HANiFDOSTLAR.NET

 

Kuran Müslümanı
 

(Şahıs odaklı din anlayışından Allah odaklı din anlayışına...)

Ana Sayfa Hanif Mumin  Iste Kuran Kurandaki Din  Kur'an Yolu  Meal Dinle Sohbet Odasi Hanifler E- Kitaplik Kütüb-i Sitte ?  ingilizce Site Kuran islami Aliaksoy Org  Hasanakcay Net Tebyin-ül Kur'an Önerdiğimiz Siteler Bize Ulasin

 

- Konulara Göre Fihrist

- Saçma Hadisler

- Hadislerin-Sünnetin İncelemesi

- Haniflikle İlgili Sorular Cevaplar

- Misakın Elçisi Kim?

- Kuranda Namaz/Salat

- Onaylayan Nebi

- Kuranda Namaz/Salat

- Enbiya 104

- Kuranda Yeminler

- Adem Hakkında Sorular

- Ganimetleri Resulün Eline Nasıl Vereceğiz?

- Allahın ındinde YIL ve DOLUNAYLAR

- Abese ve Tevella

- Hadisçilerce Tahrif Edilen Ayetler

- Mübarek Yer, Mübarek Vakit

- Arkadaş Peygamber

- Kuranın İndirilişinden Günümüze Gelişi

- Bir Türban Sorusu

- Kuran ve Bize Öğretilenlerin Farkı

- Namazın Kılınışı

- Hadislere Göre Namaz

- Kuranda Salat Namaz mıdır?

- Kuran Yetmez Diyen Uydurukçular

- Bizler Hanif Dostlarız

- Sahih Hadis mi İstersiniz?

- Hakkı Yılmaz'ın Tebyin Çalışması

- Kur'anı Anlamada Metodoloji

- Tarikatçıların Çarpıttığı Birkaç Ayet

- Nasıl Kur'an Okuyalım?

- Kur'anı Kerim Nedir?

- Kur'anda Oruç

- Allah'sız Bir Din ve Allah'sız Bir Kur'an İnancı

- Kuransız Bir İslam Anlayışı ve Müşrikleşme

- Meal Çalışmasına Davet

- Allah Şahit Olarak Kafi Değil mi?

- Doğru Hadisleri Ne Yapacağız?

- Kur'andaki Muhammed ve Peygamberlerin Misyonu

- Mahrem, Avret, Ziynet

- Nur Suresi Çeviri-Yorum

- Cilbab

- Resule İtaat Ne Demektir?

- Hadis Kalburcuları ve Kalburları

- Kur'anı Kerim'in İndiriliş Gayesi

- Kur'anda Amellere Karşı Cahili Yaklaşım

- İslamdışı İnanışlara Kur'andan Örnekler

- Biri Şu Haram Üretim Tesislerini Kapatsın

- Tasavvufta İslam Var mı?

- İslamda Delil Sorunu

- Kurban Kesmek

- İlahi Hitabın Serüveni

- Ecel Nedir?

- Şirk, İşrak, Müşrik, Müşareke, Müşterik

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Peygamberlere Karşı Rabbani Yaklaşımlar

- Salat-ı Tefriciye yada Zikri Çarpıtmaya Bir Örnek

- Mucize Nedir?

- Ayrılıkların Nedenleri

- Sıfır Hata veya Kur'an

- Haniflik Nedir?

- Rabıta İle Şeyhlere Tapanlar

- Hadis Zindanının Mezhepçi Mahkumları

- İslam Dininin Öğrenilmesinde Kaynak Sorunu

- Fasık ve Münafıkların Genel Tanımlaması

- Hadisler, Hıristiyanlık ve Selman Rüştü

- Kur'anı kerim'in İndiriliş Gayesi

- Müstekbirlere Karşı Cahili Yaklaşım

- Halis-Hanif İslam

- Kur'anda Şefaat

- Fuhuş Tellalı Tefsirciler

- Hayızlıyken Neden Namaz Kılınmasın?

- Cebrail, Vahiy, Melek

- Dindarlıkta Müşrikleşme Temayülü

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Yaratılış, Adem, Havva

- Kur'an Yerel mi, Evrensel mi?

- Reform Dinde mi, Dindarlıkta mı?

- Ne Mutlu Tağutu Olmayanlara

- Peygambere Saygı(?)

- Hadislere Kanıt Diye Gösterilen Ayetler

- Allah Nazara Karışmadı mı?

- Kur'anı Kerimle Amel Etmek Mümkün mü?

- Kur'anda İnkar Edenlerin Vasıfları

- Müminlerin Vasıfları

- Allah'ın Vasıfları

- Kur'anın Vasıfları

- Dine Karşı Cahili Yaklaşımlar

- Kur'an Merkezli Din

- İrin Küpü Patladı; Mevlana

- Hurafe ve Bidatlar

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Hz. İsa'nın Ölümü

- Allah'ın Mesajının Adı: Kelamullah

- Allah'ın Resule Uyarıları

- Kur'ana Göre Tenkit ve Eleştiri Nasıl Olmalı?

- Kur'anda Sevgi

- Sofuların Devlet Desteğiyle Desteklenmesi

- Hans Von Aiberg Aldatmacası

- Kabir Azabı Safsatası

- Kur'an Kıssalarının Önemi; Masal Değiller

- Kur'anda Toplumsal Sünnetler

- Tefsirde İsrailiyyat

- Kardeş Evliliği Olmadan Çoğalma

- Hans Von Aiberg Tutuklandı

- Kur'anda Tevbe Kavramı

- Yaşar Nuri Öztürk'ün Yorumuyla Namaz

- Karadelikler; Bir Büyük Yemin

- Mezhepçilerin Ümmi Açmazı

- Kabe Nedir? Mekkede midir, Kudüste mi?

- Kur'anda Ruh Kavramı

- Kur'anda Nefs Kavramı

- Amin Kavramı ve Putperestlik

- Diyanet İşleri Başkanlığının Sitemize Cevabına Cevaplar

- Resul ve Nebi -1

- Resul ve Nebi -2

- Sapık Bir Fırka: Hansçılar

- Cihad mı, Çapulculuk mu?

- Kur'an Deyip Namazı Yok Sayanlar

- Cennete Sadece Müslümanlar mı Girecek?

- Kur'anda El Kesme Cezası var mı?

- Nazar veya Göz Değmesi Var mı?

- Şehadet Getir, Münafık(?) Ol

- Kur'anda Eleştiri Metodu

- Hacc Mekkede mi, Bekkede mi?

- İslami Tebliğde Kur'an Metodu

- Saptırılan Kavram: Mekruh

- Kur'anda Cuma Namazı var mı?

- Of Be Kader, Allah mı Suçlu Yoksa Biz mi?

- Kader Açısından Cebir ve İhtiyar

- Baban Peygamber Olsa Ne Yazar

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Vahdet-i Vücud, Şirkin Alası

- Tasavvufi Bilginin Kaynağı Vahiy mi?

- İslam'da Resullük Son Bulmuştur

- Teveffi Kelimesi ve Arap Dili

- Tasavvuf Üzerine Düşünceler

- Nefis Mertebelerinin İç Yüzü

- Allah Rızası Anonim Şirketi; Tarikatlar

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -1

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -2

- Nakşi Şeyhi Allah'ın Avukatı mı?

