EVRENİN KÖKENİ-2

Johannes Kepler (1571-1630)

Maceracı ve sarhoş bir babayla akil dengesi bozuk bir annenin çocuğu ne olur demeyin bir, Kepler olabilir. Dört yaşında geçirdiği çok ağır bir çiçek hastalığı görmesini kötüleştirmiş ve ellerinde sakatlığa neden olmuştur. Sorunlu bir ailede, zor bir büyüme dönemi geçirmesine rağmen okulda başarılı bir öğrenci idi, ve belki de sorunlarla dolu bir hayat onu aşırı hayalci bir kişilik kazanmasına neden olmuştu. İlk basta Graz Üniversitesinde astronomi profesörü daha sonra da kraliyet matematikçisi oldu. Daha sonra dinsel çekişme Protestan’ların aleyhine sonuçlanınca Graz’i terk etmek zorunda kaldı ve Prag’a yerleşti. Aslında bu Kepler’in adına kötü olmamıştır. Çünkü Tycho, Kepler’in issiz kaldığını öğrenince yanına iyi bir asistan bulduğunu düşünerek, Kepler’i yanına çağırmıştı. O günlerde astronomların ek kazanç kapısı olan astrologluğu her ne kadar küçümsese de, soyluların yıldız fallarına bakarak geçimini sağlıyordu.

Bu günde çok şey değişmiş değil, hala bilim insani yetiştirme amacında olan Astronomi ve Uzay Bilimleri bölümünde yıldız falına inanan öğrenciler var, bazıları inanmasa da geçim derdinden dolayı bu tür islerle uğraşmak zorunda kalmaktadırlar. Gerçekte Kepler’de yıldız fallarına inanmıyor değildi. İlk önceleri gökyüzünde müziksel bir uyum olması gerektiği ve bunun yaratıcının kafasında tasarladığı şey olduğu, hatta bunu geometrik olarak ispatlayabileceği gibi mistik bir duyguya kapılmıştı. Bu mistik uyum arayışı, O’nu gezegenler arasında bir ilişki olması gerektiği, birbirlerinin hareketlerinde birlik ve uyum olması gerektiği fikrine götürmüştü. Tycho’nun yanına yerleştikten sonra bir de yasinin ilerlemesiyle beraber bu tür mistik duygulardan azda olsa uzaklaşmaya, olgusal verilere daha bağlı olmaya başladı.

Tycho’nun yanındaki görevi, gezegen yörüngelerini belirlemekti. Yörüngesini incelemeye başladığı ilk gezegen Mars’tı. Aristoteles’ten kalma kusursuz hareket olan çembersel hareket fikrini, kendi mistik beklentileriyle birleştirince yörüngelerin çembersel olması gerektiğini düşünüyordu. Ancak Mars’ın yörüngesini tüm ısrarlı çalışmalarına rağmen bir türlü çembersel bir yörüngeye oturtamıyordu. Çembersel yörüngeyi modeline inanıyordu, O’na göre evren siyah kozmik bir duvarla çevriliydi. Bu da geceleri gök yüzünün neden apaydınlık olmadığının nedeniydi. Yaratılışa inanıyordu ve 25 yaşında yazdığı “Mysterium Cosmographicum” (Evrenin Gizleri) isimli kitabında yaratılış anının MÖ 27 Nisan 3877’de Pazar günü sabah saat on bir olarak verir. Bir çok Protestan kilisesinin Pazar ayinlerine sabah saat on bir de başlamasıyla bir ilgisi olup olmadığı incelemeye değer bir konudur. Hayatinin son yıllarına doğru Avusturya’da Protestanlara karşı diş bilemelerin dozu iyice artmıştı. Baskı ve yıldırmalara dayanamayan Kepler arka arkaya iki şehre daha göç etti, zaten çok sağlam olmayan vücudu zor şartlara ve baskılara daha çok dayanamayıp 1630 yılında pes etti. Astronominin en temel üç yasası Keplerin var olduğuna inandığı gizemli ahengi hayati boyunca arama çabalarının yan ürünüdür de diyebiliriz.

