Gerek Teizm gerekse Deizm yaratıcı olarak  Allah’ı (c.c.) kabul etmekle ortak bir paydaya sahiptirler.
 
Ben
 Teizm ile Deizm’i, müstakil birer din olarak  görmüyorum; ilahi 
dinlerden uzaklaşmanın aşamaları olarak değerlendiriyorum.  Aslında 
Ateizm’i (Tanrı tanımazcılığı) de işin  içine katarsak ilahi dinlerden  
uzaklaşmanın üç belirgin evreden oluştuğunu söyleyebiliriz.
 
Teistler,
 tek tanrılı dinlerde olduğu gibi  Allah’ı (c.c.) bir yaratıcı olarak 
kabul ederler. Ama tek bir ilahı yaşamlarına  gerektiği zaman sokarlar. 
Dini ibadetler belirli değildir ve dini emir ve  yasakların yaşamlarında
 önemli bir yeri ve yaptırım gücü de yoktur. Allah’a  (c.c.) akıl ve 
sevgi yolu ile yaklaşmayı bir ideal olarak görürler. Bu yolla  Allah’ı 
(c.c.) iç dünyalarında bulacaklarını düşündükleri için ilahi dinlere  
karşı bir tavır alırlar. İlahi dinlerin dini kurallarla, emir ve 
yasaklarla kişi  ile Allah (c.c.) arasına mesafe koyduğunu düşünürler. 
Dinin bir vicdan işi  olduğuna inanırlar. Dinin kişinin vicdanı dışında 
kalan diğer yönlerini  reddetmeseler de pek de önemsemezler. Sokrat’ın, 
Platon’un Teist olduğunu iddia  ederler.
 
Büyük bir kısmı açıkça itiraf etmese de tarih  boyunca pek çok filozofun Teist olduğu dikkati çeker.
 
Teistlerin
 Hıristiyan inancındaki teslis  (üçleme:Tanrı, Hz. İsa ve Kutsal ruh) 
akidesine bir tepki olarak bu inancı  savunduklarını düşündürecek pek 
çok kanıt vardır. Tanrı’ya ve bazı ibadetlere  karşı olmamaları bunun en
 açık belirtisidir. Bu yönüyle Teizm, ilahi dinlerden  uzaklaşmanın bir 
aşaması değil, hak dini arayışın bir çabasıdır.
 
Günümüzde 
pek çok Müslüman genç, dinini  yeterince öğrenememesi nedeniyle ve 
yabancı din, felsefe ve kültürlerin etkisi  ile farkında olmadan Teist 
bir inancı savunmakta ve bu tür inançla İslam dinini  anlamlandırmaya, 
yorumlamaya, bağdaştırmaya çalışmaktadır. Elbette bu yönüyle  Teizm 
ilahi dinlerden uzaklaşmanın bir aşamasıdır.              
 
Teizm,
 Batı’da insanların hak dinin arayışı  içerisinde olduğunu gösterirken 
Müslüman ülkelerde insanların hak dinden  uzaklaşmanın bir basamağı 
olmaktadır. 
 
Aslında Ortaçağ’da Hıristiyanlık inancının  
kilise tarafından uygulanan baskıcı yönü o dönemdeki aydınları ya 
dinsizliğe  (Ateizm’e) ya Deizm’e ya da Teizm’e zorlamıştı. Bunun doğal 
sonucu olarak aydın  sınıfta bu insan doğasına bir zorba gibi hükmeden 
Hıristiyanlık dinine karşı  kendilerini savunma ve koruma düşünceleri 
gelişti. Böylece Avrupa ülkelerinde  laisizm (laiklik) önce bir düşünce 
olarak belirmiş, daha sonra da bir inanç  özgürlüğü güvencesi olarak 
yasalara girmiştir. Fakat İslam dini uygulamada  Hıristiyanlık gibi 
böyle bir yanlış yola tarih boyunca hiç sapmamıştır.  “Dinde zorlama yoktur (Bakara suresi, ayet 256).”, “Senin dinin  sana, benim dinim bana (Kâfirûn suresi, ayet 6).” ayetleri,
 farklı din ve  mezhepte olanlar için inanç özgürlüğünün güvencesiydi. 
Osmanlı devleti örneğinde  görüldüğü üzere farklı din ve mezhep 
mensuplarına verilen hak ve özgürlükler,  gösterilen hoşgörü onların 
din, mezhep ve kültürlerinin zamanımıza değin bir  değişme ve bozulma 
geçirmeden ulaşmasını sağlamıştır. İslam dininin özünde  Hıristiyanlıkta
 olduğu gibi baskıcı bir yön mevcut değildir. Onun için de bir  
Müslüman’ın Teist olmasına hiç gerek yoktur. Zaten İslam dini tek tanrı 
 inancıyla, diğer dinlerin mensuplarına sağladığı hak ve özgürlükler ve 
hoşgörü  ile Teistlerin de aradığı bütün dini özellikleri bağrında 
fazlasıyla  barındırmaktadır. Tabii bununla birlikte İslam dininde 
ibadetlere, emir ve  yasaklara önem verilmediği, verilmeyeceği anlamı da
 çıkarılmamalıdır. 
  