- Kur'anda "ve+la" Öbeği

- Putlar ve Tapanlar

- Son Peygamberimizin Okuma Yazması

- Mesih ve çarpıtılan Bir Ayet

- Hac İzlenimleri

- "Üzerinde 19 var" da Son Nokta

- Secde Emri

- Kur'andaki Hac

- Aracıların Gaybı Bildiği İnancı

- Tarikatçı - Müşrik Karşılaştırması

- Gazali'nin Kadına Bakışı

- Kur'anda Kadına Verilen Önem

- Başörtüsü Allah'ın Emri Değil

- Başörtüsü Takmak Kur'anda Var mı?

- Kur'anda Kadın Dövmek Var mı?

- Cariye, Köle; Utanmaz Mealciler

- Kadına Yönelik Şiddet

- Sünnet Edilen Kızın Öyküsü

- Erkekçe ve Kadınca Meal Konusu, Nebe 33. Ayet

- Harem - Selamlık Kimin Emri?

- Zina, Evlilik ve Örtünme Adabı

- Cariyeleri Aç, Hür Kadınları Kapat (!)

- Çok Eşliliği Yasaklayan Ayetler

- Kur'ana Göre Evlilik Hukuku

- 2 Kadın = 1 Erkek, Uydurma mı?

- Danimarkalı mı Sapık, Buhari mi?

- Ebu Hanife, Cariyenin Avreti

- Nisa 25, Hür Kadın ve Fahişe İfadesi

- Maymunların Hadisi ve Recm Vahşeti

- Hz. Muhammed'in Tebliği

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Angarya Haline Getirilen İbadet

- Buhari'nin Hadislerini Buhari Yazmamıştır

- Hadis ve Sünnet Gerçeği

- Uydurma Hadisler, İslamın Kara Boyası

- Hadisler Dinin kaynağı Olamaz

- Uydurmaların Sınırı Yok; Şeytan Geyiği

- Beşeri Hükümler Neden Kutsal Oluyor?

- Hadis - Kur'an Çelişkisi

- Kur'anda/Dinde Olanlar ve Olmayanlar

- Cehennem'den Çıkış Yok

- Kur'anda Tağut

- Ebu Hureyre Gerçekte Kimdir?

- Hadis - Mantık Çelişkileri

- Kurban ve Kurban Bayramı Nereden Geliyor?

- Hadislere Göre Kur'an Eksiktir

- Bildiri: İslam Anlayışında Reform

- Arapça mı, Arap Saçı mı?

- Koca mı Üstün, Allah mı?

- Esbab-ı Nüzül Komedi Hadisleri

- İşte Geleneğin Dini

- Ulul Emir İle Kim Kastediliyor?

- Kul Hakkı

- Yezidi Bir Gelenek: Aşure Tatlısı

- Hz. İbrahim'den Asrımıza Dersler

- Taklitçiliğin Boyutları

- Seb-ul Mesani Nedir?

- Kelle Sayılarak Gerçek Bulmak

- Kıyamet - Mahşer Günü ve Sonrası

- Kur'anda Namaz Vakitleri

- Kur'anda Cuma Konusu

- Salih Olmak Yetmez

- Hudeybiye Anlaşması Uydurma mı?

- Kitap Yüklü Eşekler

- Kur'andaki Hac

- Hz. Nuh'un Oğlu Kimdi? İftira mı?

- Ruhun Ağırlığına Başka Bakış

- Hz. İbrahim Yalancı Değildi

- İncil'de Kadına Bakış

- Şirkin Büyüğü Küçüğü Olur mu?

- Kur'andaki Abdest ve Hijyen

- Din de Bir Araçtır

- Kur'an Okumanın Zararları

- Kur'anda Dua Ayetleri

- Kur'anda Tarih Kavramı ve Bilinci

- Şekilsel Secde Kur'anda Yok mu?

- Salat ve salatı İkame

- Kur'andaki Emr Kavramı Üzerine

- Dindar İnsanlar Şirk Koşar

- Alak Suresinin İlk Beş Ayeti

- Men Arefe'nin Çözümü

- Kur'andaki Av Yasağı

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Din Büyüklerini Tanrılaştırma

- Allah'a ve Muhammed'e Değil

- Kur'andaki Örnek Tevekkül

- Şekilsel Rüku Kur'anda Yok mu?

- Hz. İbrahim Kuşları Kesti mi?

- Ehli Sünnet Dininin Anayasası

- İnsan Allah'ın Halifesi mi?

- Kur'an Üzerinde Düşünmek

- Şirkin Kuyusuna Düşenlere Uyarılar

- Kur'an Ölülere Okunmak İçin mi İndirildi?

- Ayda Okunan Kur'an Masalı

- Hz. İbrahim, Safa ve Merve Masal mı?

- "Haç"er-ul Esved (!)

- Mevlana Sahte Bir Peygamber Değil mi?

- Tasavvufun Tanrısı İki Zıttır

- Kur'andaki Tasavvuf: Teveccüh

- Önce Batıl ve Hurafe İle Savaşalım

- Resuller Haram Kılamaz mı?

- Elçi Muhammed ile İnsan Muhammed'in Farkı

- Tarikatlarda Aracılar Rezaleti

- Nur Suresi 31. Ayet Nasıl Çarpıtılıyor?

- Sırat Kıldan İnce, Kılıçtan Keskin mi?

- Kur'anda Zalimler

- Bütün Mehdileri Çöpe Atıyoruz

- Kur'ana Göre Ramazan Ayı ve Haram Aylar

- Tasavvufçuların İlahı; Varlık ve Yokluk

- Tasavvufçuların Küçük Putları

- Sünnet Etmek yaratılışı Değiştirmedir

- Son Peygamberimizin Mektupları

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Mescid-i Aksa Nerede?

- Büyük Kandırmaca: Hadis

- Kur'an Neden Arapça Olarak İndirilmiştir?

- Kimin dini? Kimin Kitabı? Kimin Meali?

- Evliya Kelimesinin geçtiği Ayetler

- Şimdiye Kadar Yaşanan İslam

- Ayın Yarılması Diye Bir Mucize Yoktur

- Kabe Dikili Taş Değil mi?


Up | Down | Top | Bottom
 
Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.

Yunus Suresi 105

Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.

Enam Suresi 79

İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.

Ali İmran Suresi 67

Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.

Nahl Suresi 123

De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.

Ali İmran Suresi 95

Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.