 İnancı peşinden koşarken çok önemli temeller atmıştır Kepler, günümüz popüler bilim adamlarından Stephen Hawking’te benzer bir yolda mi diye sormak istiyorum kendi kendime. Geçmişe yolculuktan, bunun mümkün olabileceği ortamlardan söz ediyor kendisi. Acaba bunun temelinde yatan, bilimsel olgular mi yoksa, sağlam bir bedene sahip olduğu eski yıllara dönebilme duygusunu bastırma çabası mi? Hepimizin bildiği gibi ALS hastalığına yakalandığından dolayı tekerlekli sandalyeye bağlı, felçli ve konuşamıyor. Deneyi köken almış bilimsel metotla ilgisi olmayan bir yöntemle, salt matematiksel denklemleri kullanarak elde edilen şeyleri doğada aramak ne kadar doğru? Bu bana, Keplerin inancından dolayı Mars’ın eliptik yörüngesini epey uzun bir süre kabul edememesini çağrıştırıyor.

Ancak Kepler şanslıydı çünkü elinde yadsınamaz gerçek veriler vardı, inancını yenmesini sağladı. Peki S. Hawking’in geçmişe yolculuk inancını yenmesi için elimizde ne var? Bilim var olan şeyi inceler, olup olmadığını bilmediğimiz bir şeyin üzerine bilim kurulmaz. Her neyse, biraz güncele değindikten sonra sunu ekleyelim. Keplerin üç yasası Newton dikkate alıncaya dek adeta kitaplarında gömülü kaldı. Ancak çalışmaları öldükten çok sonra olsa da, kendisine “Astronominin Prensi” unvanını kazanmasını sağlamıştır. Bu arada bilimsel çalışmalardan ayrı düşünülemeyecek olan felsefi cephede neler oluyordu? Yepyeni bilimsel buluşların gerek duyduğu, daha serbest gelişebileceği düşünce sistemleri de kendilerini göstermeye ve bu günkü kadar hızlı olmasa da hızla yayılmaya başlamıştı.


René Descartes (1596-1650)

Kronolojik bakımdan Bacon, Descartes’tan önce gelmesine rağmen biz burada, önce Descartes’tan söz etmeyi uygun görüyoruz. Çünkü düşünce sistemi bakımından, birbirlerine indirgenemeyen iki karşıt ilkenin varlığını ileri sürerek dini inançlarla bilimsel düşüncenin, idealizmle materyalizmin uzlaşamayacağını ve birbirlerine indirgenemeyeceğini sistemleştirmesi açısından F. Bacon’un gerisinde, çağının ilerisindedir. “Dünya üzerine İnceleme” adini verdiği çalışmasını, Galileo’nun mahkum edildiği haberini alması üzerine yayınlamaktan vazgeçmiş olması, F. Bacon’unki kadar köklü bir atilim yapamamış olmasının nedenin büyük bir olasılıkla kilise ile bir çatışmaya girmekten çekinmiş olduğunu gösterir.

Kiliseyle net bir zıtlaşmaya girmek istemese de Fransa’dan kaçıp daha özgür bir ortam aradığı Hollanda’da da Protestan kilisesinin ve Aristotelesçilerin sert saldırılarıyla karşılaşır ve senato su kararı verir “... yeni olduğu ve ayrıca gençliğe eski ve sağlam felsefeden yüz çevirttiği için Descartes’in felsefesi yasaklanmıştır.” Burada ifade edilmek istenen su olsa gerek “Yeni olandan korkuyoruz,çünkü din dogmalarıyla uyuttuğumuz halkın uyanmasına, ve yerlerimizden edilmemize izin veremeyiz.” Her neyse, simdi burada, Descartes bizim için neden önemli çünkü O dogmatik anlayışın karşısına her şeyden şüphe ederek çıkmıştı. Geliştirmiş olduğu “kartezyen yöntem” bilim için çok önemli bir adimdir ve zamanında tam da gerek duyulan düşünce sistemiydi. Gelişen bilimsel çalışmalarla ilgisini anlayabilmek için yönteminin dört ilkesine kısaca değinmek evren ile ilgili fikirlerin gelişimini anlamada büyük fayda sağlayacaktır.

