışlar: bir subay görüldüğünde yana çekilip selama durulacak, sabah erken kalkılacak, yataklar özenle yapılacak.

 

Ama çoğunluk ilgi göstermediği için unutuldu gittiydi.

Savcımız bir yerlerden o örgütlenmeyi haber almış; Harbiyeliler ile Talat Aydemir arasındaki köprü diye ardına düşmüştü. Mikrofona gelen her sanığa soruyordu: "Kısım beşleri, bölük yirmi beşleri hakkında sanığın bilgisi var mı?"


"Efendim, yoktur!"

Sanıklar bir noktaya kadar anlayış gösterdi ama savcı o kadar üsteledi ki sonunda bıktılar. Arkadaşlar başladı aksilik etmeye: "Üçler, yediler, kırklar"dan haberim yoktur!

Baş savcı bu tür cevapları aldıkça başını eğer, kızaran yüzünü elinin arkasına saklar ve homurdanırdı. Bence söverdi.

 

 

Üç maymunlar

 

Nerdeyse mikrofona gelen her sanık ilk sorgulamada verdiği  ifadesine itiraz ediyor, ifadeleri alan savcılara bindiriyordu:

O  ak saçlı var ya o ak saçlı!

Efendim, benim ifademi zabıt katibi aldı; savcı değil.

Savcı beni dinlemiyordu ki! "Yemek vakti geldi; seni mi bekliycem? " diyordu.

Efendim, ben "Aydemir'in okula geldiğini sonra öğrendim," dedim; ‘gördüm’ diye yazmışlar.

Kendilerine böyle çatanlara, hele bir de "Baskı yapıldı," diyenlere savcılar ifrit oluyordu. Bunların bir listesini yapmışlar; baş savcı listeyi yargıca verip şikayet etti: "Efendim, durmadan bize çatıyorlar. Ama kendi işlerine baksalar daha iyi ederler."

 

"Bize çatanların adlarını veriyoruz."

"Böyle posta posta mı vereceksiniz?"
"Onlar posta posta iftira ediyor; biz de posta posta bildireceğiz."

Salon gülmeye başladı. Yargıç ta gülümsedi: "İftira etmiyorlar; kendilerini savunuyorlar."

Baş savcı "Duruşmadaki ifadelerden yararlanamıyoruz; kanıt toplayamıyoruz!" diye kendisini paralıyordu. Sanıklar ise işte asıl şimdi "azimli"ydiler; omuz omuza vermiş, üç maymunları oynuyorlardı: Duymadım, görmedim, bilmiyorum...

Savcı saçını başını yoluyordu: Efendim! Hepsi "İndik, gezdik, geldik!" diyor. Ama bakın, bu sanığın bir anı defteri var. Orda İsmet İnönü hakkında atıp tutmuş. Ama burda onu övüyor.

Yargıç, savcının halinden anlamıyordu: "Anı defteri mi? Onu şimdi değil kanıtların sunulmasına sıra gelince ele alırız."

 

 

O gece kuru bir yaprak misali 

Ruhumu sarsa da yıldızın hali
Takmaya talihim el vermez gayri
O gece kuru bir yaprak misali
Rüzgarın önüne katılmışım ben.

O gece gerçekten birer kuru yaprakmışız biz. Rüzgar hangi yöne sürüklediyse oraya savrulmuşuz. Sahipsiz. Duruşmada anlatılanlar bunu serdi gözlerimizin önüne.

Örneğin ben Tarım Bakanlığındaydım. Beş yüz metre kadar ötede bir yığılma oldu. Harbiyeliler vardı orda. Ve bir subay.

 

Olup biteni duruşmada anlatılanlardan öğrendim. Yığılanlar, birinci sınıf öğrencileriymiş. Yani ikinci tabur. Subay ise o taburun komutanı kurmay binbaşı Kenan Güven. Kendi anlattığına göre o gece uzun süre taburunu aramış. Orda bulmuş. Öğrencilerini yürüyüş koluna sokup Çankaya’ya yöneltmiş. Muhafız Alayı güvenlidir. Oraya ulaştıracak.

Ama öğrencilerden biri öne atılmış. "Geriyeee dön! Marş!" diye bağırmış. Tabur, robot gibi geriye dönüp uygun adım radyoevine gitmiş.

Bazı öğrencilerin anlattığına bakılırsa "Geriye dön! Marş!" diye bağıran, İbrahim Demir adındaki öğrenci imiş. İbrahim, silahını tabur komutanına doğrultup "Burda senin borun ötmez!" diye bağırmış. Önde  bulunan öğrencileri de silahıyla korkutmuş. (İyi ama bütün öğrenciler silahlıydı! Ve çoktular. Bir tek İbrahim Demir’in niye üstesinden gelmediler de onun emrine kuzu kuzu uydular?)

İbrahim duruşmada kendini savundu tabii. "Bunlar komutanın adamları," dedi. "Tamamen onun etkisi altında ifade veriyorlar. Beni teşhis ederken de etki altındaydılar. Eğer o teşhis, teşhis sayılırsa."

Komutanı şöyle suçluyordu:

"Anılan olay sabah 3-4 arasında oluyor. İkinci tabur komutanı o gece sabahın 3'üne, 4'üne kadar nerdeydi; ne yaptı? Önce bunun hesabını versin. Böyle göz boyamakla kendisini aklayamaz."

Bazı birinci sınıf öğrencileri İbrahim'in haklı olabileceğini söylüyordu: "Efendim, bir 'Geriye dön! Marş!' sesi duydum ama sesin komutanımıza mı ya da İbrahim'e mi ait olduğunu bilmiyorum."

Tabur komutanını şöyle suçladılar:

Okul kapısında bekliyorduk. Tabur komutanımız, Talat Aydemir'le görüşmüş. Sonra aramızdan geçti. Kendisine selam durduk. Selamımızı aldı ama hiç bir şey söylemedi. Bizi uyarmadı; orda öyle bırakıp gitti. Hattâ selamımızı verirken dipçikleri yere sertçe vurduk. Dikkatini çekmek için. Aldırmadı.

Yargıç buna önce inanamadı. "Komutanınız gelir de ‘Böyle bir şey olmadı!’ derse?" "Desin, efendim! Ben görevimi yaptım; selamımı verdim." (Gülüşmeler). Sonra aklı yattı. Ama bu kez de şuna takıldı:

"İyi ama komutanınız sizi Tarım Bakanlığının yakınındaki kavşakta hareketten çekip almaya çalışmış. Onu orda niye dinlemediniz?"

Bir öğrenci:

 

Efendim, suyu barajda tutmanın en uygun yolu barajın yıkılmasını önlemektir. Baraj bir yıkıldı mı suyu artık tasla geri almaya çalışmak akıl kârı değildir. Komutanımızın yaptığı, işte buydu. O gece önce durumun gelişmesini bekliyor; işin rengi belli olunca kendisini kurtarmak için göstermelik bir şeyler yapmaya kalkıyor. Geçmiş ola. Öğrencilerin aldatıldıklarına inanması aşağı indikten sonra çok zordu. Hele bir de komutanlarının bir öyle bir böyle davrandığını görünce...

 

Öte yandan komutanı hâlâ savunan öğrenciler vardı: "Tabur komutanımız bizi kavşakta hareketten vaz geçirmek için çok çaıştı. O, görevini yaptı."

 

Yargıç: Sen ne biliyorsun onun görevini yaptığını? Görevini yapsaydı sizi okuldan bırakmazdı.

 

 

ARA YORUM 4:

Robotlar.

Prof. Bülent Daver'in anısı (Melih Aşık'ın 25 Aralaık 2005 tarihli "Milliyet"teki  "Açık Penecere"sinden):

1950'li yıllarda bizim Fakülte'nin spor salonunda Mülkiye ile Harbiye'nin kıyasıya basketbol maçları olur, sık sık kavga çıkar, dayağı hep bizimkiler yerdi.

Birgün balkonda bu maçlardan birini seyrediyordum ki yine kavga çıktı. Hemen ayağa kalktım, var gücümle:

"Harbiyeli duuurrr!" diye bağırdım. Beni komutanları zanneden Harbiyeliler hemen kavgayı kesip hazırola geçince arkadan ikinci komutu verdim:

"Harbiyeliii! İstikamet kapııı! Marş! Marş!" Bu emrim de anında yerine getirildi ve bizim çocuklar daha fazla dayak yemekten kurtulmuş oldu.


*

Tarım Bakanlığının yakınındaki kavşakta Harbiyelilerin başına gelen de buna benziyor.

Komutan kendi taburuna bağlı Harbiyelileri o kavşakta bulmuş, yürüyüş koluna sokup yönlerini Çankaya'ya çevirmiş. Onları Muhafız Alayı'na ulaştıracak. Orası güvenli bölge.