Hacc Suresi 31


Up | Down | Top | Bottom

HABERLER

 

 








 

 

  Hanif Islam

 

Alıntılar, Makaleler
 Hanif Dostlar Ana Sayfa -> Alıntılar, Makaleler
Konu Konu: Çok dinli hayatın geleceği... Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazanlarda
Gönderi << Önceki Konu | Sonraki Konu >>
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Çok Dinli Hayatın Geleceği - Eğilimler ve Đmkanlar
Prof. Dr. Cemal Tosun
Giriş
Çok dinli hayatın geleceği, eğilimler ve imkanlar konulu bir panelde, bir Din
Eğitimi Bilimcisi olarak katkımın ne olacağını düşündüğümde, zihnimde bir dizi
konu geçit yaptı. Önemli, karmaşık, çok boyutlu, teorik ve pratik yönleri olan bir
konu. Çok dinli hayatın anlamı ile başlayıp, eğilimleri üzerinde yoğunlaşmayı,
imkanları bağlamında din eğitimi boyutuyla bitirmeyi kurguladım. Aslında işaret
edeceğim her bir hususun ayrı bir tebliğe hatta panele konu olacak kadar geniş
olacağının da bilincindeyim.
1. Çok Dinli Hayatın Anlamı
Önce çok dinli hayatın anlamı üzerinde durmak istiyorum. Çok dinlilik, çok dinli
hayat, dinî çoğulculuk, dinde çoğulculuk günümüzün sık karşılaşılan kavramları
arasında yerlerini almış bulunuyor. Başka kavramlar da vardır. Birbirini andıran
ve birbirlerinin yerlerine de kullanılan bu kavramlar aslında farklı anlamlara
sahipler. Çok dinlilik ya da çok dinli hayat, birden fazla dinin aynı ortamda –aynı
şehir, aynı toplum, aynı ülke ve aynı küresel dünyada- birlikte yaşaması olgusuna
işaret ederken, dinî çoğulculuk, birden fazla dinin birlikte yaşaması felsefesini,
politikasını ve hatta teolojisini anlatmaktadır. Dinde çoğulculuk kavramı ise daha
çok bir dinin içindeki çoğulculuğu anlatmaktadır. Bir dinin içindeki ana yorum ve
yaşama çeşitlerinin (mezheplerin) ayrıca kendi içlerinde çokluğu da söz
konusudur. Din ve mezhep içi çoğulculuğun da ayrıca olgusal ve felsefi-politik ve
teolojik boyutlarından söz etmek mümkündür.
Bunların yanında, teolojik, hukuki ve bilimsel-antropolojik din anlayışlarından
kaynaklanan bir çoğulculuk yaklaşımlarından söz etmek mümkündür. Mesela,
Hans Küng’ün öncülüğünü ettiği "Weltethos"=Dünya Ahlakı projesi ahlaki boyutlu
bir çoğulculuğu işlerken, John Hick ise bir genel din teolojisi üzerinde
durmaktadır.
Çok dinli hayatın geleceği üzerine konuşurken, bu kavramlardan hangisini
kastettiğimizin farkında olmak elbette önemlidir. Ama ben böyle bir ayrımı
netleştirmeksizin, daha doğru ifade ile bir kavramı tercih ederek onun
açıklamasını, delillendirmesini ya da savunmasını amaçlamaksızın, dini
çoğulculukla ilgili kavramların hepsinde ortak olan genel anlamlardan bazıları
üzerinden hareket edeceğim. Bunlar "tanıma" ve "kabul etme" kavramalarıdır.
Çok dinli, dini çoğulcu ve dinde çoğulcu hayatın temel felsefesi; "var" olan her
dini oluşumu, kemiyetine bakmadan ve keyfiyetini sorgulamadan olduğu gibi
"tanımayı" ve "kabul etmeyi" öngörür. Bu anlayışa göre; "birlik" geçmişe ait bir
özellik olmuştur. Şimdi, çoğulluk zamanıdır. Dinde birlik, dilde birlik, ülküde birlik,
ulusal birlik, kültürde birlik vb. eleştirilir, sorgulanır ve reddedilir. Đyimser bir
yaklaşımla istenen şu gözükmektedir: Birlik uğruna farklılıkları yok saymamalıdır.
Herkes, (din, mezhep, tarikat, cemaat, ırk, ulus, kültür vb) kendi farklılığı ile var
olabilmeli ve öylece tanınmalı ve kabul görmelidir. Buradaki "tanınmalı" ve "kabul
görmeli" şartlarının "hoş görülmeli"den daha ileri bir aşamayı anlatmak için
vurgulandığını unutmamak gerekir. Şöyle denir: Hoş görme (tolerans karşılığı
olarak) daha çok katlanma, sabretme anlamına gelir. Bu istenen ve insana
yakışan bir davranış değildir. Her hoş görmede aslında küçük görme, kötü
görme, aşağı görme vardır. Burada vurgulanması gereken hususlardan biri de,
çoğulculukla ilgili kavramlarda ortak olan tanıma ve kabul etmenin bireysel ve
toplumsal olanlarının yanında hukuki boyutunun da bulunduğudur.
2. Çok Dinli Hayatın (anlayışının) Eğilimleri
Çok dinli hayat anlayışı ve politikası ile ilgili kavramlar, tanıma ve kabul etme gibi
iki pozitif anlam ile yüklü görülmeleri itibarıyla oldukça olumlu görülseler de,
gerçek hayatta başa çıkması zor bazı sorunları beraberinde getirecekleri de
muhakkak gözükmektedir. Def’i mefâsid celbi menâfiden evladır, yani kötülüklerin
ya da zararların önlenmesi yararların kazanılmasından önceliklidir, ilkesi gereği,
eğilimler bağlamında öncelikle çok dinli hayatın geleceği ile ilgili muhtemel
sorunlara işaret etmekte yarar vardır. Çünkü, karşılaşılması kuvvetle muhtemel
sorunları görmeden ya da görmezlikten gelerek dini çoğul(cu)luk yoluna çıkmak,
barıştan önce savaşın gelmesine zemin hazırlamak anlamına gelebilir.
Her şeyden önce, dini çoğulculuk yaklaşımlarının politik ve stratejik bir yönünün
olduğu dikkatten kaçırılmamalıdır. Kimin tanınacağı, kimin kabul edileceği, kimin
dikkate alınmayacağı noktasında objektif ölçütler olmadığı için, yarar hesabına
dayalı politikaların etkili olma ihtimali her zaman vardır. Bunun en önemli sonucu
ise, birlikleri parçalamak için ayrılıkları, çoğulculuk adına desteklemek olmaktadır.
Politik ve yararcı-istismarcı yaklaşımları bir kenara koysak bile çoğulculuğun
dayatması kaçınılmaz görünen bazı sorunlar vardır. Bunlardan bazıları şöyle
özetlenebilir:
•       Çoğulculuk, dinlerin gerçeklik iddiaları ve kurtuluş teorileriyle çatışan bir
        niteliğe sahiptir. Bu da din ya da mezhep içinde teolojik tartışmaları
        beraberinde getirmektedir.
        Dini çoğulculuk, karşıdakinin dinini bilmeyi, tanımayı ve olduğu gibi kabul