 “1. Doğruluğu apaçık bilinmeyen her şeyden şüphe edeceğim” Descartes’in en temel ilkesidir. Duyularımız yanılabilir, akıl yanlış işlem yapabilir yada unutabilir, duygularımızla akıl çatışabilir bu sağlıklı bir akıl yürütmeyi engelleyebilir; kısaca bilgi kaynaklarımızın hepsinden şüphe edebiliriz ama su anda şüphe ettiğimizden şüphe edemeyiz diyerek, her türlü düşünce etkinliğinin temeline şüpheyi yerleştirir. “Düşünüyorum öyleyse varım!” şüphe etmek düşünsel bir eylemse, düşünmem içinde var olmamız gerekiyorsa, biz varızdır diyor. “Apaçık” derken fikir yürütebilmek içinde doğruluğundan en çok emin olabileceğimiz, bu tür cümleleri kullanmamız gerektiğini söylemek istemektedir. Sonuç ne? O güne kadar gelmiş olan tüm kavramlardan şüphe edip, tekrar gözden geçirilmesi gerektiği. Bazı kemikleşmişler, inançlar ve fikirler için ne kadar tehlikeli değil mi?

 “2. İnceleyeceğim sorunları, bunları daha iyi çözümleyeceğim tarzda ve mümkün olan en küçük ve çok sayıda parçaya ayıracağım.” Burada, doğada bir bütünlük olduğunu, bütünün parçalarının arasında nedensel ve zorunlu bir bağlantı olduğunu düşünür. Tümdengelimci izler görülmekte yani yukarıdan aşağı doğru sistematik olarak yapılanmış, organize bir bütün olduğunu düşünmekte. Analizle bu yapının daha küçük parçalarının tek tek incelenmesi gerektiğini söyler ve sonra 3. ilke devreye girer.

 “3. Bilinmesi en kolay olan nesnelerden başlayarak, en bileşik nesnelere kadar, ağır ağır ve derece derece yükselerek, düşünceyi düzenle yürüteceğim.” Analizle ve tek tek incelenerek ulaşılan bilgilerin bir araya getirilmesiyle daha tümel, geniş bilgilere ulaşılmaya çalışılması gerektiğini ve var olduğunu kabul ettiği en tümel yapıya ulaşılabileceğini söylemekte. İkinci ile üçüncü ilkeyi daha iyi kavrayabilmek için su örneği burada vermek yerinde olacaktır.

Bir üçgenin tanımını yapmaya kalkıştığımızda kaçınılmaz olarak doğrulardan söz etmek zorundayız, yani üçgeni analiz ettiğimizde daha küçük parçaları olan doğruların tanımını da yapmamız gerekiyor. Sentez yaparken de üç doğrunun bir birbirleriyle kesişip kapalı bir düzlem oluşturduklarında daha tümel bir yapı olan üçgeni tanımlarız. Tikel yapı doğrular, bunların üçü belli bir bağıntıya uyarak bir araya geldiğinde üçgen dediğimiz geometrik sekil ortaya çıkıyor, bu şekil doğruya göre daha tümel bir yapıdır. Bir üçgenin tanımını yapmaya kalkıştığımızda kaçınılmaz olarak doğrulardan söz etmek zorundayız, yani üçgeni analiz ettiğimizde daha küçük parçaları olan doğruların tanımını da yapmamız gerekiyor.

Sentez yaparken de üç doğrunun bir birbirleriyle kesişip kapalı bir düzlem oluşturduklarında daha tümel bir yapı olan üçgeni tanımlarız. Tikel yapı doğrular, bunların üçü belli bir bağıntıya uyarak bir araya geldiğinde üçgen dediğimiz geometrik sekil ortaya çıkıyor, bu şekil doğruya göre daha tümel bir yapıdır. Son ilkesi de önceki üç ilkeyi doğru şekilde kullanıp kullanmadığımızı kontrol etmeye yöneliktir.