YAA AMCA, KESME ÖNÜMÜZÜ. DAHA RADYOEVİNİ ALACAZ.

Ama kim olduğu bilinmeyen birisi gûya askerlik adına "Geriye dön, marş!" demiş. Harbiyeliler birer robot gibi geriye dönüp radyoevine gitmişler. Gidiş o gidiş.

Şimdi düşünüyorum da… Şunun adına, bunun adına bize kimler ne "Marş! Marş!"lar çekmekte. Hiç sorguluyor muyuz? Örneğin, gûya Allah adına:

 

Bizim cemaat! Oylar filan partiye, marş marş!

Kadınlar! Camiden, cumadan dışarıya marş marş!

Genelev yok, özel ev var. Kadınlar! Çok eşli erkeğin özel evine marş marş!

Başörtüsü-çarşaf-burka zindanına marş marş!

Evlatlık aileden telakki edilemez; aileden dışarı marş marş!

 

 

İşkence

 

22 ŞUBAT ÖNCESİ başlıklı raporu hazırlayan öğrencilerin hâlâ tecritte olması önemliydi. Avukat Kuyrukçuoğlu bunun nedenini adlî amirliğe sormuş. "Mahkeme kuruluna başvur," cavabını almış.

Öyle yaptı. Mahkeme kuruluna, sıkı yönetim komutanlığı dahil, ilgili her yere baş vurduğunu ama sonuç alamadığını anlattı ve sordu:

 

Bu çocukların günahı nedir? Tecritteki bir öğrenci bana, affedersiniz, "Yüz numaramı dahi yatağımın altına yapıyorum; böyle sürerse intihar edeceğim," dedi. Ne yapmış ta işkenceyi hak etmiş bu çocuklar? Gûya disiplinsiz imişler. Ne disiplinsizliği; cam-çerçeve mi indirmişler, kavga mı çıkarmışlar? Arkadaşlarına baskı yaptıkları öne sürülüyor. Ne zaman, kime baskı yapmışlar?

Yargıç o öğrencilerin gerçekten disiplinsiz olduğunu sanıyor, yalnızca raporla ilgileri yüzünden özel cezaya çarpıldıklarını bilmiyordu. Bunu gerçeğin ortaya çıkmasından sonraki tepkisinden anladık.

Yargıç, avukatın yakınmasını adlî amirliğe iletmiş. Yakınmanın yersiz olduğunu bildirmişler. Bir sonraki oturumda bunu açıkladı. "Hâlâ bir şey söyleyecek olan var mı?"

 

Savcı söz aldı:

 

Biz de araştırdık. Onların içinde bulunduğu koşullarla diğer sanıklarınki arasında hiçbir ayrım yok. Adlî amirlik bize o öğrencilerin arkadaşlarına baskı yaptığını bildirip tecridin yasal olup olmadığını sorunca yasal olduğunu söyledik. Avukatın bu çıkışı yalnızca kamuoyunu bulandırır ve vakit israfına yol açar.

Bunun üzerine avukat ayağa kalkıp söz istedi. Yargıç, "Mikrofona gelin," dedi. "Ama polemiğin lüzumu yok. Burası kişisel gösteri yeri değil."

Avukat kürsüye vardı. Cüppesini düzeltti. Gayet yumuşak bir sesle, tane tane, "Benim... kişisel gösteriye... ihtiyacım... yok," dedi. Yargıç kaşlarını çattı. "İşte, bu gereksiz!"

Avukat devam etti:

 

Biz de araştırdık ve savcılığın vardığı sonuçtan ayrı bir sonuca ulaştık. İşkence ediliyor mu, edilmiyor mu; bunu ortaya çıkarmanın kolay bir yolu var: öğrencilere sorulsun.

Sonradan öğrendik. Baş savcı, tecritteki sanık öğrencilere gitmiş. Ağlıyormuş. "Ben," demiş, "herkese ağabeylik etmedim mi? Baskı suçlamasını hak edecek n’aptım? Gerçeği söyleyin." Sonra bir erkeklik tafrası da ondan: "Erkekseniz öyle yaparsınız!"

Bir arkadaş ateş gibi karşılık vermiş: "Erkekseniz siz gerçeği söyleyin! Sandalye arkasıyla arkadaşların üstüne yürüyüp 'Demokrasi yok, sıkıyönetim var!' dediğinizi anlatın!"

O günden sonra tecrit odasına aynalar takılmış; masalar yerleştirilmiş. Masaların üstüne örtüler serilmiş; vazolar, çiçekler, sürahiler konmuş.



__________________
hasanakcay.net
allahindini.net
Yukarı dön Göster hasakcay's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasakcay
 
hasakcay
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 22 ocak 2008
Gönderilenler: 1236
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasakcay

Ve tanıklar

 

Tanıklara sıra geldi. Bir cep defterim vardı; oraya sürekli notlar aldım. Çünkü savunmamı kendim yapmaya kararlıydım. İfadeler o zaman işime yarayacaktı.

İlk tanık, Müberra Yetkin. Ankara Radyosu uzun dalga spikeri. İlginç bir ifade verdi: Radyoevini Harb Okulu öğrencileri ele geçirdi. Radyodan yapılan uyarıları sürekli dinliyorlardı. Otuz kırk öğrenci bana silah çekti.

TESLİM OL :d

Müberra Hanım "Otuz kırk öğrenci bana silah çekti," deyince gülenler oldu. Yargıç, "Gülmeyin, gülmeyin!" dedi. "Ağlamanız lazım. Hani nöbet tutmaya gitmiştiniz?" Oysa gülünç olan, 1 hanıma 30-40 Harbiyelinin silah çekmesiydi. Bazı arkadaşlar bunun karikatürünü çizdiler.

 

Kurmay albay Ali Elverdi: 01.57'de radyodan "Talat'ın bir avuç çapulcusu muvaffak olamıyacaktır!" diye duyuru yaptım. Darbeciler dalga dalga geldiler. Silahlı çatışmaya girdik ama çekilmek zorunda kaldık.

Öğrencilerin hiçbir şeyden haberi yoktu. Hattâ bazılarına görev verdim; yaptılar.

Radyodan yapılan uyarıları binanın içinden duyabilmek için ordaki bazı aletlerin nasıl kullanıldığını bilmek gerekir. Öğrenciler bunu bilmiyordu. Onun için duymuş olamazlar.

Bir ara tutuklanıp Harb Okuluna getirildim. İkinci sınıf öğrencisi Nezihi Fırat’ı başıma diktiler. Beni öldürmek istediler.

Efendim, ben yazılı ifademde "Radyoevini Harb Okulu öğrencileri ele geçirdi," demiştim. Yanılmışım. Onlar teğmen rütbesindeki subaylardı. Harb Okulunda üçüncü sınıf olması gereken teğmenler artık yokmuş.


Yargıç: Öğrenciler ne yaptıklarını biliyorlar mıydı?
Tanık : Hayır! Bilmiyorlardı. Kanaatimce aldatılmışlardı.
Yargıç: Niçin bu kanaattesiniz?
Tanık : Çünkü bana da itaat ediyorlardı.

Ali Elverdi konuşurken arkadaşlar, dinleyici balkonunda oturan Müberra Yetkin'e dönüp dönüp baktılar. "Nasıl, uyarıları herkes duyuyor muymuş?"

*

Ali Elverdi Paşa’nın BU VATANA KASTEDENLER adlı bir kitabı var. Orada olayı kendine özgü, bence Mayk Hammer’imsi,  bir üslupla anlatıyor. O kitaptan bir bölüm. Sayfa 69-77. Benim seçtiğim başlık:

 

Kapanın elinde kalan radyo.

 

Radyolu günler 82 yıl önce başladı

 

Gece saat 12'ye beş kala filan, telefon çaldı. Telefonda nöbetçi amiri Seyfeddin Karadağ vardı. Şimdi İstanbul'da emekli:

"Başkanım! Meydan sahnesi aktörlerinden Kartal Tibet telefon etti. Zatıâlinize bildirmemi söyledi. Ankara'nın içinde tanklar dolaşıyormuş. İhtilal mi ne var, diyor."

"Çabuk alarm ver!" dedim. "Ben şimdi geliyorum. Gelemezsem EMASSA plânı uygulancak. Haberiniz olsun."

Bu EMASSA emniyet, asayiş, sabotaj kelimelerinin ilk ikişer harfidir. Bu maksat için yapılmıştır. Yani bir ihtilale karşı gelmek için yapılan bir plândır.

Cipimi çağırdım. Cipim Merkez Komutanlığında kalır. Şehrin içinde. Birliğim tabii Mamak'ta. Cip geldi. Gazi Maden isminde Ordu'lu bir şoför.

"Ne oluyor Gazi," dedim. "Sokaklarda ne var?"