        etmeyi öngörürken, bundan daha önce kendi dinini öğrenmeye sevk eder.
        Yani kendi farklılığını görme, farklı olanı tanımaktan ve kabul etmekten
        önce gelmektedir. Çünkü tanınmak ve kabul görmek her farklı olanın
        beklentisidir. Farklılıkları tanıma ve kabul etme sürecinde, farklı dini
        yapılar öncelikle kendilerini tanımlama çabasına girerler. Kendilerinin,
        kendilerini tanımladıkları şekilde tanınıp kabul edilmesini isterler. Her
        kendini tanımlama, -tanım efradını cami, ağyarını mani olur ilkesi gereği-,
        kendisini oluşturan nitelik ve nicelikler ile birlikte kendisini diğerlerinden
        ayıran nitelik ve nicelikleri de öğrenmeyi gerektirir. Yani bu bir nevi, farklı
        olanın gerçekten farklı olmasıdır. Dolayısıyla, farklılıkların bilincine
        varmanın ilk aşamada, kabul yerine reddi ve çatışmayı doğurması
        muhtemeldir. Hele aynı din ve mezhep içinde bu daha kuvvetle
        muhtemeldir. Çünkü, bir ayrılma, sapma, sapıtma yaklaşımı ve
        değerlendirmesi söz konusu olacaktır.
•       Diğer taraftan bu tanımlamada, tarih ve tecrübeler önemli yer tutacaktır.
        Her farklı din anlayış ve uygulaması kendisini tanımlarken, kendini kendisi
        yapan süreçleri yeniden irdeleyecek ve bu süreçte olumsuz etki yapan
        farklı din yorumlarını yeniden keşfedecek ve farkına varacaktır.
        Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler vb. birbirlerini yeniden tarihleriyle
        hatırlayacaklardır. Katolikler, Ortodokslar, Protestanlar, Sünniler, Şiiler
        hepsi farklılıklarını tarihi süreçle birlikte yeniden keşfedeceklerdir. Bu
        keşifler, önce ayrışmayı yaşatır, muhtemelen. Sonra, eğer iyi bir eğitim
        gerçekleşirse tanıma ve kabul umut edilebilir.
•       Değerlerin, normların, hayat anlayışlarının, inançların geçmiş ortak
        temellerinin ve bağlayıcı çerçevelerinin olmaması çoğulculuğun ana
        niteliği ise, ki genel yaklaşım öyledir, çoğulculuk çok radikal bir
        yaklaşımdır. Farklılıkları tanımak ve kabul etmek, ana çerçeveleri yıkıp
        herkese yerel veya özel çerçeve çizmek anlamına geliyorsa, sancılar var
        demektir.
•       Çoğulculuk, farklılıkları ayrıştırmak ise; aynı din veya mezhep içi
        ayrıştırma kavgasızca nasıl gerçekleştirilecektir. Teolojik olarak
        bakıldığında aynı dine ve aynı dinin bir mezhebine mensup inanırları
        ayrıştırmanın anlamı nedir?
        Farklılıkları ayrıştırmak, ister istemez, farklılık ve aidiyet duygusunu