4. Hiçbir şeyi noksan bırakmadığımdan emin olmak için, her adımda sayım ve genel gözden geçirme yapacağım.” Gerek analiz gerekse sentez yaparken incelemecinin hata yapabileceği olasılığından dolayı bütünü oluşturan zincirinin kopacağı ve yanlış sonuca gidilebileceğini düşünüp böyle bir ilkeye gerek duymuştur. Görüldüğü gibi bilimsel çalışmaların düşünsel kısmı da kurulmaya başlamaktadır. O güne kadar bilimsel çalışmalar daha çok din adamları tarafından yürütülmekte ve maddi destek daha çok kiliselerden ve kiliselerle ortak hareket eden aristokratlardan sağlanmaktaydı. Ancak yine kiliseye bağlı bir okulda eğitim gören Descartes bilim ile dini dogmaların inceleme alanlarını ayırma yoluna yönelmiş, böylece bilimi din adamlarının elinden çıkması için gerekli olan düşünsel yapıyı getirmişti.

Kendisi de materyalist olmayan Descartes Tanrı, Ruh ve maddenin birbirlerinden farklı üç temel olduğunu söyleyerek aralarındaki ayrımı belirtmesi açısından bilimi dinden ayıran çok ciddi bir adimdir. Ona göre Tanrı en yetkin ve sonsuz olandır. Ruh düşünce ile, madde ise yer kaplama ile ilgilidir. Kısaca bilimin alanı belirlenmeye başlamış, sınırları belirginleşmeye başlamıştı. Descartes’ta determinist, mekanikçi bir uzay anlayışı vardı, yani belli bir sistem içinde, belli bir andaki durumu ve hareketi bilinen nesnenin durumu ve hareketi, yalnızca o anin değil geçmişin ve geleceğinde bilgisini verir, görüsündeydi. Yani her hareketin bir nedeni vardı ancak ilk hareket ettirici Tanrı idi, Ona göre her şey önceden belirlenmişti belirleyense, Tanrı... Buna kadercilik dememiz pek yanlış olmayabilir. Bu gün kullandığımız, onsuz yapamayacağımız, bilimsel grafiklerimizi çizmekte kullandığımız koordinatlar geometrisi de Descartes’in eseridir.

Descartes dini dogmalara karşı çok sert bir tavır almamış olsa da, Onun her şeyin temeline “şüphe”yi koyarak ve özellikle Tanrı,Ruh ve maddenin farklı çalışma alanları olduğunu söylemesi açısından çok ciddi bir adim attığını itiraf etmeliyiz. Bilimde engellenemez yükselisin düşünsel evriminin en net ifadelerinden birini Descartes’te görebiliyoruz, ancak düşünsel evrimin getirdiği düşünsel devrimi Francis Bacon yapmıştır.

Bu arada Descartes’in pratikte materyalist, teorikte idealist bir filozof olduğunu unutmamak gerekir. “Dışımızda bulunan şeylerin gerçekliğinden şüphe etmemiz gerekir. Ancak öte yandan onların gerçekten var olduklarını kabul edebiliriz. Çünkü diş dünyanın varlığı hakkındaki düşüncemizin kaynağı, Tanrı’ dır. Eğer diş dünya gerçekten var değilse, Tanrı’nın bizi aldatmış olması gerekir.” Descartes’in bütün doğa biliminin bu sözleri üzerine kurulmuş olması onun materyalistlerle şiddetli bir tartışmaya girmesine neden olmuştur. Bu açıdan bakıldığında, biz bu yazıda Descartes’in bilimsel düşüncenin gelinmesindeki katkısını yadsıyamayız ancak fikirlerini değerlendirme, alıp kullanma konusunda materyalizm ve materyalizmin yavrusu olan bilim adına çok dikkatli olunmalıdır. Descartes’in temel fikirleri her ne kadar bizden destek görebilecek olsa da inançları etkisinde kalarak ulaştığı sonuçlar son derece tehlikelidir. Çağdaşı Francis Bacon materyalist cephede yer alıp idealizme ve dogmalara karşı çok iyi savaş vermiş tümdengelimi ret ederek bilimsel metodun kökeni olan tümevarım felsefesini kurmuştur.