Hemen giyindim. Sten tabancamı aldım. Kırıkkale tabancamı da belime taktım. Sten tabancanın şarjörlerinin birisi bir odada, diğeri başka odada durur. Tabanca da ayrı bir odada. Çocuklar oynamasın diye. Hanım telaşla onları bulup bana getirinceye kadar bağırdık çağırdık; bindik arabaya... Bütün apartmandaki subaylara da bildirdim. Lojman olduğu için 10 tane subay...

Cipe binince radyoyu açtım. İskitler Caddesine çıkıp dıştan gidecektim tümenime. İlhan Baş radyoda Talât Aydemir'in beyanatını okuyordu:

"Türk milleti! Aradığınız, beklediğiniz Silahlı Kuvvetler iktidarı ele geçirip parlamentoyu feshetmiş, partileri kapatmıştır. Sokağa çıkma yasağı koymuştur. Sokağa çıkan, parolayı bilmezse ateş edilecektir." gibi şeyler...

 

TSK iktidara el koydu. 27 Mayıs 1960 Cuma günü sabaha karşı Kurmay Albay Alpaslan Türkeş radyodan ihtilal bildirisini okurken...

Şoföre "Cipi geriye çevir; Millet Meclisi istikametine sür!" dedim.

Genel kurmayın önüne geldiğimde üç tane tank Genel Kurmay binasına namlularını çevirmişti. Ortadaki tankın üzerinde bir astsubay var. Diğer tankların üstünde erler... Önce astsubayın önüne geldim:

"Alçaklar! Sizi kim gönderdi buraya?" Astsubay irkildi. "Ne demek, efendim! Alarm verildi, geldik." "Niçin komutanlarınızı beklemediniz de başka kimselerin verdiği alarmla buraya geldiniz? Kime itaat ediyorsunuz?"  "Bize kim emir vermişse o bizi bilmem ne yapar..." gibi başladı.

"İn aşağıya!" dedim.

İnmek istemedi. Tankın içine girmeye çalıştı. Tabii tüfeğimi üstüne doğrultunca indi. "Çankaya istikametine marş, marş!" çektim ona.

O koşa dursun erlerden iki tanesini cipe bindirdim. Öteki tankların erlerine de "Marş! Marş!" çektim. Çankaya istikametine doğru. Üç tankı tahliye ettikten sonra içine benim şoförü de göndrip "Bak kimse var mı?" dedim.

"Bomba atarım haa! Kim varsa çıksın dışarı," dedim. Yokmuş.

Öbür altı tank Millet Meclisine çevirmiş namlusunu. Onları da aynı şekilde tahliye edip Çankaya istikametine "Marş! Marş!" çektim.

Sonra cipe bindim. Bereli askerlere yani cipe aldığım tank askerlerine "Parola neydi, çocuğum?" dedim. HARBİYELİ ALDANMAZ, dediler.

"Sür!" dedim. "Radyoevine!"

Radyo bangır bangır söylüyor daha... Radyoevine doğru sürerken bir barikata rastladım. Yolun iki tarafını kesmişler. Barikatın önüne vardığımda bir üsteğmen geldi.

 

Parolayı sordu. "Harbiyeli aldanmaz."
"Açın, geçsin!" dedi.

Geçtik. İkinci barikata geldik. Orda Erol Dinçer ismindeki üsteğmen cipin numarasından beni tanıdı. 904'tü numaranın sonu. Çünkü bizim birliktendi adam. 22 Şubatta da vardı. Üsteğmenin hem telsizi hem radyosu vardı.

"Durdurun! Kurmay başkanı bu!" dedi. Nereye gidiyor, demeye kalmadı "Bas gaza!" dedim. Barikatı yardık geçtik. Arkamızdan yağdırdılar ateşi...

 

Radyoevinin önüne geldiğimde orası karma karışıktı. 200-300 kişi var. Tam ortalarında cipi durdurduk. Bir kaç tane subay cipin kapısına asıldılar. Açtılar. "İsyan mı ettiniz, alçaklar?" İlk sözüm bu oldu. Tuncer Yener ismindeki bir teğmen:  "Hayır! İsyan etmedik. Silahlı Kuvvetler..." filan deyince "Hangi Silahlı Kuvvetler? Aldatmışlar sizi," dedim.

 

Radyoevinin kapısına doğru yürüyorum. Tuncer Yener bu arada benim önümü açıyordu. Arkamdan öteki subaylar da ilerlediler. Tam kapıdan girerken Yaşar Başaran ismindeki ihtilalci, stenimin namlusuna yapıştı. 22 Şubatta Ankara Merkez Komutan muaviniydi. Emekli edilmişti.

"Kurmay Başkan buraya kadar nasıl gelir!" diye etrafındakilere bağırdı. "Sen radyoevini almakla ihtilal mi yapacağını zannediyorsun?" dedim. "Geliyor arkamdan koskoca tümen. Emir verdim; alarm verdim. EMASSA plânı uygulanıyor. Bunları da kanırdın. Bu çocukları da..."

Onlar şüphe içinde birbirlerini inandırmaya çalışırken ben steni bıraktım. Radyoevine daldım. Sten, Yaşar Başaran'ın elinde kaldı. Ama belimde tabancam vardı. Onu almadılar. Akıl edemediler.

Radyoevinin içinde Murtaza Vodinal var. Topçu albayı. Şimdiki merkez komutan muavini. 700 tane eri vardı. "Sen ne yapıyorsun burada?" dedim.

"Başkanım! Beni tevkif edip buraya getirdiler," cevabını verdi. Halbuki ordakilerle sarmaş dolaş olmuşlar. Allah bize bu günleri gösterdi, diye.

Anons odasını sordum. "Çıkamazsınız, efendim!" dedi. "Her basamakta bir kişi var." "Ben çıkarım," dedim. Çıkarken "Yahu, anons odası nerde?" diye bağırdım. "Yol gösterecek yok mu?" Lacivert elbiseli iri yarı birisi çıktı. Ekrem İrge adında. Üsteğmenken ordudan atılmış.

"Buyurun, yarbayım! Yol göstereyim!" dedi.

Yürüdük. Anons odasının asansör kapısı gibi oval pencereli bir kapısı var. İçeriye göz attım. İki subay, beş-altı tane de er. Erler silahlarını sivillere çevirmiş. Sivilleri sıkıştırmışlar bir köşeye. Bir kadıncağız da onlara mikrofonu ayarlıyor... Plâk koy, diyorlar; plâk koyuyor.

Kapıyı ittim. Açılmadı. Yanımda duran Ekrem İrge radyocu ya... "Efendim, anons bitince kilidi kendiliğinden çözülür. Otomatiktir," dedi. "Peki," dedim "öyleyse." Tabancamı çıkardım. "Ne oldu, yarbayım?" dedi. "Bilmem," dedim. Tam o sırada kapının kilidinin çözüldüğünü belli eden bir ses çıktı. Hemen kapıya tekmeyi vurdum. "Eller yukarı!"

 

Subaylar tabancalarını masaya bırakıp ellerini kaldırdılar. Tabancalarını aldım.

Benim tanktan indirip arabama aldığım iki tane nefer var ya, o iki nefer ardımdan gelmişler. Öbür tarafta açık kapı varmış; oradan içeri girmişler. İki tane jandarma erini de saf dışı edip silahlarını almışlar. O iki jandarma eri ağlıyormuş. Radyoevinin önüne koymuşlar onları...

Bereli tankçılar demiş ki "Gel gidelim! Kurmay Başkanı olan yarbay yukarı çıktı." Jandarmalar yol göstermiş. Yukarı gelmişler.

Anons odasındaki subaylardan aldığım silahları erlere uzatıp "Alın bunları," dedim. Sanki bunlar benimle beraber imiş ve arkadan koca bir alay geliyormuş havası verdim. Bunlar tabii diğer erlerin tüfeklerini de aldılar. Silahları alınan erlere dönüp "Buraya neden geldiniz?" diye bağırdım. "Bilmiyoruz," dediler. Onlar da subaylara cephe aldılar. İki ihtilalci subayı bir odaya tıktık. Erleri dışarıya çıkardık.

"Anons edeceğim; mikrofonu ayarlayın!" dedim.
Müberra Yetkin ismindeki hanım spiker düğmeyi çevirdi. "Kırmızı ışık yanınca konuşabilirsiniz, yarbayım," dedi.

 

Işık  yanınca konuşmaya başladım:

 

"Muhterem Türk milleti! Bundan evvel yapılan anonslar yalan ve yanlıştı. Şimdi işin doğrusunu söylüyorum. Ben Garnizon Kurmay Başkanı yarbay Ali Elverdi. Bunlar isyan etmişlerdir. Bunların isyanı Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından bastırılmaktadır. Toplanıyorlar. Cezaları verilecektir. Türk Silahlı Kuvvetleri, size sesleniyorum! Herkes kışlasına çekilsin. Genel Kurmay Başkanından emir beklesin. Emniyet mensupları, size sesleniyorum! Vazifenizin başına gidin. Anonslar devam edecek. Radyolarınızı açık tutun."