Teizm, Peygamber 
Aleyhissalâtu Vesselâm  Efendimizin peygamberliğinden önce Arabistan’da 
Hz. İbrahim Aleyhisselâmın  dininin bir çeşit devamı niteliğinde olan 
Hanif dinini andırmaktadır. Bilindiği  üzere Peygamber Aleyhissalâtu 
Vesselâm Efendimiz,  peygamberliğinden önce  Mekkeli Müşrikler gibi 
Putperest değildi. Hiçbir zaman da putlara tapmamıştı. O  dönemde Hz. 
İbrahim’den (a.s) gelen Hanif dini gereğince tek Allah’a (c.c.) iman  ve
 kendince ibadet ediyordu. Hatta o sıralarda Ramazan aylarında bu 
ibadetleri  için Nur dağında Hira mağarasına çıkıp orada günlerce yalnız
 kalıp ibadet  ettiğini konuyla ilgili bütün kaynaklar belirtmektedir. 
Kuran-ı Kerim’de  peygamberimizin bu hakkı arayışı ve hidayete kavuşması
 şöyle belirtilmektedir: “Seni dalalette bulup hidayete erdirmedi mi? (Duhâ suresi, ayet 7).” 
 Teizm de tıpkı Hanif dini gibi ilahi bir dinin gölgesinde olma özelliği
 ile  dikkati çekmektedir. İlahi dinlerin değişmesinde, bozulmasında 
Teizm ilk aşama  gibi görünmektedir.
 
On yedinci yüzyılda 
Avrupa’nın değişik  ülkelerinde kendisini gösteren Deizm ise, aslında 
Aristo’nun Tanrı anlayışından  esinlenmiş bir inanç biçimidir. Deizm’e göre,
 Allah (c.c.) vardır, ama  onun tek görevi her şeyi yaratmaktır. Bunun 
dışında bizlerle hiçbir ilişkisi  kalmamıştır. Allah (c.c.) evreni, 
dünyayı ve içerisindekileri yarattıktan sonra  bir kenara çekilmiştir. 
Artık insanlarla hiçbir alışverişi olmamıştır. Allah’ın  (c.c.) 
peygamberler göndermesi, ilahi kitaplar indirmesi düşünülemez. O,  
insanların dünyasını kendi haline bırakmıştır. İnsanlar akılları 
sayesinde nasıl  yaşayacaklarını kendileri belirleyebilirler. Bu nedenle
 Allah’a (c.c.) dua etmek  de yararsız bir şeydir. İbadetler de gereksiz
 ve anlamsız şeylerdir.
 
Deizm’in Allah’ı (c.c.) sadece 
yaratıcı  sıfatıyla tanıması, Allah’ı (c.c.) inkar etmenin bir başka 
yoludur. Evreni,  içerisindekileri, yeryüzünü, canlı, cansız varlıkları 
 ve insanı yoktan yaratan  Allah’ın (c.c.) varlığını kabul edip de O’nun
 insanı bu dünyada başı boş  bıraktığını düşünmek büyük bir gaflettir, 
aldanıştır, iftiradır. İnsan bile bir  aleti ve eşyayı bir amaç için 
yapar. Allah (c.c.) da insanları ve cinleri  Kendi’sini tanıması, 
Kendi’sine ibadet etmesi için yaratmıştır (bk. Zâriyât  suresi, ayet 
56). Bizi yarattıktan sonra kendi halimize bırakmamış, gönderdiği  
peygamberlerle ve indirdiği kitaplarla dinimizi (yaşam tarzımızı) tebliğ
  etmiştir: Peygamberler ve ilahi kitaplar aracılığı ile Allah (c.c.), 
bu dünyanın  bir sınav yeri olduğunu, ölümden sonraki yaşamda ebedi 
hayatımızın  başlayacağını, ebedi yaşamda ödül ve cezanın bulunduğunu, 
Kendi gösterdiği yola  uygun yaşam sürenlerin cennette ebedi mutluluğa 
ulaşacaklarını, O’nun dinine  iltifat etmeyip karşı çıkanların da 
cehennemde  ceza göreceklerini belirtmiştir.
 