Francis Bacon (1561-1626)

Aydın Çubukçu’nun Descartes ve F. Bacon ile ilgili ve kendimce çok iyi bulduğum betimlemesiyle başlamak istiyorum: “Skolastik çağlar boyunca, biçime ve otoritelere tanınan olağanüstü öncelik ve önem, düşüncenin özgür ve yaratıcı gelinmesinin üzerine örtülmüş kursun bir örtü gibiydi. Descartes, şüphesi ile kursunu ağır ağır eritmeye çalışırken, F. Bacon, bir vuruşta yırtmayı deneyen kişi olarak çıktı.”

F. Bacon’un yasadığı dönemde insanlar açlıktan ve nedenini bilmedikleri birçok salgın hastalıktan dolayı ölmekteydi, yasam şartları son derece ağırdı. F. Bacon durum karşısındaki çaresizliklerinin nedeninin bilgisizlik olduğunu, kaderle falan ilgisi olmadığını, bir dönemler Hıristiyanların önemli bir meziyet saydığı çile çekmenin anlamsız olduğunu ve bu durumun acilen düzeltilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ona göre, o günlerde kullanılmakta olan bilgi edinme yöntemi tamamen yanlıştı ve doğru bir yöntemle, insanlık bilgi birikimini arttırıp daha iyi yasama standartlarına sahip olabilirdi. Bilginin amacının kutsal kitapta yazanlara kanıt bulma çabasından ziyade “doğaya egemen olmak” olduğunu söylüyordu. Bunun için de olayların gerçek nedenlerinin bulunması gerekiyordu, buna çok önem veriyordu çünkü Ona göre, gerçek nedenlere bir kere ulaşıldı mi hastalıkları ve yoksulluğu ortadan kaldırmak için doğayı kontrol edebilirdik.

F. Bacon’a göre insanlığı refaha götürecek gerçekleri görmemizi engelleyen dört önemli etken vardı. O, bunlara “putlar” adini uygun görmüştü. Körü körüne bağlanılması istenen ve karşı çıkıldığında ceza uygulamasına gidilerek kabul ettirilmeye çalışılan bu putlara karşı savaş açmıştır. F. Bacon’a göre baslıca putlar şunlardı :

Soy Putları: Tüm insanların paylaştığı bazı önyargılara verdiği isimdir. Soy putlarının, insanların doğadaki olayları ve nesneleri kendisine benzeterek açıklamaya çalışmasının bir sonucu olduğunu söyler. Tanrının insan bedeniyle betimlenmesi, mesela Zeus, Artemis... ve Isa, soy putlarına bir örnektir. Ayrıca, F. Bacon’a göre “Güneş,ay ve yıldızlar” için kullanılan “dogma” ifadesi ve bu nesneler üzerine kurulu olan çeşitli efsaneler, amaçsız yasayamayan insan gibi doğanında bir amacı olduğu yönünde tehlikeli bir düşünceye itiyordu insanları. Kendine, doğaya olduğundan daha yakın olan insan için bu tür inançlar, daha kolayca düşünülebilip kabullenildiğinden dolayı, insan bu asli olmayan inançları almayı tercih ediyor ve ne acıdır ki bilim tersini gösterse bile bu tür inançlara bağlılıklarından çok şey kaybetmeden vazgeçemiyor. Bu nedenle ve özellikle tüm insanlar tarafından kabul edilmiş önyargılar olduğundan dolayı “soy putları” bilimsel tezlerin kabul ettirilmesinde çok büyük bir engel oluyor, F. Bacon’a göre.