Ondan sonra plâk koydum.

 

Tümene telefon ettim: "Ne yapıyorsunuz? Kimler geliyor?" "Efendim, subaylar geliyor; tümen komutan muavinimiz geldi." Vehbi Engin Paşa'dan söz ediyorlardı. "Çabuk!" dedim. "Şeref bölüğünü buraya gönderin. Ben yalnızım. Anons ediyorum ama yalnız başımayım."

"Duyuyoruz sesinizi," dediler. "Gönderiyoruz."

Şeref bölüğü gelmiş ama Harbiyeliler ateş açınca tam siper yapmışlar. Yavaş yavaş geri çekilmişler. Kan dökülmesin diye... Radyoevine bir şey yapmamışlar.

Anonslara devam ettim. 56 dakika sürekli mikrofon başında durdum. Kâh plâk koydum kâh hitap ettim. Cevdet Sunay Paşaya da telefon ettim:

"Müsadenizle EMASSA plânını uyguluyorum bütün Türkiye'de," dedim. "Evladım, nasıl istiyorsan öyle yap." "Peki," dedim. Devam ettim. Biraz sonra bir binbaşı 14 tane inzibat eri getirdi.

 

"Efendim, emniyetiniz için bunları getirdim."
"Aşağıdakiler ne oldu?"
"Onlar çil yavrusu gibi dağıldı. Topluyorlar onları..."
"Burada da iki tane var. Alın götürün," dedim.
"İlhan Baş'la yanındaki adamı yolladık," dedi.

Anonslara devam ettik.

 

Radyoevinin içinde anonslara devam ederken beni korumak için 14 tane er getiren binbaşı tekrar geldi: "Efendim, buraya 10 tane otobüs, altı-yedi tankla Harbiyeliler geldi. Namuluları çevirdiler. Teslim olun yoksa ateþ edeceğiz, diyorlar. Ne yapalım?"

"Ne emir verdiysem onu yapın."

Binbaşıya verdiğim emir: "Yedi neferle bir kapıyı, yedi neferle diğer kapıyı tut. Bereli askerlerle de arka kapıyı tutmuştuk. Benden emir almadıkça radyoevinin içine kimseyi sokmayacaksınız."

"Efendim, ateş açarlar!"
"Onlar ateş açarsa sen de açarsın!"

Binbaşı gitti. Maalesef teslim olmuş. Fakat o mangaların başında bulunan çavuşlar sonuna kadar direndiler. Hepsi yara aldılar. Üç tanesi ağır. Ama hepsi kurtuldular. Kulakları çınlasın. Allah onların gazasını mubarek etsin.

İhtilalcilerden de otuz sekiz tane yaralı vardı. On dördü ağır. İki tanesi sonradan öldü. Onları benim ciple hastaneye taşımışlardı. Her yer kan revan içindeydi.

Anons odasına bile mermiler sapıp gelmeye başladı. Askerler ateş almayan odalara çekildiler. Siviller onlara yardım ettiler. Kiminin kolunu sıktılar kiminin bacağını. Kan akmasın diye...

Biz böylece pencereden çıktık. "Teslim oluyoruz! Millî servettir. Kırmayın, dökmeyin bir yeri..." diye seslendim. "Gelin teslim alın!" İçeriye iki-üçyüz kadar Harbiyeli doldu. Bağırdım onlara:

"Kimin peşinden gidiyorsunuz? Nasıl aldandınız? Bir de "
Harbiyeli aldanmaz!" diye bağırıyorsunuz... Silahlı Kuvvetlere emir verdim. EMASSA plânı uygulanıyor. Hepiniz rezil olacaksınız. Kahrolacaksınız. Biz sizi birer subay olarak görmek isterdik. Ama rezil oldunuz!"

Hiç biri kimin peşinden gittiğini bilmiyordu.

Kimisi: "Silahlı Kuvvetler yapmadı mı?"
Kimisi: "Silahlı Kuvvetler yok mu?"
Başkası: "Türkeş'in peşinden gidiyoruz."
Bir diğeri: "Talât Aydemir'in peşinden gidiyoruz."

"Şunun peşinden gidiyoruz; bunun peşinden gidiyoruz..." gibi her biri başka bir şey söylüyordu. Sonra bir üsteğmen geldi. "Efendim, sizi teslim alıyorum!" "Al bakalım teslim. İşte tabancam." Tabancamı aldı. Bir kaç harbiyeli ile yandaki odaya geçtik.

 

 

Tuğgeneral Nuri Hazer (28. Tümen komutanı): Ortalıkta önce hiç Harbiyeli yoktu. Sonra ortaya çıkıp bir araya geldiler. Ben aralarından geçtim. Bana parola sormadılar; ateş etmediler. Şoförüm, "Ateş ettiler," derse inanmayın. Ateş edilseydi ben de silah sesi duyardım.

Her hangi bir yanlışa ve kazaya meydan vermemek için öğrencilerle sabaha kadar temas kurmadık. Sabah olunca başlarındaki subayla temasa geçtik. Ama öğrencilerin bundan haberi olmadı. Onlar karşıda duvar gibi duruyordu.

Sivil halkın önünde silahlarını teslim etmek istemiyorlardı. Sonunda hiç karşı gelmeden arabalara binip okullarına gittiler.


Yargıç: Kanaatiniz?
Tanık.: Harbiyeliler aldatılmıştır.


Sayın Hazer'in "Onlar karşıda DUVAR GİBİ duruyordu," demesi ilgimi çekti. Bu sözü defterime özellikle yazdım.

Herkesin bize sırtını döndüğü o günlerde bu sayın tuğgeneral böyle kol kanat gerdi. Tanık olarak onun tümeninden biri gelince rahat bir oooooh çekerdik. Lehimizde yalan bile söylediler. Öteki birliklerden gelip aleyhimizde yalan söyleyen bazı subaylara denklik sağladılar.

Ama tanıkların çoğu ya tarafsız ya da 28. Tümenden olduğu için bize ceza vermek zorlaştı.

 

 

Kurmay albay Orhan Çokdeğer (Merkez Komutanı): Radyoevi darbecilerin eline geçince oraya harbiyeliler gitmesin diye yola barikat kurduk. Ama hem geç kaldık hem de barikat zayıftı.

Bir tankın üstünde ve ardında çok sayıda Harbiyeli geldi. Başlarında bir üsteğmen. Tankı durdurup üstündekileri uyardım. Üsteğmen, "Biz ihtilal yapıyoruz; ancak Aydemir'in emriyle hareket ederiz," dedi. Öğrenciler bunu duydu. Aldırmadılar; devam ettiler. Durduramadık.

Emrimdeki erlerle ilerledim. Tarım Bakanlığının önüne gelince bize ateş edildi. Sağımdan solumdan vızır vızır kurşunlar geçiyordu. Ben de tomsonumla havaya ateş ettim.

Yargıç: O kurşunlar size neden denk gelmiyordu? Siz canlı hedeftiniz; ayaktaydınız.
Tanık: Efendim, onlar da her halde havaya ateş ediyordu.

Jandarma Komutanlığına ait binanın solundaki erlere, "Yavrularım! Benim yanıma gelin. Ben Merkez komutanıyım; komutanınızım!" dedim. Terddüt ettiler. "Yoksa ateş ederim," dedim. Koşarak geldiler.

Dağılmak isteyen Harbiyelileri enterne ettim.

 

TARIM BAKANLIĞININ ÖNÜNDE 15-20 Harbiyeli hiç karşı gelmeden teslim oldular. Yalnız, içlerinden biri silahını vermek istemedi. Zaten bence de bir askerin, silahını teslim edivermesi şerefli bir hareket sayılmaz. Harbiyelilerin arasında silah kullanmasını bilmeyenler de vardı. Bir tanesi cemseye binerken kazayla ateş etti.

Yargıç: Öğrencilerin aldatılmış olup olmadığı hakkındaki kanaatiniz?

Tanık: Bu bir silahlı ayaklanmadır. Bu bir Kabakçı isyanı, bu bir Patrona Halil isyanıdır. Genel kurmay Başkanının yatağının altını arayanlar, İkinci Başkana ateş edenleeer...

 

Yargıç: Bırakın onları! Onlar başka. Derece derece suçlular olacaktır. Öbür mahkemede yargılanıyor onlar. Ben yalnızca kanaatinizi sordum.

Tanık: Bunlar aldatılmıştır. Bunların temiz kanının üstüne bir ihtilal hükümeti kurulmak istenmiştir.

Yargıç: Tamam.

 

Albay Talat Aydemir solda ve arkadaşları.

 

Talat Aydemir, Bir Numarakı  Mahkeme'de. Onunla dikelen, tanık kurmay albay Necati Özdemir'in deyimiyle, ünlüüü Fethi Gürcan.