Deizm’de 
Allah’ı (c.c.), sadece yaratıcı  sıfatıyla kabul edip de, O’nun emir ve 
yasaklarla insanın yaşamına müdahale  etmesini kabul etmeme kendi 
içerisinde bir çelişki ve mantıksızlık da  taşımaktadır. Şöyle ki: 
Yaratıcılık sadece yoktan var etmek, meydana getirmek  değildir. 
Yaratıcılık çok daha geniş bir anlama sahiptir. İnsanın tüm maddi ve  
manevi ihtiyaçlarını da kapsar. Yaratıcının bunları da yaratması 
beklenir. Bu  açıdan Allah’ın (c.c.) el-Hâlık güzel ismi pek çok güzel 
ismi de beraberinde  taşır. Örneğin Allah (c.c.) insanı beslenmeye 
muhtaç yarattığına göre er-Rezzâk  olmalıdır. Çaresiz bir yavru olarak 
şefkate muhtaç olarak dünyaya getirdiğine  göre er-Raûf olmalıdır. Yine 
insanın içerisinde ebedi yaşam iştiyakını  yarattığına göre el-Bâ’is 
olmalıdır. Tüm bunlardan öte nasıl bir anne-baba  yavrusunu istediği 
gibi büyütme ve eğitme hakkına sahipse bunların da gerçek  yaratıcısı 
olan Allah (c.c.) tüm insanların yaşam biçimlerini belirlemeye ve  
onları gönderdiği peygamberlerle ve indirdiği kitaplarla terbiye etmeye,
 onlara  yol göstermeye, doğru ile yanlışı açıklamaya  er- Rabb, el- 
Hakem, el-Hâdî,  er-Reşîd güzel isimleri ile hak sahibi olmalıdır.
 
Deizm’de
 Allah’ı (c.c.), sadece yaratıcı  sıfatıyla kabul edip de, O’nun emir ve
 yasaklarla insanın yaşamına müdahale  etmesini kabul etmemenin elbete 
psikolojik bir nedeni bulunmaktadır. Allah’ın  (c.c.) dininde helal 
dairesi hayli geniş iken bazı insanlar içgüdülerinin;  basit, dünyevi 
ihtiraslarının esiri olarak yine de kötü yollara, günahlara  sapmaktan 
geri durmazlar. Böyle birisi yaptığı kötü şeylerden ve günahlardan  
sonra  Allah’ı (c.c.) yaratıcı olarak kabul etmenin verdiği bir parça 
imanla  kendisinin affedileceğini düşünmekte, diğer yandan Allah’ı 
(c.c.) yaşamından  uzaklaştırdığı için dinin yasakladığı kötülükleri ve 
günahları nisbi bir vicdani  rahatlık ile işleyebilmektedir. Yani 
Allah’ı (c.c.) yaratıcı olarak kabul etmek  bunların suçluluk 
duygularını yok etmede yardımcı olurken bunlar Allah’ın (c.c.)  birey ve
 toplum yaşamına müdahale etme hakkı olmadığı iddiasıyla da nefislerinin
  esiri olarak rahat bir biçimde dinin yasakladığı kötülükleri ve 
günahları  işlemede bir düşünsel ve felsefi zemin bulabilmektedir.
 
Gerçekten, ne yazık ki, çağımızda pek çok  Müslüman’ın Allah (c.c.) ile olan ilişkisi Deist bir karakter arz etmektedir.
 