        geliştirmektedir.
•       Çoğulculuk, politik ve hukuk bağlamında düşünüldüğünde, ulus devlet
        anlayışı üzerine kurulmuş laik ve seküler din devlet ilişkilerini de
        tartışmaya açmaktadır. Batı’da seküler ve laik yaklaşımlarda din daha çok
        kurumsal olarak düşünülmüştür. Din işlerinin sevk ve idaresi dinlerin
        kurumsallaşmış yapılarına bırakılmıştır. Bu kurumlar, aslında teolojik
        kurumlardır. Dolayısıyla, seküler ve laik anlayışta dinin teolojik niteliğine
        vurgu vardır. Çoğulculukta ise kurumsallaşmış din beklentisi eleştiri
        konusu olmaktadır. Çoğulcu rejim anlayışında sanki teolojik değil, genel,
        din bilimsel-antropolojik din kavramı ön plandadır. Çoğulcu tezde din birey
        tarafından temellendirilir ve meşrulaştırılır. Bu teze göre insanların din
        dedikleri her şey din kabul edilir ve tanınır.
        Seküler-laik hukuk da aslında dine bu yönüyle yaklaşır/yaklaşmalıdır.
        Dinin teolojik temellendirilmişliği, doğruluğu veya yanlışlığı, seküler hukuku
        ilgilendirmez. Seküler hukuk, bir dinin var olmasıyla ilgilenir.
        Çoğulcu yaklaşımla bir dinin içindeki tüm farklılıkları, vardırlar diye din
        kabul etmek elbette teolojik açıdan bazı sıkıntıları beraberinde getirecektir
        ve bu sıkıntılar önemli hukuki sonuçlara sebep olacaklardır.
3. Çok Dinli Hayata Teolojik Yaklaşımlar
Gerek küreselleşme gerçeği ile küçüldüğü kabul edilen dünyadaki dini çoğulluk
gerekse müstakil ülkelerdeki eski veya yeni dini çoğulluk, dinlerin barış içinde
birlikte yaşamalarının imkanları ve yolları üzerinde düşünmeyi beraberinde
getirmiştir. Mesele çok boyutlu ve farklı açılardan ele alınmıştır. En önemli boyut
ise; birlikte yaşamaları için arayışlara girilen farklı din mensuplarının her birinin,
mensup oldukları dinlerinden gerekli desteği ve yönlendirmeyi alacakları teolojik
boyut oluşturmaktadır. Temel soru şudur: Mensup olduğunuz/olduğumuz din
diğer dinlerle birlikte yaşamaya ne kadar, hangi şart ve ölçülerde izin
vermektedir?
Küreselleşme, çoğul yaşam ve çoğulculuk, çok dinli ve çok kültürlü yaşam
söylem ve eylemleri Batı kaynaklı ve Batı yönlendirmeli olduğu için, meseleye
Batı yakasından bakılmaktadır. Buradan bakışta ilk göze çarpan II. Vatikan
Konsülüdür. Konsül kararları arasında hem dünya Hıristiyanlarının/Kiliselerin
birlikteliğinden (Ekümenizm, Unitatis redintegratio) hem de Nostra Aetate ile
diğer dinlerin ve mensuplarının, özellikle de Đslam’ın ve Müslümanların bir şekilde
var kabul edildikleri gibi gelişmeler dikkati çekmektedir. II. Vatikan Konsülü’nde
konumuz bağlamında olan şudur: Varlığı boyunca Hıristiyanlık içinde kendisinden
başka kilise kabul etmeyen ve kendisi dışındaki kilise mensuplarını Hıristiyan
görmeyen; Hıristiyanlık dışında ise hiçbir dini kabul etmeyen, tüm dinlerin
mensuplarını insan olarak görme noktasında bile zorlanan Katolik Kilisesi, büyük
ölçüde yeni çağın şartlarına uygun misyonerlik faaliyetlerine de hizmet edecek bir
teolojik yorum aramış ve kendine göre bulmuş ve ilan etmiştir.
Müslümanlar tarafından bu açılım ve yönelim özetle şöyle algılanmaktadır:
Katolik Kilisesi, genelde Hıristiyanlar, o zamana kadar diğer dinleri yok saydıkları,
mensuplarını insan olarak bile görme noktasında zorlandıkları için, attıkları bu
adımı çok önemli ve büyük saymaktadırlar. Aslında adım küçük de sayılmaz,
onların eski pozisyonlarına göre. Ama bu adımın amacında şüphe vardır. Bu yeni
bir misyonerlik hareketidir ve misyonerliği gizleme esası üzerine, kurulmuştur. Bir
nevi takıyye politikasıdır. Müslümanlara göre Đslam, sonradan yorumlayarak
değil, ilk vahyedildiği muhteva ile birlikte diğer dinleri ve mensuplarını insan olma
bağlamında tanımış ve kabul etmiştir. Đslam, dinlerin çokluğunu ve inanmadaki
farklılıkları, Allah’ın iradesi ve dünyanın imtihan yeri olmasının gereği olarak
göstermiştir. Đnanmamak kötüdür, ama inanmayana insan olarak bakmak
zorunluluktur.
Hıristiyanlık içinde, kiliseler arasında da II. Vatikan Konsülü kararlarındaki
Hıristiyanlık içi çoğulculukla ilgili teolojik yaklaşımlar üzerine endişeler ve
tartışmalar eksik değildir. Bir taraftan Katolik kilisesi kendi mensuplarını teskin
için, diğer kiliselerin kardeş olmakla birlikte eş-değerde kardeşler
olamayacaklarını ilan etmekte, bir taraftan da Hıristiyan ekumenizmi için çaba
göstermektedir. Protestan Kilisesi ise yapı itibarıyla Katolik Kilisesinden farklı
olduğu için, daha yerel hareket etmektedir. Almanya örneğinde Protestan
kilisesinin uzun süre dinler arası ilişkiler noktasında bir teoloji geliştirmediği
üzerinde durulur. 2000’li yıllara gelindiğinde ancak, Almanya’da çok dinli toplum
gerçeğine yönelik teolojik sayılabilecek açıklamaların geldiği gözlenmektedir.
2000 yılında şöyle bir açıklama yapılmıştır: "Toplumumuzdaki farklı din
cemaatlerinin mensuplarının birbirleri ile karşılaşmaları ve tanışmaları zaruridir."
(Kirchenamt der EKD, 2000a, 23). 2003 yılı teolojik ilkelerinde ise söyle
denilmektedir: "Çeşitli dinlerin farklılıklarına karşılıklı saygı... dini çatışmalardan
kaçınmaya yardım eden en doğru yol olarak tavsiye edilir." (Kirchenamt der EKD,
2003a, 7). Yine EKD küreselleşmenin kültürler arası ve dinler arası eğitimi gerekli
kıldığını da açıklamıştır. (Kirchenamt der EKD, 2003b, 75) Ama EKD "farklı
dinlerin bir ve aynı Gerçekliğin farklı ifadeleri ol-
duğu kabulünü çok erken bir kabul olarak ilan etmiştir. (Kirchenamt der EKD,
2003a, 25) Protestanlık açısından "dinlerin ekümenizmi"
iddiası da bir yanlış yoldur. Bu meyandaki diyalogçu teolojik yaklaşımlar da
reddedilmektedir.
4. Đslam’ın Çok Dinli Hayata Bakışı
"...Ey insanlar! Rabbiniz tektir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız.