Bu sayın albay da yan tutmuyor sayılabilirdi. Ancak ifadesinde şu nedenlerle gerçeğe aykırı iddialar var:

(1) Öbür mahkemede tanıklık ederken "Salim Miman hem ihitilalcilere hem bize çalışıyordu," dediğine göre olayı önceden biliyormuş. Ama Merkez komutanı olarak etkin önlemler almamış. Anlaşılan, suçuluk duygusu içindedir.

(2) Olayı önceden haber aldığı ve girişiminin başarısız olacağını bildiği için baştan itibaren amansız ve katı davranıp etrafına ateş yağdırmış. Bunu haklı göstermeye çabalıyor.

(3) Öğrencilerin suçlu olduğu hakkında ön yargılıdır. Ancak, yargıç "Elebaşılar öteki mahkemededir," deyince bir an şaşkınlık geçirdi; sonra, öğrencilerin aldatılmış olduğunu söyledi.

Daha sonraki tanık ifadeleri şu gerçekleri ortaya çıkardı:

(1) Barikata çarpan o tank durmuş ama tankın motoru çalışmaya devam etmiş. Albayla o üsteğmen arasındaki konuşmanın öğrenciler tarafından duyulmasını motorun gürültüsü önlemiş.

(2)Tarım Bakanlığının önünde havaya da ateş edilmemiş.

(3)Tarım Bakanlığının önünde Harbiyelilerin "enterne" edilmesi değil devlet güçlerine katılması söz konusudur.

 

 

Yedek teğmen Nazmi Balcı: Parolayı öğrendim. Genel Kurmay’ın önündeki tankların subaylarını içeri aldık. Sonra tankların başında nöbet tutmaya başladım. Ordaki bir subay "Senin burda işin ne?" dedi. "Nöbet," dedim. "Gel radyoevine gidelim. Nöbeti burda tutacağına orda tut," dedi Gittim. Sabaha kadar orda kaldım. (Gülüşmeler). Yargıç: Bu da aldatılmış.

 

 

Kurmay binbaşı Nazım Uncuoğlu (22 Şubat’ta asteğmenlerin tabur komutanı): 00.50’de uyandırıldım. Ali Elverdi’nin duyurusunu dinleye dinleye Gülhane Hastanesinin yanına geldim. Harb Okulu öğretim müdürü A. Z. Önde’yi gördüm. Durumu anlattı. Belki bir yardımım dokunur diye Harb Okulu’na geldim. Parola: TAŞ. İşareti: FİŞEK. Okula saat 01.30 gibi ulaştım. Nöbetçi amiri Behzat Tanır’la konuştum. Nöbetçi kurulu bir odaya kapatılmış durumdaydı. Tutuklu subaylar okula getiriliyordu. Yarbay Pakoba  "Bugün okul komutanı Talat Aydemir," dedi. Öğrencilerle karşılaştım. "Burada ne yapıyorsunuz?" diye sordum. "Nöbet," dediler. Bir öğrenci "Hareketi kime karşı yapıyoruz?" diye sordu. "Kendinize karşı," dedim. Gerçek durumun ayırdında değillerdi.

 

 

Yarbay Ziya Karahan: Parolayı öğrenip öğrencilerin arasından geçtik. Binbaşı Nihat Gümüşoğlu Genel Kurmay’dan  "Harbiyeliler! Aldatıldınız. Okulunuza dönün!" diye bağırdı.

 

Tarım Bakanlığının önünde 50-60 öğrenci kendiliklerinden bize gelip teslim oldular. Yalnız bazıları silahlarının alınmasına tepki gösterdiler Bunları gruplar halinde Muhafız Alayına ve başka yerlere yolladık.

 

Beni  sabah 2.30-3.00 gibi Harb Okuluna getirdiler. Öğrencilere, "Başınızda Talat Aydemir var; olağan görev yapmıyorsunuz," gibi bir uyarıda bulunmadım.

 

 

Tuğgeneral Ömer  Özkan: Tarım Bakanlığının solundaki kavşakta Harbiyeliler önümü kestiler. "Ben generalim; bırakın!" dedim. "Biz yalnız Tulga ve Talât paşalardan emir aırız!" dediler.

 

Jandarma Komutanlığına gittim. Durumu oradan takip ettim. Caddede öğrenciler arsında onları kışkırtan subaylar vardı. Hareketin başından itibaren Genel Kurnay binasından hoparlörle uyarı yapıldı. Ateşle karşılık verdiler.

Sabah ortalık ağarınca bir öğrenci dikkatimi çekti. Perişandı. Çağırdım; yaklaştı. "Silahını bırak, gel! Ben generalim," dedim. "Bırakamam. Silah benim namusum," dedi. Silahı almasını bir astsubaya  emrettim. Aldı.

Öğrenci, odama geldi. "Kimden emir aldınız? Naptınız?" dedim. Oracıktaki koltuğa yığılır gibi oturdu. Cevap vereceği yerde kendi kendisine mırıldandı. "Yarın sınavlarımız vardı..." Bir süre durdu; sonra devam etti: "Alarm, dediler... Aldılar getirdiler bizi..."

Aldanışları inanış şeklindeydi.


Bu sayın generalin yan tutmadığı, doğru söylediği ortada. İfadesindeki bazı belirsiz durumlar ise başka tanıklar dinlendikçe açıklığa kavuştu. Örneğin:

(1)Orada "Biz Tulga ve Talat paşalardan emir alırız," diyen, yalnızca bir kişiymiş.

 

(2)Öğrencilerin aralarında bazı subayların bulunması ve o subaylar tarafından kışkırtılması da söz konusu değil. Öğrencilerin nöbet devri sırasında bir birlerine söylediklerini sayın general öyle yorumlamış.

 

(3)Hoparlörle uyarı baştan itibaren değil 03.45'ten itibaren yapılmış. "Baştan itibaren" denen saatlerde biz ordan geçtik. Uyarı yapılmadı; ateş edildi.


Sayın generalin "Ben generalim!" demesi de arkadaşlar arasında şaka konusu oldu:

 

"Ben generalim!" dedim; inanmadı.
Pencereden omuzumu gösterdim; başını çevirdi.
Apoletimi söküp önüne attım. "Bak!" dedim. "Sahtedir," dedi.

 

 

Havacı tuğgeneral Süleyman Tuncay: İran Hava Kuvvetleri Komutanına verilen kokteyldeydim. Olayı Hava Kuvvetleri Komutanından saat 24.00’ten önce haber aldım. Ona Necmi Akyıldız, ona da Devlet Bakanı Hasan Dinçer haber vermiş. Tandoğan’da Harbiyeliler tarafından durdurulduk. "Başınızda kim var? Kimden yanasınız?" dedim. "Kimden yana olduğumuzu siz de bilirsiniz. Başımızda kim olduğunu söyleyemeyiz," dediler. Bir yüzbaşı gelince sertleşiverdiler. Başlarında Talat Aydemir’in bulunduğunu biliyorlardı. Yalnız bazı öğrenciler durumu saat 21.00’den sonra öğrendiklerini, bazıları saat 23.30’da yataklarından kaldırılıp getirildiklerini söylediler. Öğrenciler yol kesebilecek gruplara ayrılmışlardı ve grup başları vardı. Makine Kimya Kurumunun önünde bir cemseye mermi sandığı yüklüyorlardı. Grup başı olduğu anlaşılan Elazığ’lı esmer öğrenci "Talat Aydemir’den emir aldık," dedi. Bana silah çevirdi.

 

Bundan sonra aynı bölgeyle ilgili olarak havacı albay Nuri Aslantaş, havacı yarbay Mehmet Bük ve havacı binbaşı Mehmet Eziler tanıklık ettiler. Hepsi aynı şeyleri söylediler ama bazı ayrıntılarda bir birlerini yalanladılar.

 

Örneğin Tandoğan alanında Generale göre 40-50 öğrenci varmış; yarbaya göre 25-30; binbaşıya göre 5-6. Bindikleri arabanın rengi arabanın sahibine göre siyahmış; diğerlerine göre ise beyaz. Birisi evde arkadaşları gelmeden önce radyoyu dinlediğini, birisi radyoyu ev sahibinin değil kendisinin açtığını, bir başkası ise radyo dinlemediklerini çünkü radyonun bozuk olduğunu söyledi.

 

Bazı arkadaşlar ifadelerdeki bu çelişkilere dayanarak tanıkların aralarında önceden anlaştıklarını ama ayrıntılar üzerinde durmadıkları için duruşmada açık verdiklerini öne sürdüler. Bana göre, bu subaylar doğruyu söylediler ama abarttılar.

 

Sanık 1: Efendim, sayın general kokteylden geliyormuş; o gece içkili miydi?

Sanık 2: Tanıklar burada dahi işaretleşiyor. Lütfen ayrı yerlere otursunlar.