Deistlerin
 Allah’ın (c.c.) sıfatlarını ve güzel  isimlerini bilmedikleri, daha 
doğrusu bilmek istemedikleri düşünülebilir.  Allah’ın (c.c.) güzel 
isimleri (esma-ül hüsna) arasında Deistlerin de inandığı  yaratıcı 
(el-Hâlık) olma yanında O her şeye gücü yetendir (el-Kâdir,  
el-Muktedir). Ayrıca Deistler inanmasa da Allah (c.c.), peygamber 
gönderendir  (el-Bâ’is). Ahirette bütün ölüleri diriltendir (el- Muhyi).
 Yine Allah (c.c.),  Deistler inanmasa da gönderdiği peygamberlerle, 
indirdiği kitaplarla insanlara  yol gösterendir (el-Hâdî). Mahşerde O’na
 bu sıfatları ve güzel isimleri ile  inanmayanları hesaba çekip 
cezalandıracaktır (el-Hasîb, el-Kahhâr), Müminleri,  affedecek ve 
esirgeyecektir (el-Gafûr, el-Gaffâr, el-Afüvv, el-Rahîm). Yine  Allah 
(c.c.),  Deistlerin sandığı gibi bizi kendi halimize bırakmamıştır.  
Sıkıntıda olanların imdadına koşmakta, dualarına icabet etmektedir 
(el-Mucîb).  Ayrıca indirdiği kitaplarla, gönderdiği peygamberle hüküm 
sahibidir (el-Hakem).
 
Evimize aldığımız basit bir 
teknolojik ürünün,  örneğin bir bulaşık makinesinin bile bir “Kullanma 
Kılavuzu”  vardır. Onda  ilgili ürünün kullanımı sırasında nelere dikkat
 edilmesi gerektiği açıkça  belirtilir, maddeler halinde sıralanır.  
İnsan da Allah’ın (c.c.) yoktan  yarattığı bir üründür. Yüce Allah 
(c.c.) insanı belirli bir amaç için  yaratmıştır. Dünyada rızası 
istikametinde yaşaması için insanlara ilahi kitaplar  indirmiş ve 
peygamberler göndermiştir. Bir firma cansız bir teknolojik ürününü  
bilgilendirmelerle, teknik servislerle koruma ve gözetleme altına 
alırken yüce  Allah’ın (c.c.) insan gibi dünyanın göz bebeği olan bir 
varlığı yarattıktan  sonra  yalnız ve çaresiz bir biçimde bırakması, 
yaratılış amacı ve nasıl  yaşayacağı konusunda bilgilendirmemesi 
olanaksızdır.
 
Deizm, Teizm’den daha ileri bir aşamada 
ilahi  dinlerden uzaklaşma özelliği göstermektedir. Artık Deizm’den 
sonraki aşamada  Ateizm gündeme gelmektedir.
 
19. yüzyıl 
Avrupa’da bilimde önemli buluşların  yapıldığı bir zaman dilimiydi. Bu 
buluşların verdiği coşkuyla bilimsel ilkeler,  veriler,  kuramlar, bilgi
 elde etme yöntem ve teknikleri ile hayatın tüm  sorunlarının da 
üstesinden gelineceği sanılmış ve bunların dinin yerine ikame  
edilebileceği düşünülmüştür. Bu yüzden gerek Teizm, gerek Deizm, gerekse
 Ateizm  19. yüzyıldan itibaren yaygınlık kazanmış,  insanların önemli 
bir kısmı ilahi  dinlerden koparak bu inançlardan birisine yaklaşmaya 
başlamışlardır. Bunda en  büyük etken tabii ki pozitivizmdir.  
Pozitivist felsefe bilime mutlak bir değer  verir. Bilimi adeta 
ilahlaştırır. Hayatı bilime, bilimsel düşünceye uygun olarak  yaşamayı 
amaçlar.
 
Teizm’de ilahi dinlerle pozitivizmin eşit oranda 
 etkisi görünürken Deizm’de bu denge pozitivizm lehine bozulmuş, 
Ateizmde ise  ilahi dinlerin etkisi tamamen ortadan kalkarak pozitivist 
felsefenin hakimiyeti  söz konusu olmuştur. 
 
Kuşkusuz 
İslamiyet bilime, bilimsel sonuçlara ve  bilgi elde etme yöntem ve 
tekniklerine büyük değer verir. Çünkü bunlarla çelişen  hiçbir ilkeye, 
kurala sahip değildir. Bilakis bunlarla Allah’ın (c.c.)  kitabındaki ve 
yeryüzündeki ayetlerinin daha iyi anlaşılacağını, sırlarla  gizlenmiş 
gerçeklerinin ve türlü hikmetlerinin ortaya çıkacağını savunur.
 