Adem ise topraktandır. Ne Arabın Arap olmayana, ne de Arap olmayanın Araba;
ne siyah derilinin beyaz deriliye, ne de beyaz derilinin siyah deriliye bir üstünlüğü
vardır. Üstünlük sadece takva ile olur..." (Đbn Harbel, Müsned, V/411)
"Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık, birbirinizle tanışasınız diye
de çeşitli millet ve kabilelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz, O’ndan en çok
sakınanınızdır." (Hucurat, 49/13)
Bir Müslüman için tek doğru din Đslam’dır. Bu konuda Kur’an’da şöyle açıklamalar
yer almaktadır:
„Allah katında din Đslam"dır..." (Ali Đmran, 3/19)
„Allah’ın dininden başka bir din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim
varsa, ister istemez O’na teslim olmuştur. O’na döneceklerdir. Allah’a, bize
indirilene, Đbrahim’e, Đsmail’e, Đshak’a ve Yakub’a ve torunlarına indirilene,
Rabb’leri tarafından Musa, Đsa ve peygamberlere verilene inandık, onları
birbirinden ayırt etmeyiz. Biz O’na teslim olanlarız, de. Kim Đslam’dan başka bir
dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerden
olacaktır."(Ali Đmran, 3/ 83, 84, 85.)
Bu ayetlerde söz konusu olan „Đslam" kavramının, Đslam dinine özel isim olma
yanında, genel anlamda „teslim olma" anlamına geldiği ve dolayısıyla bütün tanrı
inançlarının, başka bir deyişle Allah’a olan bütün teslimiyetlerin Đslam olma olarak
anlaşılması gerektiği de iddia edilmektedir. (Esed, 1997, s. 106-107)
Nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, Đslam’daki tek gerçeklik inancı diğer inançlıların ve
hatta inançsızların da Allah’a ait oldukları gerçeğini inkara izin vermez. Kuran’da,
mevcut dini farklılıklar bile Allah’ın bir iradesi olarak değerlendirilir. Bu durum
Kuran’da şöyle açıklanır:
“Ey Đnsanlar, biz sizi bir kadın ve erkekten yarattık ve sizi kavimler ve kabileler
haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz Allah katında en üstün
olanınız, O’na karşı en müttaki olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden
haberdar olandır.” (Hucurat, 49/13).
Đslam, diğer dinlerin mensuplarını da, gerçek doğru anlamında olmasa bile,
inananlar olarak görür. Onları inançlılar olarak ciddiye almayı ve gerektiğinde
koruma altına almayı, onlara karşı hiçbir zorlamada bulunmamayı öğütler. Allah
insanlara, inançlarını serbestçe seçme özgürlüğü vermiştir. Kuran’da şöyle
denilir: ‘Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış birbirinden ayrılmıştır. Yanlış
tanrı inancını reddedip Allah’a inananlar hiç bir zaman kopmayacak en sağlam
dayanağa tutunmuşlardır. Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.’ (Bakara, 2,
256). ‘Allah, hiç inanmak istemeseler bile, insanların inanmaya zorlanmalarını
istememektedir.’ (Bilgin, 1988, 254). Kuran’ın ifadelerine göre yeryüzündeki
dinler çokluğu Allah’ın iradesi veya izni doğrultusunda ortaya çıkmıştır ve öyle
devam edecektir. Bu konuda Kuran’da şöyle denilmektedir: ‘Eğer Rabb’in
dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanmış olurlardı. Hala insanları
inanmaya mı zorlayacaksın?’ (Yunus, 10/99). ‘Eğer Rabb’in dileseydi bütün
insanlığı tek bir ümmet yapardı. Onlar da hala farklı görüşleri
benimsemektedirler.’ (Hud, 11/118)
Kuran, aşağıdaki ayetlerden de anlaşılacağı gibi, diğer inanç mensuplarıyla ve
özellikle de ehli kitap adını verdiği Yahudi ve Hıristiyanlarla güzel bir şekilde
mücadele etmeyi, ki kanaatime göre Diyalog bunun için bir yol olarak da kabul
edilebilir, onlara aynı Allah’a inandığımızı hatırlatmayı ve onlar bizimle
savaşmadıkça onlara karşı adil olmayı istemektedir: Kuran’da şöyle
denilmektedir:
"Kitap ehliyle, zulmedenler bir yana, en güzel şekilde mücadele edin ve şöyle
deyin: Biz, bize indirilene de size indirilene de inandık; bizim Tanrımız da sizin
Tanrınız da aynıdır; biz O’na teslim olduk." (Ankebut, 29/46)
„Allah’ın sizinle düşmanlık gösterdiğiniz kimseler arasında bir sevgi yaratması
umulur; Allah her şeye gücü yetendir ve bağışlayandır, acıyandır. Allah, din
uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurtlarınızdan çıkarmaya çalışmayan kimselere
iyilik yapmanızı ve onlara karşı adil davranmanızı yasaklamaz; doğrusu Allah adil
olanları sever. Allah, ancak sizinle din uğruna savaşanları, sizi yurtlarınızdan
çıkaranları ve onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar..." (Mümtehine,
60/7, 8, 9)
Đslam dini, diğer bütün dinlerde olduğu gibi, kendi içinde bir ayrışmaya şartlı
bakmaktadır. Mezhepler, tarikatlar ve cemaatler ancak Đslam’ın temel
kaynaklarına dayandıkları ve yorumları teolojik temellendirildiği ölçüde kabul
görmektedir. Ki, bunun bile belli süreçleri gerektirdiği tarihen sabittir
5. Đmkanlar
Çok dinli hayatın geleceğine yönelik imkanları, bütün genişliği ile eğitim alanında
aranmalıdır. Bu konuda en önemli görev okuldaki ve okul dışındaki (ailedeki,
ibadethane ve müştemilatındaki vb.) din eğitimine düşmekle birlikte, diğer eğitim
alanlarının da gerekli ve mümkün katkıyı yapmaları gerekir.
Özellikle örgün eğitimdeki din derslerinin çoğulcu yaşamın dayattığı sorunları
dikkate almasında yarar vardır. Burada din içi çoğulculuk ile dinler arası
çoğulculuk ayrı ayrı dikkate alınabilir. Din içi çoğulculukta, doktrinler arası bir din
dersi, dinler arası bir çoğulculukta ise dinler arası bir ders düşünülebilir. Ki bunları
yeni de olsa örnekleri vardır. Din eğitim ve öğretimi bağlamında doktrinler arası
ve dinler arası eğitim önemli katkı sağlayabilir. Ancak, kendi dinini öğrenmeksizin
dinler arası öğretim yaklaşımı bir çok açıdan haklı olarak eleştirilmektedir.
Dolayısıyla, program geliştirmeden başlayarak, öğretmen yetiştirmeye kadar, tüm
boyutları kuşatıcı araştırmalara dayalı veriler elde edilmeden çok dinli yaşama
yönelik din eğitimi adımları atmak da istenen sonuçları vermeyecektir.