 

Yargıç tanıklardan birine Erzurum’lu esmer öğrenciyi teşhis etmesini istedi. Gelsin onlar!" dedi. Erol Noyan iriliğinde 5-6 arkadaş kalkıp orta yere geldiler. Ama Erol Noyan kalkmadı. Tanık bunlardan birini göstererek "İşte şu!" dedi. Salonda gülüşmeler oldu. Yargıç ta gülümseyerek "Olabilir," dedi "Olur böyle yanılmalar." Sonra "Gelsin Erol Noyan!" Geldi. "Bu mu?" Tanık kızararak: "Evet bu."

 

Avukat Asım Ruhacan da tanığa bir soru sordu. Tanık, "Avukat bey ne konuştuğunu bilmiyor galiba!" dedi. Avukat öfkeyle bağırdı: "Avukat bey ne konuştuğunu biliyor; albay bey ne konuştuğunu biliyor mu?"

 

Yargıç: Buna izin vermem.

Ruhacan ( bağırarak): Konuşturmayın böyle, efendim!

 

*

 

Ruhacan güven aşılayan bir hukukçuydu. O, salona girer girmez moralimiz yükselirdi. Çok az ama can alıcı sorular sorardı. Birkaç örnek:

 

Sabahattin Sayınsoy adında bir yarbay o gece dört öğrenciyi hareketten uzaklaştırıp Merkez Komutanlığına götürdüğünü, öğrencilerin gerçek durumu pek âlâ bildiklerini, onlara radyo dinlettiğini anlattı.

 

Ruhacan sordu: Radyoda kim konuşuyormuş?

Yargıç: Devlet adamlarımızdan biri, öyle değil mi? 

Tanık: Efendim… evet!

 

Ruhacan: O halde tanık, öğrencileri hareketlerinin hükümete karşı olduğuna inandırmaya çalışıyordu. Öğrenciler gerçeği bilseydi hükümet adına yapılan bir konuşmayı onlara dinletmek gerekmezdi.

 

Tanık o ana kadar öğrenciler hakkındaki suçlamalarının bir akıl yürütmeyle çürütüldüğünü anlayınca şaşırıverdi. Yargıç, "Tabii tabii," dedi. "Tanık bunu söylemeye çalışıyordu zaten."

 

Merkez Komutanı Orhan Çokdeğer ihtilalcilerin bir tankını durdurup öğrencileri uyardığını, tankın üstündeki subayın "Biz ihtilal yapıyoruz; bir tek Aydemir’den emir alırız!" dediğini ve öğrencilerin bunu duyduğunu anlatmıştı. Ondan sonraki tanık, "Ama tank durmadı," dedi.

 

Ruhacan: Efendim, bundan önceki tanığın söylediği ile bunun söylediği arasında çelişki var. Bu tanık tankın durmadığını, bir anda engeli yarıp geçtiğini söylüyor. Oysa önceki tanık bir takım konuşmalardan bile dem vurdu.

 

Yargıç, Merkez Komutanına "Açıklayın!" dedi. Sayın Çokdeğer artık gerçeği söylemek zorundaydı: "Tankın motoru durmamış olabilir ama her şeye rağmen o konuşmalar yapıldı."

 

Avukat Ruhacan, Albay Orhan Çokdeğerden işkilleniyordu. Bir keresinde yargıca şöyle yakındı "Merkez Komutanlığından bir tanık gelince sayın Orhan Çokdeğer dinleyiciler balkonunda yer alıyor. Bakın şimdi de orda. Yüksek mahkemenizin dikkatine sunuyorum.

 

Yargıç: Yok, o kadar da değil. Siz diyorsunuz ki önleyin; duruşma gizli olsun. Hayır, açıktır. İsteyen dinler.

 

Ruhacan: Efendim, ben "Önlem alınsın!" demiyorum. Savunmamızda dikkatinize sunacağımız bir olguya değiniyorum. Öteki birliklerden gelen tanıklarla Merkez Komutanlığından gelenlerin ifadeleri arasında büyük fark var.

 

 

Tecridin sonu

 

Bu havacı subaylar tanıklık ederken fırsat doğdu; raporcuklarla ilgili  sorun çözüldü. O da şöyle oldu:

 

Generalin suçlamaları arkadaşları çok üzdü. Nerdeyse herkes kalkıp onu çuvallatacak bir soru sormak istiyor ama yargıç izin vermiyordu, "Sana ne? Ya, öyle mi? Olur, olur! Otur!" diyerek. Benim sabrım bile taşmak üzereydi.

Mecit Kocacıklı kalktı. "Efendim," diye bağırmaya başladı. "Biz burda iftiralara uğruyoruz. Tek tesellimiz soru sormak. Ona da siz izin vermiyorsunuz. İzin verin, efendim!

 

Mecit avaz avaz bağırıyordu. Anlaşılan saygısızlıktan cezayı göze almıştı. Ama Yargıç yine anlayışlıydı. "Bak,"  dedi; "her soru tanığa sorulur diye bir kural yok. Sorulmaya değer olanlar sorulur. Bazıları o kadar abes ki siz bile gülüyorsunuz."

 

Mecit (bağırmaya devam): "Bizi de azarlamayın! Cesaretimizi kırıyorsunuz!"

 

Avukat Haydar Demiraslan söz aldı. Askeri yargıçlıktan emekli bir albaydı. "Duruşmaları ilk günden beri izliyorum," dedi. "Bu gençler ilkokul öğrencisi imişler gibi davranılmayı hak etmiyor. Azarlanmayı, alay edilmeyi kaldırmaz onların yaşı, öğrenimi, mesleği. Bir avukat arkadaşa dahi "Gösteri yapma!" dendi. Oysa biz de hukukçuyuz; biz de yargıç idik. Bu aşağılanmayı kimse hak etmiyor."

 

Bundan sonra raporculardan Kenan Dikici söz aldı:

 

Efendim. Şimdiye kadar adalete müdahaleden çok söz edildi. Şimdi bir daha dikkatinize sunuyorum. Ya okulun adli amirliği savcılığı etkiliyor ya da savcılık adli amirliği. Raporcu denen bizler, ilk günden beri tecritteyiz. Suçumuz ne disiplinsizlik ne arkadaşlara baskıdır. Suçumuz raporla ilgili kılınmış olmak. Bir arkadaşın  numarası yerine raporla ilişikli kılınmayan başka bir arkadaşın numarası adli subaylığa verilmiş. Sanki o arkadaş ta disiplini bozmuş, arkadaşlarına baskı yapmış gibi bizimle tecrit cezası çekti. Sonra derdini dilekçelerle anlattı; kurtuldu.

 

Bunun üzerine yargıç "Ben tecrittekilerin yalnızca raporla ilişkili görülenlerden ibaret olduğunu bilmiyordum. Tecride şu andan itibaren son verilecektir," dedi. Konuşmak isteyenlere artık söz vermedi. "Yasal olmayan bir uygulamaya son verilmiştir. Artık konuşmanın lüzumu yok."

 

O anda zafer kazanmış sayıyorduk kendimizi ve baş savcı her halde utanmıştır. O duruşmayı izlemekte olan okul komutanı ise "Erkek, ne durumda olursa olsun doğru söyler…" deyişini hatırlamıştır.

 

O gün yargıç öyleye kadar son derece nazikti. Ama öğleden sonra  eski azarcı ve alaycı tavrına döndü.

 

 

"İnönü! İnönü!"  diye bağırdılar.

 

Binbaşı Ahmet Eroğlu: Ben Merkez Komutanlığında 15-20 öğrenci gördüm; o kadar. Onlar da hareketten çekilmişti.

 

Adnan Midyat: Efendim. Savcının iddianamesinde öne sürdüğüne göre Menteş kampında biz bol eğlenceli ama disiplisiz bir yaz tatili geçirmşiz. Sayın tanık o zaman bizim Taburun komutan yardımcısıydı. Sorulsun, nasıl bir yaz tatili geçirmişiz.

 

Yargıç soruyu tanığa yöneltmedi.

 

Avukat Hasan Önen: Sayın tanık geçen yılın 22 Şubat’ında şu anda yargılamakta olduğunuz Üçüncü Taburun komutanıymış. O darbe girişimi sırasında tabur ne yapmış?

 

Yargıç: Bunu sorunca ne olacak?

Avukat: Efendim, bu öğrenciler başbakan İsmet İnönüye sevgi gösterisinde bulunmuşlar. O zor şartlar altında bunu yapabilen öğrenciler sonra İnönü’ye karşı hareket eder mi?

 

Yargıç: Onu savunmanızda söylersiniz. Siz efendim, soruyu işittiniz. Açıklayın. Mümkün olduğu kadar kısa.

 

Tanık: İlkin taburuma  alarm verilmesini istemedim. Sonra fikrimi değiştirdim. Öğrencilere durumu açıklamamın daha uygun olacağını düşündüm. Bunları etrafıma topladım.