Pozitivist
 felsefe hiçbir zaman imanın  esaslarının yerine konulamaz. Çünkü iman 
bu dünyayı aşan, maddenin üzerinde olan  aşkın bir anlama sahiptir. 
Pozitivist felsefe ise bu dünyayı, maddeyi anlama,  anlamlandırma 
çabasıdır. Tabii bu da beraberinde bu dünyaya ve maddeye saplanıp  
kalmayı getirmektedir.
 
İman sahibi bir insan kendisini 
yaratanın kim  olduğunu düşünebilecek bir alana sahipken pozitivist 
birisi dünya ve madde  alanının üzerine çıkamadığı için böyle bir soruya
 ulaşamamaktadır. Hiçbir  pozitivist, felsefesine, daha doğrusu inancına
 bağlı kalarak “Beni kim  yarattı?” sorusunu soramaz. Çünkü ona göre
 bu sorunun mahiyeti  bilimsel değildir, bu soru dünyanın ve maddenin 
üzerinde olan bir yaratıcı  varlığa işaret etmektedir. Dünyanın ve 
maddenin üzerinde yaratıcı bir varlık  olmadığına, daha doğrusu dünya ve
 maddeyi aşan konular bilimin dışında kabul  edildiğine göre bu soru 
ancak şu şekilde sorulursa mantıklı ve açık bir önermeye  dönüşmüş olur:
 “Beni ne meydana getirdi?” Tabii bir pozitivist bu 
soruyu  yanıtlamak için tüm dikkatini dünyaya ve içerisindekilere 
yöneltecektir. Kendisi  gibi yaratılmış olan madde ve varlıklardan bilim
 adına medet umacaktır. 
 
İman sahibi bir insan bu dünyadan
 ve  yaratılanlardan hareketle yaratıcısını tanımaya çalışır, pozitivist
 felsefe  sahibi biri ise kutsadığı bilimsel bilgiler, veriler, 
kuramlar, yöntem ve  tekniklerle dünyanın ve maddenin ufkunun dışına 
çıkamaz. Pozitivist felsefenin  tabii sonucu materyalizmdir. Materyalizm
 ise maddeyi kutsamak ve ona aşkın bir  anlam vermektir. Bütün canlı 
varlıkların hayat sırrını maddede aramaktır.  
 
Ben Teistlerin, Deistlerin durumunun şu ayet-i  kerimede en güzel şekilde betimlendiğini düşünmekteyim: “Bunların
 hali o  kimsenin haline benzer ki, aydınlanmak için bir ateş yakar. 
Ateş çevresini  aydınlatır aydınlatmaz Allah onların gözlerinin nurunu 
giderir. Onları  karanlıklar içerisinde bırakır. Onlar da görmez olurlar
 (Bakara suresi, ayet  17).”
 
Avrupa’da Ortaçağın 
karanlığında aydınlar  gerçeği bulmak istediler. Kilisenin halkı 
sömürmek için yutturduğu batıl din  anlayışı yerine hak dinin arayışı 
içerisine girdiler. İyi bir niyet  içerindeydiler. Çünkü aydınlanmak 
istiyorlardı. Bu durum yukarıdaki ayette  “Bunların hali o kimsenin haline benzer ki aydınlanmak için ateş yakar.”
 ifadesine uygun düşmektedir. Yakılan ateş bilimdir. Gerçekten 19. 
yüzyıl böyle  gözleri alan bir bilim ateşine sahne olmuştur. İnsanlar 
bilimsel keşiflerle ve  buluşlarla adeta büyülenmişler, bilimle her 
şeyin üstesinden geleceklerini  sanmışlardır. Adeta bilime tapma diye 
sapkın bir din ortaya çıkmıştır. İlahi  dinlerin sonlarının geldiğine 
inanmışlardır. Tabii bu düşünceler genellikle  aydınlar arasında 
taraftar bulmuş ama bunların geniş akisleri de halka doğru  yayılmaya 
başlamıştır. İşte tam bu noktada dalalete sapılmıştır. İnsanlar maddi  
ateşle (bilimle) aydınlanacaklarını sanırken manevi nurla (imanla) gören
 gönül  gözleri kör olmuştur. İnsanlar imansızlığın karanlık cehennemine
  yuvarlanmışlardır. Bu durum da ayetin diğer kalan kısmında açık olarak
 şöyle  ifade edilmektedir: “Ateş çevresini aydınlatır 
aydınlatmaz Allah onların  gözlerinin nurunu giderir. Onları karanlıklar
 içerisinde bırakır. Onlar da  görmez olurlar”
  