Mağara Putları: F. Bacon, insanin kişiliğinin, kendi kendisini hapsettiği bir mağara olduğunu söyler. İnsanin, zaten çok net algılayamadığı dış dünya hakkındaki bilgilerini, kendi yetiştiği ortamdan kaynaklanan yasama tarzı ve karakterinden bir şeyler katarak çarptırdığını söyler. Bu şekilde oluşan yanılgı ve ön yargılara da “ Mağara Putları ” adini verir. Cephede savaşan bir insanın ölüme bakışı ile yeni aşık olmuş iki insanın ölüme bakışı çok farklı olacaktır. Neticesinde de farklı duygular hissedip, bir yorum yaparken farklı yargılarla yaklaşacaklardır. Doğuda çatışmada oğlunu kaybetmiş bir anne ile olaylara bilimsel yönden bakmaya çalışan bir sosyolog için önyargılar ve önyargıların şiddeti daha farklı olacaktır. Anne daha çok oğlunu kaybetmiş olmanın verdiği nefretle güdülenirken, sosyolog olayları duygusal yönden en az seviyede etkilenerek incelemek durumundadır. Aksi taktirde sosyologun doğru bir sonuca varması güçleşecek, çarpık fikirler ortaya çıkabilecektir.

Yahudi bir ailenin çocuğu olan Einstein’ in, “Tanrı zar atmaz!” diyerek, kurulmasında kendisinin de katkısının olduğu, kuantum elektrodinamiğine itiraz etmesi; Kepler’in gökyüzünde yıllarca müziksel bir ahenk araması gibi önyargılar bilim tarihinde görebileceğimiz mağara putlarından sadece ikisidir.

Pazaryeri Putları: F. Bacon’a göre kullandığımız dilin kelimelerine verilen değişik anlamlar ve bunların genel, gündelik kullanılışları bilimsel düşünceyi saptıran önyargılar oluştururlar. Bu kavramlar genellikle geçmiş zamanların eksik ve yanlış bilgisini taşırlar. En yakınımızdaki örnek; Kopernik’e kadar yüzyıllar boyunca bütün gökkürenin dünya etrafında dolandığının kabul edilmesidir. Eksik bilginin sonucu olan bu düşüncenin bilimsel gelişime ne tür etkileri olduğunu geçen sayfalarda okumuştuk. Diğer bir örnek Newton’un kütle çekim kuvveti ile Einstein’in eğri uzayıdır. Newton; iki kütlenin birbirlerini, kütleleriyle doğru, aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı bir kuvvet etkisi altında kalarak çektiğini söylemiştir. (F=GmM/d2) Bu denklem Newton için kuvveti ifade etse de Einstein bu denklemin uzayın söz konusu kütle tarafından ne kadar büküldüğünü gösterdiğini söylemiştir.

Einstein’da görüldüğü gibi temelde denklemi kabul etse de kuvvet kavramı yoktur, onun yerine uzayın eğrilme miktarı vardır. Ancak bilim insanları ve bilimsel yayınlar, doğal olarak ta halk kütle çekim kuvveti ifadesini kullanmaktalar. Sanırım hiç kimse bir taşı elinden bıraktığında neden düştü sorusuna, “Çünkü dünyanın kütlesi uzay zamanı büküyor...” diye cevap vermez. Beklenen cevap yaklaşık olarak sudur, “Çünkü dünya taşın üzerine bir kuvvet uyguluyor...” Newton’un ifadeleri günlük yaşantımız sınırları içinde ihtiyaçlarımıza cevap verse de Newton’un kavramları kara delikler, çok büyük kütleli yıldızlar ve evrenin yapısı üzerinde çalışan birçok astronom için yetersizdir ve yanlış sonuçlara götürebilecek niteliktedir. F. Bacon’dan çok sonralardan bir örnek vermiş olsak ta O’nun anlatmak istediğinin ta kendisidir. Nedeni de, Newton’un “kütle çekim kuvveti” ifadesini çok büyük kütleler ile ilgili çalışan bir astronomun kullanmasının hatalı olacağıdır çünkü büyük kütleler için kullanması gereken yöntem Einstein’in uzay eğrilmesidir ve buna göre düşünmek zorundadır. Eğer astronom hala Newton ifadeleri ile düşünmekte ısrar ederse düşünmesi özgür ve doğru olmaktan, çok uzak olacaktır.