 

"Arkadaşlar," dedim. "Kendinizi yalnızca derslerinize verin diye, şimdiye kadar size duyurmadığım şeyler var. Şimdi sırasıdır. Hükümet aleyhine bir işe kalkışıldı. Komutanınız olarak sizin bu işe karışmanızı istemiyorum."

 

Beni sükunetle dinlediler. Sonra hep birden "İnönü! İnönü!"diye bağırarak sevgi gösterisinde bulundular. Darbeciler o gece bunları sabaha kadar sınıflarından dışarı bırakmadılar.

 

 

Kurmay albay Habip Alpay: Necatibey Caddesindeki Harbiyeliler gelişi güzel giyinmişti. Okuldan alel acele çıktıkları belliydi. Uyarıda bulundum. "Başınızda kim var?" dedim. Bir öğrenci  "Talat Aydemir’dir!" dedi. Öğrencileri yürüyüş koluna sokup okula yönelttim. "Harbiye marşını söyleyerek marş!" dedim. İnadına söylemediler. Benim affedemediğim yanları,  emirleri darbe girişimcilerinden almalarıdır. Ortalıkta bekleşen subaylar vardı. Görevlerinin başına neden gitmediklerini anlamadım.  Öğrencileri uyarmıyorlardı.

 

Yargıç: "Aydemir’dir" diyen öğrenciyi teşhir eder  misiniz?

Tanık: Ederim ama zaman alır. O kendini biliyor. Harbiyeli  saklamaz; ortaya çıkar.

Yargıç: O kimse gelsin buraya.

 

Takma adı HACI olan arkadaş kalktı: "Efendim! O benim. Ama  ‘Aydemir’dir,’ demedim; ‘Aydemir’miş,’ dedim." Durumu az önce başkasından öğrenmiştim.

 

Yargıç: "Aydemir’dir" mi dedi, "Aydemir’miş" mi? Malum, bu ikisinin arasında fark var. Tanık: "Aydemir’dir!" dedi. Sanık: Efendim… Yargıç: Yeter! Tanık senin istediğini söylemek zorunda değil. HACI dört yıl iki ay hapis cezası aldı.

 

Bu tanık "Hoca verir talkını, kendisi yutar salkımı" sözünü akla getiren bir tipti.

 

(1)"Ortalıkta bekleşen subaylar vardı," diyor. Ama kendisi de beklemiş. Evinin penceresinden durumu izlemiş. Ta sabah 7.30’a kadar.

 

(2)Sonraki tanıkların ifadesinden şu anlaşıldı: Habip Alpay’dan çok önce jandarma subayları öğrencileri uyarmış. Alpay zaten ikna edilmiş olan o öğrencileri okula getirmiş. Müdahale ettiği saatin 7.30 olmasından o da utanıyor olmalı ki raporuna bunu 5.00  diye geçirmiş; öğrencileri de "Albay Habip Alpay’a 5’te katıldık" demelerini tembih etmiş.

 

(3)"Öğrenciler inat olsun diye marş söylemedi" diyor. Kendisi onlardan biri olsaydı öylesine yorgun, uykusuz, istikbalinden endişeli iken marş söyleyebilir miydi?

 

 

Biraz garip olmuyor mu?

 

Duruşma yargıcı, bir sanığın ifadesinde çelişki yakalarsa "Biraz garip olmuyor mu?" diye sorar ama cevap istemez, "Evet öyle oluyor!" diye kendisi cevaplardı. Bunun bende bıraktığı izlenim: YARGIÇ  aslında "Evet, seni anlıyorum," diyor. "Çelişkiyi açıklıycam diye eee, iii edip durma. Çelişkiye hepimiz düşeriz. İnsanız biz."

 

Bu hoşgörü sanıklara da bulaştı. Örneğin Turan Çağlar’ı dinlerken:

 

 

Hava kurmay albay TURAN ÇAĞLAR: Saat 24.00'te Bahçelievler'den Harbokulu'na geldim. Koruda yolun kıyısına saklanıp okulun kapısını gözetledim. Öğrenciler yarınki atamalardan söz ediyordu. "Nihat Erim başbakan olacak," gibi. Sonra Talat Aydemir geldi. Harbiyeliler onun çevresine toplandılar.

 

Yolun kıyısına saklanıp...

kho resimleri

Sanık 1: Niçin ortaya çıkmamış; niçin gizlenmiş?

Sanık 2: Niçin görevinin başına gitmemiş?
Yargıç: Sana ne? Görevini yapmadıysa hesabını üstlerine verir; sana değil.

 

Sanık 3: Efendim, özgürce bir şey söyleyebilir miyim?
Yargıç: Elbette özgürce. Kimseden çekinmeyeceksin.

 

Sanık 3: Tanık Yekta Başeğmez dedi ki darbeci Nihat Conguroğlu Harb Okulu nöbetçi subaylığına gelmiş. Ordaki subaya, "Arabam bozuldu. Telefonunuzdan bir araba çağırabilir miyim?" demiş. Bahçelievler'de bir yere telefon etmiş. Araba gelmiş. Arabadan bir radyo çıkarıp nöbetçi subayının önüne koymuşlar. Radyoda "Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu!" deniyor, Harbiye marşı çalınıyormuş. Şimdi... Bu tanık Bahçelievler'den o saatte arabayla Harbokulu'na gelmiş. Bu BİRAZ GARİP olmuyor mu? Evet öyle oluyor.

Yargıç: Tamam mı? Peki.

 

 

Yuuuuh!


Kurmay Albay Necati Özdemir (Askerî Okullar öğretim şubesi müdürü): Olayı duyar duymaz sivillerimi giyip Kızılay'a gittim. Orda ünlüüü Fethi Gürcan'ı gördüm. O beni görmedi. Görseydi  muhakkak beni şehit ederdi (gülüşmeler). Öğrenciler çok azimliydi. Gözlerinden ateş saçıyorlardı. Kur'an üzerine yemin ederim ki önlerine ana babaları çıksa çiğner geçerlerdi.

Bütün saloon: Yuuuuuuh!

Yargıç: Ne demek yuh? Söyleyeceği olan varsa gelir, mikrofon başında söyler. Bir daha böyle yaparsanız önlem alırım... Bu tavrınız sizin o geceki tavrınızı da açıklar.

Tanık: Evet, efendim. O gece de tıpkı böyleydiler!
Yargıç: Siz de susun, efendim. Yalnızca söz verilince konuşun.

Öğrenci 1: Kendisi Fethi Gürcan'ı niye vurmamış?

Öğrenci 2: Bizi uyarmış, "Gelin arkadaşlar gidelim!" demiş te dinlememişiz mi?

Öğrenci 3: O görev anında niçin sivil giyinmiş? Şimdi niye subay giysisi var üstünde?

Öğrenci 4: Efendim, benim babam da en az benim yaşım kadar askerliği olan bir subay. O benim babam; önüme çıksa çiğner geçer miyim? Tanığın iftirasını iade ediyorum.

Öğrenci 5: "Kur'an üzerine yemin ederim!" diyor. Başta ettiği  yemin Kuran üzerine değildi; o geçersiz mi?

Öğrenci 6: Efendim, bu albay  bir yelkenci.
Yargıç: Nerden biliyorsun?
Öğrenci: Çünkü görevine gideceğine sivil giyinip duruma bakıyor.

Öğrenci 7: Efendim, bu tanık yalan söylüyor.
Yargıç: Nerden biliyorsun?
Öğrenci: Pazar günü beni görmeye geldi. "Tutanağı okudum. İfadende çelişkiler var; neden doğru söylemiyorsun?" dedi.

Yargıç: Doğru mu? Bu öğrenciyi ziyaret ettiniz mi?
Tanık: Evet. Bir akrabamın kızıyla nişanlıdır. Onun ricası üzerine bunu görmeye geldim. Hakikaten ifadeleri...

Yargıç: Yeter!

Avukat Ruhacan: Tanık, öğrencileri uyarmaya çalışan bir subay grubu görmüş mü?

Tanık: Hayır, görmedim. Yalnız, öğrencileri siviller uyarıyordu.

Ruhacan: Kendisi öğretim şubesi müdürüdür. Olaydan önce okula bir uyarı ya da emri oldu mu?
Yargıç: Bunu sormaya gerek yok. Belki o, emir vermiştir de okul yönetimi yerine getirmemiştir.

Tanık: Muhterem hakim bey! Şu öğrenci bana kafasını salladı. Hem de fena halde salladı.

 

Yargıç: Kimdir o?
İbrahim Demir: Ben başımı sallamadım.
Savcı: Efendim, bari bu davranışının gereği yapılsın.