Ateş (bilim) çevresini aydınlatır aydınlatmaz
 Allah’ın onların gözlerindeki nuru (imanı) alması gerçekten dikkat 
çekicidir.  Halbuki biraz önce onların iyi niyetlerini okumuştuk. Aydınlanmak için
 ateş yakmışlardı. Kötü bir niyetle hareket etmemişlerdi. Ama mutlaka 
bir  yanlışları vardı. Her ne kadar kötü niyetle hareket etmeseler de 
bir yerde büyük  bir yanlışlık yapmışlardı. Burada gerçekleşen olayı 
biraz daha yakından  incelediğimizde “aydınlatır aydınlatmaz”
 ifadesi ile adeta bir sihrin,  irade dışı bir gücün etkisi altına girme
 olayının anlatıldığı anlaşılmış olur.  Bununla bilimin insanların 
akıllarını başından alan, imanlarını yok eden gücü  anlatılmak 
istenmiştir. Öyleyse bilimin aydınlatan ışığına gözlerini dikmeleri  
onların büyük yanlışları olmuştur.
 
Bilimin ışığına göz 
dikme ile yapılan yanlışlığı  biraz açmak gerekiyor. Yoksa bununla, 
bilimsel düşünceye sırt çevirmek gerekir,  gibi karşıt bir tezi 
savunduğumuz sanılabilir. Göz dikmek bilindiği üzere bir  şeye hırsla 
sarılmak, hiçbir kural gözetmeksizin elde etmeye çalışmak demektir.  
Örneğin böyle bir göz dikmek kavramıyla para insanın hayatında amaç 
haline  gelirse bir sapkınlık ortaya çıkar. İnsan para kazanmak, 
biriktirmek için  çalışır durur. Para böyle birisi için putlaştırılmış 
olur. Ama para hayatı daha  güzel ve anlamlı yaşamaya, başkalarını mutlu
 etmeye araç olarak görülürse farklı  bir tanıma ulaşılır.  Para burada 
amaç değil güzel şeyleri gerçekleştirmeye  yarayan bir araç olur. Bunun 
gibi bilim de kendisine gözlerini dikip kendisini  amaç olarak gören 
insanların imanlarını bir çırpıda almakta, onları imansızlığın  
karanlığına sokmaktadır. Ama bilim Allah’ın (c.c.) kitabındaki ve 
yeryüzündeki  ayetlerini anlamaya ve anlamlandırmaya hizmet ettiğinde 
imanın aydınlanmasına  vesile olmaktadır.
 
Teistler ve 
Deistler her ne kadar yaratıcı  olarak Allah’ı (c.c.) kabul etme gibi 
bir iyi niyet taşısalar da tıpkı  yukarıdaki ayette gözlerini ateşe 
diken kişi gibi bilimin ışığından gelen  kamaşmayla kalplerindeki imanı 
yitirmişlerdir. Tabii bu yitirme olgusu Teistlere  göre Deistlerde daha 
ileri derecede gerçekleşmiştir.
 
Bilim hiçbir zaman 
peygamberlerin, ilahi  kitapların yerini tutamaz. Gerçi bilimin de bir 
aydınlatıcı ve yol gösterici  özelliği vardır. Bilimle evrenin, 
yeryüzünün, varlıkların, maddenin yasalarına  ulaşılır. Bunların maddeye
 uygulanması sonucu teknolojik ürün elde edilir.  Bunlarla insanın 
hayatında pek çok sorun çözülür veya kolaylaşır. Ama asla bu  dünyada 
bilimle insanın yaratılış amacına ulaşılamaz. “İnsan niçin  yaratılmıştır?”
 sorusu bilimsel bir bakış açısıyla yanıtlanamaz. Çünkü böyle  bir soru 
hem yaratıcıyı hem de peygamberleri ve ilahi kitapları gündeme  
getirecektir. Bilimin yüzü yaratıcıya değil yaratılmış olan şeylere 
dönük olduğu  için bu soruyu saçma olarak değerlendirecektir. Buna bağlı
 olarak bilimsel bakış  açısıyla bu dünyada nasıl yaşanacağı sorusu da 
nefsin sınırları, eğilimleri  doğrultusunda yanıtlanır. İnsanlar 
yaratılış amacını ve bu dünyada nasıl  yaşanacağını dosdoğru olarak 
ancak Allah’ın (c.c.) gönderdiği peygamberlerden ve  indirdiği ilahi 
kitaplardan öğrenebilir.
 