__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Dinsel Çoğulculuk Ya da A’mak-ı Hayal*

Ramazan YAZÇİÇEK

Çokçuluk/Çoğulculuk, evrenin, birbirine indirgenemeyen birçok varlıklardan meydana geldiğini ileri süren öğretilerin genel adıdır. Tekçi (monist) ve ikici (düalist) anlayışlara karşı herhangi bir alanda birbirine indirgenemeyen birçok ilkeler kabul eden anlayışa da çokçuluk ya da çoğulculuk denilmektedir.1
"Dinsel Çoğulculuk" diye formüle edilen paradigmaya göre, büyük dünya dinlerinin her biri bir diğerinden bağımsız olarak hakikî kurtuluş vasıtalarıdır. Bu paradigma, her bir dinsel geleneğin, kendi taraftarlarını kurtuluşa ulaştırma yolunda diğerleriyle eşit geçerliliğini öngörür. Yine bu paradigmaya göre, her inanç, kendi hakikatinde, birbirinden bağımsız olarak, aslında nihaî gerçekliğin farklı farklı algılanışlarıdır (Hick, 2002; Nasr, 1996; Aydın, 2001; Aydın, 2002; Aydın, 2001: 2/291; Aydın, 2001: 11/23; Aydın, 2002: 4/14; Özcan, 1995: 11; Aslan, 1998: 2/154; Aslan, 2000; Demirci, 2000).
"Dinsel Çoğulculuk" her bir din özelinde kendisine karşılık bulmaya çalışmaktadır. Bu anlamıyla dinsel pluralizm, modern bir teoloji biçimidir. Bu teoloji belli hedeflere dayalı, farklı kültürel referansları içermektedir. Çoğulculuğun, daha çok konjonktürel eğilimlerin, iktidar merkezli beklentilerin izlerini taşıdığı görülür. Küresel bağlamda bu böyle olduğu gibi yerel bağlamda da bu böyledir. Çoğulculuk açısından ortaya konulan veriler, esas itibariyle farklı sonuçların delilleridir. Konuya, varılmak istenilen sonuca delil toplama çabasıyla yaklaşıldığı, İslâmî kavramların çoğu yerde anlam kaymasına uğratıldığı görülür. Ortaya konulanlar, aslında yeni bir paradigmadan öte eski kastın yeniden dillendirilmesidir. Bu ve türevi görüş ve projelerin asıl amacının dinî değil siyasî olduğu çoğu kez gözardı edilir. Bu yaklaşımda din esas itibariyle belirleyici değil, fütursuzca belirlenen olarak konumlandırılmıştır.
Bu yazıda, dinsel çoğulculuğu, pluralizm-globalizm ve Hıristiyanlığın merkez kaymasına uğramasıyla kilise odaklı problematik etrafında incelemeye çalışacağız.
"Dinî pluralizm" ve "dinî tolerans" terimleri, modern toplumların sorunlarına uygun olarak şekillenmiş batılı kavramlardır. Batılıların bütün çağdaş teolojik ürünleri de en basitinden en karmaşık olanına kadar kilise imanı üzerine geliştirilmiştir. Buradaki amacımız modern aklın teolojilerine şerh düşmek değildir. Yine eleştirimiz hoşgörüye, müsamahaya yönelik de olamayacağı gibi diyalog olgusuna da değildir. Zira diyalogun herkes için olumlu ve de gerekliliğinde şüphe yoktur. Eleştirimiz, bu kavramlarla da ilişkilendirilen ‘değerlerin kıymetsizleştirilmesi’ diyebileceğimiz yeni ‘hakikî kurtuluş’ tanımlamasınadır. Dinsel çoğulcuların, savunularına, İslâm kültürü zemininde karşılık bulma çabaları ve Kur’ân’a dayandırma çabaları, bizi, ilgili referansların Kur’anîliğini değerlendirmeye sevk etmiştir.
Çoğulcu paradigmayı kendi modern terminolojisi bağlamında tanımaya/tanımlamaya çalışırken, alternatif duruşu, İslâmî ıstılahlarla vermeye çalıştık. Ön değerlendirmemizin açılımına; bizi, tespitlerde bulunmaya götüren analizlere ve temel argümanlarımızın neler olduğuna araştırmamızda ulaşacağız. Araştırmamızda, konumuzla ilgileri ölçüsünde farklı makale ve görüşlere de atıfta bulunacağız. İleriki çalışmalarda, eleştirel yaklaşım açılımlarına dayalı olarak daha spesifik değerlendirmelerde bulunmayı umuyorum.
………..
"Çoğulculuk" Yeni Bir Paradigma mı?
Çoğulculuk ve dinlerarası diyalog paradigması postmodern dilde yeni bir ifade biçimidir. Çoğulcu yaklaşımla ortaya konulanlar, Müslümanlar açısından yeni bir paradigma değildir. Bu söylem eski kastın yeniden dillendirilmesidir.
Çoğulculuk, İslâm kültür tarihinde mistizm zemininde karşılık bulur. Çoğulculuk, tasavvuf hariç hiçbir fikrî disiplin tarafından kabul görmemiştir. Farklı isimlendirme veya formlarda sunulsa dahi kendisine zemin bulduğu ortamlar esas olarak mistik altyapıya sahip ortamlardır. Bu durum çoğulcuların itirafı, araştırmacıların tesbitidir (Hick, 2002: 35, 71-72; Aydın, 2001: 2/292; Demirci, 2000: 17; Aslan, 1998: 2/159; Şahin, 2003: 18). Tasavvufta bir anlamda, disiplinsizlik disiplin kabul edildiği ve bir noktadan sonra herşey mübah telakkî edildiği için, dinsel çoğulculuğa olumlu bakmak bir yana çoğulcu bir din, temel espridir. Çünkü, karakteri itibariyle mistizm delil kabul edilmenin çok uzağına düşen bir duruştur. Nitekim bu duruşun altını yeni çoğulcular da çizmektedirler. İslâm inancına göre, "Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler kâfir olmuşlardır" (5: 72-73). Çoğulculuğa ardına kadar kapı aralayan vahdeti vücuta göre ise Allah, her şeydir. Putlara, taşa, ağaca, hayvana, insana, yıldıza, meleklere tapanlar dahi mükemmel ariflerdir (Sarmış, 1995: 118).
Hülasa, dinsel çoğulculuk, tarihsel çoğulcu dinin yeni bir versiyonudur. Bu hususta İbn Arabi’nin, "Sufiler delil ikame etmekten münezzehtir..."(İbn Arabi, 1990: 25) sözü, "ne olsa gider" diyen postmodern lakaytlığa son derece paralel imalara sahiptir. Bu sözlerini dikkatle okuduğunuzda, doğru ile yanlış, iyi ile kötü, siyasi açıdan da haklı ile haksız duruşlar arasındaki ayırımların giderek bulanıklaştığı, hiçbir konuda net bir tavrın takınılmasına imkan bırakmayan kaygan bir zeminin özenle işlendiğini düşünmemek için elde ne kalır?
"Allah, kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusul) ile onu temizlemiştir... Erkeğin Allah’ı kadında müşahede etmesi tam ve en mükemmelidir... Zira Allah, maddelerden soyut olarak hiç bir zaman müşahede edilemez" (Sarmış, 1995: 119).
"Şeyh-i Ekber, teslis inancından daha çok ileri giderek, Allah’ın leş ve putlarda, Samiri’nin buzağısında, Hz. Musa’nın Firavun’unda ve pislik içinde yuvarlanan vücutlarda tecessüd ettiğine inanmış, şehvetleri alevlenen, güdüleri tutuşan ve her günahkarın önünde sere serpe açılıp günah bataklığına taşıyan ahlâksız(ın) vücuduna büründüğünü söylediği bir tanrı anlayışına sahiptir" (Sarmış, 1995: 120).
İbn-i Arabi; "Mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi özel ismi yanında tapanlar onlara ilâh adını vermişlerdir." (Sarmış, 1995: 118) der.
Yani neye inandığı neyi reddettiği belli olmayan kimliksiz bir duruş. Bu inanışın içerisinde her dinden kırıntıların olduğu gibi İslâm’dan da unsurlar kuşkusuz vardır. Haliyle redlerin adı/anlamı olmadığı gibi kabullerin de adı ve anlamı yoktur. Hem hâkim hem mahkûm... Önce ortaya koyduğunuz görüşleri delillendirme sorumluluğundan kendinizi azâde kılacak, daha sonra aklınıza her eseni fütûrsuzca Allah’a nisbet edeceksiniz. Ortaya koyduğunuz her düşünceyi de mutlak hakikate ulaşmanın farklı meşru yolu olarak konumlandıracaksınız.2 Serdedilenlerin dindeki delili taleplerine ise "Sufiler delil ikame etmekten münezzehtir dememiş miydik"e getireceksiniz.
Benzer yaklaşımı S. Hüseyin Nasr ise "Bâtınî anlayış, zâhirî ölçülere göre değerlendirilemez; onun hiçbir dış yaklaşımın üstesinden gelemeyeceği kendine özgü bir mantığı vardır" diye ortaya koyar. Böylece sofestai te’vil anlayışının meşruîyeti talebinde bulunmaktadır.3