Tiyatro Putları: Araştırmacı tarafından bağlanılmış felsefi düşüncelerin veya ünlü kişi ve gruplara bağlılığın, dogmaların neden olduğu önyargılara verdiği isimdir. “Kural, yargının yerini almamalıdır.” diyerek, Aristoteles’in mantığını ve skolastik düşünceyi ret edip, deneyin ön plana çıkması gerektiğini söylemiştir. Ona göre, akılla ulaşılan her türlü sonucun doğruluğuna, sadece o sonucu elde etmek için kullandığımız akil yürütme biçiminin doğru olup olmadığına bakarak değil doğadaki olgularla sınayarak karar verilmelidir. F. Bacon’un bu sözünde kural genel olarak, Aristoteles’in öğretisini, yargı da tek tek olayların incelenmesiyle elde edilen sonuçlardı. F.Bacon, “Kurallara bağlı kalarak ulaşılan sonuçlarla, deneyle ulaştığım sonuçlar uyuşmuyorsa hangisine inan malıyım?” sorusuna, deneysel yöntemin yanında yer alarak cevap vermiştir. F. Bacon’un yasadığı dönemlerde Aristoteles’e o kadar fazla bir güven vardı ki tartışmalar “Usta böyle söyler.” dendiğinde sonuçlanmış olurdu.

Bir şeyin doğruluğu tersinin yanlışlığı gösterilerek ispatlanmaya çalışılıyordu. O’na göre, bir şeye körü körüne bağlılık bilgiyi öldürüyor, bilimsel gelişmeyi engelliyordu ve köhne düşüncelere karşı içten içe duymaya başladığı öfke Aristoteles’in “Organon”una karşı “Novum Organon” isimli eserini yazmasına neden oldu. Bu eseriyle Aristoteles mantığını tartışmaya açıyor yerine yeni bir alternatif sunuyordu. Bu çalışmasında, epey uzun bir süre hükümranlık sürmüş olan Aristoteles’e karşı meydan okunuyordu. F. Bacon bilginin birkaç kişinin otoritesine girmesini istemiyordu ve bunun için bilgiyi kolektif olarak üreten bilginlerden kurulu bir örgüt öneriyordu. Onun, biliminin ilk görevinin toplumun refahını artırması olduğunu ve bilim insanlarının bunun için çalışması gerektiğini ilan etmesinden dolayı kendisinin özel bir saygıyı hakkettiğini söyleyebiliriz.

F. Bacon doğru bilgiye ulaşılabileceğini düşünüyordu ve bunun için önerdiği metot “tümevarım metodu” olarak bilinir. Bilgileri sistemli bir şekilde toplamak incelemeyi kolaylaştırmak için levhalar ve çizelgeler önerir, bunları kısaca tanıtmaya çalışalım.

Önvarlık Levhası: Bu levha incelenecek olan olayı veya nesneyi doğada olduğu gibi ve birlikte bulunduğu bütün diğer nesnelerle birlikte yani bulunduğu ortamla birlikte saptanıp sıralandığı levhadır.

Aşama Levhası: F. Bacon bu levhayı üç alt çizelgeye ayırır.

Varlık Çizelgesi: Nesnenin veya olayın durumlarını sınıflandırır ve bu durumların diğer hangi olgularla, yani olaylar ve nesnelerle, birlikte göründüğünü gösterir. Mesela, sıfır derecenin altındaki suyun kati halde olması, yüz derece sıcaklığa kadar sıvı, üzeri sıcaklıklarda da gaz halinde olmasının belirlenmesi gibi veya yağmur yağması için öncelikle bulutların olması gerektiği gibi örnekler açıklayıcı olacaktır.

Yokluk Çizelgesi: Olgunun değişik durumları içinde, bazı şeyler var olmaya devam ederken bazı şeyler yoktur; bir başka durumda da olmayan şeyler vardır, olanlar artık yoktur. Mesela, gün içerisinde, Güneş doğduktan sonra hava ısınmaya başlar, ama Güneş battıktan sonra hava soğumaya başlamaktadır. Havanın ısınması için Güneş vardı, akşamüzeri günesin gitmesiyle yani artık var olmamasıyla birlikte hava soğumaya başladı, yani güneşin yokluğuyla havanın soğuması arasında bir ilişki kurulmuş oldu iste bu yaklaşım yokluk çizelgesinin konusudur.