Yargıç, karar duruşma sonunda alınacakmış gibi yaptı. Ama unutuldu gitti. Her halde İbrahim'i suçlu görmedi. Salondaki herkes yuh çeker, ceza almazken yalnızca başını salladı diye bir tek öğrenciye ceza verilemezdi.

İbrahim’in yalnızca başı sallanmış; öteki herkesin bütün vücudu zangır zangır sallanıyordu. Balkonda bayılanlar vardı.  Duruşmaları ordan izleyenlerin çoğu subaydı. Onlar da heyecanımıza kendilerini kaptırmış, ağlıyordu.

Yargıç: Öğrenciler hakkındaki kanaatiniz?
Tanık: Azimliydiler; kararlıydılar.
Yargıç: Bu kanaate nerden vardınız?
Tanık: Çünkü parolaları HARBİYELİ ALDANMAZ idi. Bu parolayı herkes bilir. 22 Şubatçıların eseridir.

Yargıç: Tamam. Çıkabilirsiniz.

Tanık benim önümden geçerken gözlerimi yumdum. Çoğu arkadaş, albayın yüzüne tükürür gibi bakıyordu. "Senin gibi subay olacağıma hiç olmuyayım daha iyi..." diyenler vardı.

Kararda bu albay gibi kimselerin kanaatinin geçerli sayılmadığı belirtildi. Çünkü HARBİYELİ ALDANMAZ parolasının 22 Şubat ile bağlantılı olduğunu belki bilmeyenler de vardı. Örneğin ben bilmiyordum.

 

 

Kur albay İsmail Hakkı Bayıdır (Cumhurbaşkanlığı Muhafız alayı komutanı): Alayım sabah 5.30-6.00 gibi harekete geçti. Bir öğrenci Jandarma Genel Komutanlığının penceresinden ateş ediyordu. Yaralılar vardı; onların alınmasını önlüyordu. Pencereyi yoğun ateşe tutarak onları aldım. Rastladığımız öğrencileri enterne ederek Harb Okuluna geldim. Korudan üstümüze ateş açıldı. Biz de karşılık verdik. Onların bazısını korudan çıkarıp enterne ettik. Okula geldim. Okul kapısının önünde Salim Miman vardı ve silahlı silahsız öğrenciler. Bir öğrenci yerden büyük bir kovan aldı. "Bakın albayım, bunu bize attılar!" dedi. "Nedeni sizsiniz!" dedim. Baktım, Salim Miman gidiyor. Durdurdum. "Nereye gidiyorsun?" "Öğrencileri yatıştırdık; bizim işimiz bitti," dedi. "Asıl bundan sonra işiniz başlayacak!" dedim. Onu tutukladım. Okulu ele geçirdik.

 

Yargıç: Can kaybınız nasıl oldu?

Tanık: Bir subayla iki erim UÇAKLARIN ATEŞİYLE  şehid oldu. Beş altı erimi de öğrenciler bacaklarından yaraladı.

 

Yargıç: Size gelen bütün öğrencilerle ilgili olarak MÜSADEME sözü ediliyor. Doğru mu?

Tanık: Onu ben bilemem; onları getirenler bilir. Ben müsademeden söz eden bir rapor imzalamadım. Zaten o bir serlevhadır. Serlevhada anlam aranmaz. Serlevha diye her şey yazılabilir.

 

 

Kur binbaşı Kenan Güven: 01.30’da okulun nöbetçi subayına telefon ettim. Okulun başkalarının elinde olduğunu anladım. 2.20’de  okula geldim. "Yukarı çıkacağım," dedim. Yanıma bir öğrenci kattılar. Onu uyardım ama cevap olarak bana silah çekti. Talat Aydemir’le karşılaştım. görev almayı reddettim. İnerken yolda Hadi Kantarcı’yla karşılaştım. "Öğrenciler emir dinlemiyor!" dedi. "O halde görev almayı reddet!" dedim. Bazı öğrenciler bizi selamladı; bazıları ise silah çektiler. Merkez Komutanının emrine girdim. Jandarma komutanlığı binasının önündeki öğrencileri arabalara bindirdim. Başka bir topluluğu Çankaya’ya  yönelttim.Ama  İkinci Sınıftan İbrahim Demir bana silah çekip "Burda senin borun ötmez!" dedi. Öğrencilere de "Geriye dön, marş!" "  diye bağırdı. Öğrenciler ona uyup geriye döndüler. Uyardım ama dinlemediler; gittiler. Akay köşesinde makineliyle ateş açıldı. Tarım Bakanlığının yanındaki  kavşağa saklandık. Bizi bulamadılar.

 

Yargıç: Okulun kapısında öğrenciler size topluca selam verip bağlılıklarını göstermişler. Onları niye emrinize almadınız?

Tanık: Silahlarını bize çevirenler de vardı; korktum.

 

Hasan Akçay: Binbaşım Tarım Bakanlığı’nın yakınındaki kavşaktan söz ediyor. Biz de ordaydık. Çatışma olmuş mu?   

Tanık: Ben ordayken olmadı; daha önce oldu mu, bilemem.

 

 

Kur albay Mehmet Ali Ergin: "Başımızda bir üsteğmen var;  Talat Aydemir’in emriyle indik," dediler.

 

Yargıç: "Talat Aydemir’in emriyle indik," mi dediler?

Tanık: Hayır! "Alarm verildi; indik!"  dediler.

Savcı: Çelişkili konuşuyor. Doğruyu söylemesi için göz altına alınmasını talep ediyoruz.

Yargıç: Yanlışını düzeltti. "Alarm verildi; indik!" demişler.

Savcı: Mahkeme kurulunun kararını talep ediyoruz.

 

Duruşma yargıcı başkana eğildi, üyeye eğildi; sonra başka bir daha. Kalplerimiz küt küt atmaya başladı. Albayın ister dili sürçmüş olsun ister yalan söylediği gerçek... bizi korumaya çalıştığı belliydi; göz altına alınırsa kahrolacaktık.

 

Gereği görüşüldü. Karar: Tanığın göz altına alınmasına dair talebin başkanın aykırı oyuna rağmen oy çokluğu ile reddine.

 

Bütün başlar kurulun paşa başkanına çevrildi. Paşa, alı al moru mor, önündeki mikrofona tık tık tık vuruyordu. Sanki gürültü vardı da onu susturuyordu.

 

 

Hukuk öğrenimi varmış

 

Son olarak raporun hazırlanışıyla ilgili beş tanık ifade verdi. Bunların dördü raporun hazırlanışına değil yalnızca imza edilişine tanık olmuşlardı. Dediler ki, "Yalnızca dört öğrenci imzalarını kendi istekleriyle attılar." Beşinci tanık ise raporun hazırlanışına göz kulak olmuştu; "Öğrencilerin hepsi imzalarını kendi istekleriyle attılar," dedi.

 

Yargıç elindeki raporu öfkeyle salladı.

"Siz hukuktan hiç anlamaz mısınız?"

"Hayır!"

"Görev icabı tutanak filan da düzenlemediniz mi?"    

"Evet. Birkaç kere tutanak düzenledim."

"Bakın şu rapora! Kurşun kalemle yazılmış. Rast gele imza edilmiş. Başı sonu yok. İsteyen istediği imzayı sokuşturabilir buna. Olur mu böyle?"

 

"Ben karışmadım. Onlar yazdılar; onlar imzaladılar."

 

Bir öğrenci: Hadi, çabuk olun! Komutan bekliyor. Bundan size hiç bir sorumluluk gelmiyecek. Siz yalnızca burada olduğunuz için imza atıyorsunuz," dememiş mi?

 

"Hayır."

Öğrenci: Bu adreste oturmuyor mu? (Okudu). "Bir şey olursa beni ararsınız," dememiş mi?

"Hayır."

 

Ergun Karlı: O geceden beni hatırlıyor mu; nasılmışım?

"Evet,hatırladım. Ötekilerden ayrıydı. Yatıyor, ‘Ben hastayım’ diye ağlıyordu. ‘Benim bu işlerle ilgim yok!’ diyordu."

 

Bir avukat: Yanlış anlaşıldı sanırım. Tanığın hukuk öğrenimi yok mu?

Tanık: Hukuk öğrenimim var.

 

Salonda mırıltı, homurtu; yargıcın yüzünde şaşkınlık, öfke. 



__________________
hasanakcay.net
allahindini.net
Yukarı dön Göster hasakcay's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasakcay
 

Sayfa Sonraki >>
  Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazıcı Sürümü Yazıcı Sürümü

Forum Atla
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme
Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme
Sizin yetkiniz yok forumda konu silme
Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme
Sizin yetkiniz yok forumda anket açma
Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma

Powered by Web Wiz Forums version 7.92
Copyright ©2001-2004 Web Wiz Guide
hanif islam

Real-Time Stats and Visitor Reports Sitemizin Gunluk, Haftalik, aylik Ziyaretci  Detaylari Real-Time Stats and Visitor Reports

     Sayfam.de  

blog stats