Bugün Müslümanların da Teist ve Deist türü  inançlara yönelmelerinde pozitivist felsefenin büyük bir etkisi görülmektedir.
 
Pozitivist
 felsefenin savunuculardan birisi olan  A. Comte’un onu ilahi dinler 
karşısında yeni bir inanç sistemi olarak kabul  etmesi, Rus çarlığına ve
 Osmanlı imparatorluğuna bu yeni dine girmeleri için  mektupla teklifte 
bulunması tesadüfi değildir.
 
Pozitivist felsefe adeta 
Müslümanlar arasında  beklenen ve kıyamet alametlerinden birisi olan 
Deccal gibi bir güce ve etkiye  sahip olmuştur. Bilindiği üzere Deccal 
taraftarlarıyla birlikte Müslümanların  imanını ellerinden almak için 
mücadele edecektir. Hadis-i şeriflerden  anlaşılacağı üzere insanları 
yalancı cennetlerle kandıracaktır. Teknolojinin  sunduğu ürünler o kadar
 hayatımızı kolaylaştırmıştır ki bu sayede bundan mahrum  olan önceki 
yüzyıllardaki insanlara göre gerçekten bir çeşit cennet hayatı  
yaşamaktayız. Bu nimetlerle şımarmakta, hayatımızda Allah’a (c.c.) ve 
O’nun  dinine gereken önemi vermemekteyiz.
 
Allah’ı (c.c.) 
yaratıcı olarak kabul edip de  O’nun hayatına müdahale etmesini 
istemeyen Teistlerin ve Deistlerin yaşamlarının  amacı, bu teknolojik 
ürünlerle yaratılan yalancı cennetten haram helal demeden  en üst 
düzeyde yararlanmak ve nefislerinin arzu ettiği her şeyi yine aynı  
anlayışla özgürce yaşamaktır. 
 
Dindar insanlar nedense 
Teistleri kendilerine  çok yakın bulurlar. Deistlere karşı da biraz 
soğuk davranırlar. Bazıları da  Teistleri gafil Müslümanlarla Deistleri 
ise münafıklarla eşleştirir. Bazı  kimseler ise her iki kesime de 
münafık gözüyle bakmaktadırlar.
 
Bir insana münafık demek 
doğru değildir.  Peygamberimiz de münafıkları bildiği halde onlara karşı
 hoşgörülü olmuştur.  Muamelede Müslümanlarla münafıklara eşit 
davranmıştır. Bu konudaki bilgisini de  açığa vurmamıştır.  Bizler de 
kendilerini  Teist veya Deist kabul edenlere  münafık damgasını 
vurmamalıyız, onlara karşı uyanık olmakla beraber  peygamberimiz (s.a.s)
 gibi sabırlı ve anlayışlı olmalıyız. Medine dönemindeki  münafıklar 
içlerindeki küfrü İslam devletinin gücünden çekindikleri için  
gizlemekteydiler. Onlar genellikle kendilerinin de birer münafık 
olduklarını  biliyorlardı. Ama günümüzdeki Teistlerin ve Deistlerin 
peygamberimiz (s.a.s.)  dönemindeki münafıkların İslam devletinin 
gücünden ötürü duydukları türünden  öyle bir kaygıları, korkuları 
bulunmamaktadır. Demek ki Teistlerdeki ve  Deistlerdeki İslam dinine 
karşı olan inkar hastalığı biraz farklı bir durum arz  etmektedir. Onlar
 Allah’ı (c.c.) yaratıcı olarak kabul ettikleri halde diğer  sıfatlarına
 ve güzel isimlerine inanmadıkları için küfre düşmektedirler,  
böylelikle farkına varmadan Allah’ı (c.c.) inkar etmektedirler.
 
Kuşkusuz
 nefis kafir ve münafıkların bütün  sıfatlarına ve özelliklerine 
sahiptir. Müslüman da olsa insan nefsine biraz  uyduğunda Allah’ın 
(c.c.) pek çok sıfat ve güzel ismini inkar edebilir.  Böylelikle insan 
farkında olmadan Teist veya Deist türü bir inanışı savunuyor  olabilir. 
Her günahta insanı küfre götüren bir yol vardır. Bu, nefsin o günahı  
vicdan azabı duymaksızın işlemek için Allah’ın (c.c.) bir sıfatını yada 
güzel  ismini inkar etmesiyle gerçekleşir.