Derece Çizelgesi: Olgunun ölçülebilir özelliklerinin değişmesi sırasında diğer değişen ölçülebilir özelliklerin çizelgesidir. Güneş'in doğuş saati ve saatin kaç olduğuna göre havanın sıcaklığının değişiminin ölçülmesi gibi, niceliksel değerlerin yer aldığı levhadır.

Dışta Bırakma Levhası: Ön varlık levhasında bulunanlardan, asama levhasında toplananların çıkarılmasından oluşan levhadır. Yani ilk bakışta incelediğimiz olguyla ilişkili diye düşündüğümüz aslında ilgisi olmayan, şans eseri bir araya gelmiş bazı olgular elenmiş oldu.

Özetleyecek olursak, incelediğimiz olay, çevresinde bulunan kendisiyle ilgili olmayan başka bir çok olguyla beraber olabilir. Bu levhalar sayesinde önce bir ön levha hazırlanır, daha sonra bu ön levha içinde kalan olgular tek tek incelenir, birbirleriyle bağlantılı olanlar kalır, ilgisi olmayan olgular dışarıda bırakılır. Böylece yanlış sonuçlara götürecek fazla olgular elenmiş yani dışta bırakılmış olur ve elde kalan birbirleriyle bağıntılı tek tek bilgiler bir araya getirilerek daha genel bilgilere ulaşılabilir.

Gerçekte, F. Bacon’un metodu çok hantal isleyen kullanışsız bir yapıya sahip olsa da, yepyeni bir anlayışla Skolastik düşüncenin karşısına çıkıp korkusuzca savaşmıştır. Biz burada F. Bacon’un metodunun eksik yanlarından söz etmeyeceğiz çünkü bizim asil amacımız bu değil, Skolastik düşüncenin ve dogmalarının otoritesinin bilimsel gelişmeye karşı daha fazla direnemeyerek, nasıl da eriyip gittiğini göstermekti. Bu dönüşüm insanin evrene bakış, algılayış, yorumlayış ve sorduğu sorularla, sorulara cevap arayış biçiminde çok ciddi değişimlere neden olmuştur ve bugünkü gerçek bilimin kökleri atılmıştır. Bu değişimler doğal olarak kurulan yeni evren modellerinin yapısına da yansımıştır.

Yeri gelmişken F. Bacon’a sığınarak aklıma gelen acı bir durumdan söz etmek istiyorum. Söz ettiğimiz, bu değişimlerden nasibini almamış bir grup insan cami çıkışlarında dağıttıkları bildirilerle doğal bir süreç olan depremin nedenini hala ilahi güçlere havale ediyorlar.

En az bir önceki kadar tehlikeli olan bir başka grup ta evinin, işyerinin yıkılışından, onca insanin ölümünden doğayı sorumlu tutup, kendi kurtuluşu için tanrıya şükür edenlerden oluşuyor. Burada da görüldüğü gibi doğaya bir sorumluluk yükleyip yaptığının yanlış olduğu söyleniyor, yani F. Bacon’un dediği “soy putları” hala kendisini gösteriyor, çünkü insana benzer bir doğa fikriyle kalkıp depremi yapan kaka doğa, depremde can kurtarıcı iyi bir tanrıdan söz ediliyor.

Peki, merak ediyorum, doğanın bir bilinci varda hadi bir deprem yapayım deyip de deprem yaptı da ona birde suç mu yüklüyoruz, olmadı birde dizlerimize yatırıp poposuna poposuna vuralım, belki akıllanır. Diğer yandan doğa depremin sorumlusuysa eğer, tanrı onca insani depremden kurtaramadı da sadece hayatta kalmış olanları kurtarmaya mi gücü yetti? Yoksa şanslı olan ve iyi yapılarda yasayanlar mi kurtuldu. Demek istediğim, F. Bacon’un dikkatle üzerinde durduğu gibi bilim belli kimselerin tekeline kalmasaydı ve sadece kazancı, dini otoriteyi artırmak için değil de halkın yararı doğrultusunda kullanılsaydı sanırım daha az kişi ölürdü!

             Sizden Gelenler Sayfasına Dön!