Dinsel çoğulcuların esin kaynağı olarak gördüğü (Hick, 2002: 35, 71-72; Aydın, 2001: 2/292; Demirci, 2000: 17; Aslan, 1998: 2/159; Şahin, 2003: 18) Celaleddin er-Rumi, divanında şöyle söylüyor:
"Canım, ey nûr, kaçma benden,
Kaçma benden ey parlayan görünüm,
Kaçma benden, kaçma benden,
Şu sarığa bak, onu nasıl başıma koydum,
Hatta bileğime taktığım Zerdüşt’ün zünnarına bak,
Zünnarı taşırım, yemliği taşırım,
Belki nuru taşırım, kaçma benden,
Müslümanım ben, ama Hıristiyanım, Brahmanistim, Zerdüştiyim,
Ey yüce Hak, sana tevekkül ettim, kaçma benden,
Bir tek tapınağım; mescid, kilise veya puthanem yok benim,
Sonsuz nimetim yüce yüzündedir, kaçma benden kaçma benden" (Dr. Mustafa Galveş, et-Tasavvuf fi’l- Mizan,100-101’den nakleden Sarmış, 1995: 160).
"Ne lazım gelir ey Müslümanlar ki ben kendimi bilmiyorum. / Ne Hıristiyan, ne Yahudî, ne Ermeni ne de Müslümanım" (Kisrâvî, Tarihsiz: 78) diyerek hak ve batıl ayırımı yapmaksızın hümanistik duyguları inanç olarak merkeze aldığını ortaya koyuyor. Müridleri arasında Ortadoks Hıristiyanların da bulunduğu Celaleddin er-Rumi’yi4 çoğulcu bir dinin özgün prototipi görmek hiçte zorlama olmayacaktır.
Çoğulculuğa esin kaynağı olan yakın tarih düşünce oluşumlarının da bu mistizm zemini üzerine oturduğunu görüyoruz. Şerîatın esas itibariyle siyasetle ilgili olmadığını savunarak pluralizme farklı bir zemin oluştururlar. Bu tarz şerîat telakkîsi sonraki bir çok meseleye bakışlarına da renk vermiştir.
Oysa ki, siyasaldan soyutlanmış şerîat5 telakkîsi "tıpkı Aziz Paul’ün geliştirip Hz. İsa’nın ümmetini yozlaştırdığı şerîatsiz din kavramı gibi, din ile şerîatın birbirinden ayrılmasına kadar varabilir. Çünkü, Allah’ın emrinin sadece dini kurmak, ama şerîatı reddetmekle ilgili olduğu düşünüldüğü takdirde Müslümanlar da Hıristiyanlar gibi şerîatı önemsiz, kurulmasını gereksiz bulabilirler. Ellerinde kalacak olanlar sadece birtakım akide ve inanç ile bazı ahlâk kuralları olabilir." (Mevdudi, 1985: 1/306-307; 2/ 86) Elde kalan bu değerler ise pluralizm için başka ilkelerin gerekmediği hatta sakıncalı olduğu yeter değerlerdir.
Batı Hıristiyan Kültür Tarihi’ndeki laik düşüncenin temelleri de bu sapma noktasına dayanır. Laiklik kavramı Miladi 2. yüzyılda ilk Roma Kilisesi’nin geleneğine yerleşmiştir. Roma Kilisesi’yse, tamamen Pavlus’un Din Felsefesi’ne dayanıyordu. (Hamid, 2001: 221,218) Dini, şer’î emir; kaide ve kurallarından soyutladığınız, yine dini, salt, ‘ahlâkî değerler sistemi (moral law)’ (Aydın, 2001: 2/301) olarak algıladığınız taktirde, toplumsal hatta bireysel ahlâkî tanımların farklılığı gereği, adeta birey sayısı kadar din oluşacaktır. Bu noktadan sonra tam bir keyfîlik esastır ve bir o kadar da çoğulcu zeminde meşruiyet(!) gerekçesi hazırdır.
Şâtıbî, Şerîat’ı tanımlarken şunları söylüyor: "Şerîat, kulun dünya ve âhiret işlerini en üst düzeyde gerçekleştirebilmesi için gerekli olan her şeyi getirmiş ve açıklamıştır. Hiçbir yeni olay yoktur ki, Şerîat’te ona dair bir hüküm mahalli bulunmasın; bu mümkün değildir. Dolayısıyla da "meskutun anh" yani hakkında sükût geçilmiş bir şey yoktur" (Şatıbi, 1990: 1/ 42,165). Zira şeriatlerin varlık sebebi dindir (Özcan, 1995: 55).
………..
Sözün Özü
Hz. Peygamberin tebliğ ettiği inanç anlamındaki İslâm’ı değil de, Allah’ın iradesine mutlak teslimiyet ve itaat anlamına gelen İslâm’ı merkeze koymak, diğer din mensuplarını bu açıdan yola çıkarak değerlendirmek, Müslümanları kendi inançlarını mutlaklaştırmaktan kurtaracaği savı (Aydın, 2001: 305) eziklik duygusunun teolojik zeminde dışa vurumudur. Bize göre Hz. Peygamberin tebliğ ettiği İslâm ile Allah’ın mutlak iradesine teslim olma manasına gelen İslâm arasında bir fark yoktur. Ancak dinsel çoğulculuğun ikinci anlamı alıp birinciyi yok sayması teklifin sebebi olan ilâhî hitabı yok sayarak herkesi cennete gönderme arzusundandır. Bu ise vahyî olan emir ve tanımlamalara muhalefettir.
John Hick’in teorisinin imdadımıza yetiştiği (bkz. Aydın, 2002: 99-109; Aydın, 2001: 2/292; Aydın, 2002: 4/14), tavsiye edilene uyulmasının Müslümanları da Kopernik Devrimi’ni gerçekleştirmeye götüreceği savı, problemlerle yüzleşme yerine, teslimiyeti tercih eden popülist bir yaklaşımdır. Allah’ın bütün insanların Rabbi olması hasebiyle, O’nun rahmet ve merhametinin tek bir toplulukla sınırlı olmamasının gereği olarak herkesin cennete gireceği yaklaşımı ise sadece hümaniter bir inanıştır. Bütün bunlar çelişkilerle içiçe, zihin bulanıklığı ile ma’lûl, çok farklı kriterlerin esas alındığı, kimliksiz bir duruş ve mistik, sofestai bir tahayyül; aynı zamanda, hakikat telâkkîsini değersizleştirme ameliyesidir. Varılan sonucun, çıkış noktasının da anlamını yitirdiği, emperyal bir hizmetin (Duralı, 2000: 21-27) deruhtesi olduğu kanâatindeyiz.
Dinsel çoğulculuk ve/veya dinlerarası diyalog, küreselleşme, hoşgörü v.s. kavramlarla ifade edilen süreç son tahlilde, İslâmî diriliş/uyanış bilincini boğmak, dinin doğru anlaşılması noktasında Kur’ânî belirleyiciliğini speküle ederek boşa çıkarmak; hatta farklı duruşları simgeleyen her bir yerel kültürü sıfırlamaktır. Yerine ikame edilmek istenen ise "evrensel dinî uyanış", "global din"dir. Bununla, yerel olanın, farklı bir ifadeyle kimlikli duruşların, küresel olan içerisinde eritilmesi yani kriterleri kendilerine ait olan küresel bir teoloji amaçlanmaktadır. John Voll’un dediği gibi küresel ve yerel, artık birbirinin zıddı değildir; bilakis, tek bir ("glocal") gerçekliğin parçaları haline gelmişlerdir (Stowasser, 2000: 27).
Kur’an’da yaratılışın gerekçesinin Allah’a kulluk etmek (51: 56) olduğu söylenir. Müslümanlar için asl olan budur. Peygamberin tebliğ ettiği inanç anlamında İslâm’dan memnun olmayıp farklı bir mülahaza içine girmek, İslâm’dan başka bir din aramak olarak kınanır. İslâm, Allah’ın iradesine mutlak teslimiyet ve itaât anlamına gelir. Dinsel çoğulculuk ile ortaya konulanlar ise farklı yorumdan öte Kur’anî belirleyiciliğe rağmen yeni bir İslâmî kristoloji oluşturmaktır.
İslâm, Kur’ân’ın haber verdiği bütün peygamberlere inanan ve Hz. Muhammed (s) ile de son bulan (33: 40) öncekilerin şerîatlarıyla birlikte geçerli mensubiyetlerinin de son bulduğu, insan yaşamının her anını ve de alanını kapsayan, sosyal, siyasal, iktisadî, ahlâkî bütün alanları içine alan tek hak dinin adı olarak sunulur. İbrahimî çizgiyi de takip eden tek dindir.. Peygamber’in tebliğ ettiği İslâm’ın, Allah’ın iradesine mutlak teslimiyet ve itâât anlamından farklı olduğu savı, bir sürç-i lisan değilse kriterleri beşerî olan çoğulcu bir dine davettir. Burada Kaplan’ın, "küresel sistem, İslâm’ı resmi din haline getirerek hadım etmek istiyor" değerlendirmesine değinmeden geçmemek lazım. Kaplan’a göre, 300’lü yıllarda İsa’nın dini, bizzat Roma tarafından resmî din, teslis haline dönüştürülüp içi boşaltıldığı gibi, bugün de (küresel) sistem, İslâm’ı, bizzat resmi din olarak kabul etmek istiyor. Bunun zeminini Tanrı’nın yerini insanın almasıyla hümaniter düşünce oluşturmaktadır (Kaplan, 2002: 97/27,23). Bu bağlamda dinsel çoğulculuğun vahyi dikkate almaksızın olgucu bir mantık ve konjoktürel kaygılarla ele alınan küresel yeni bir toplum projesi olduğu söylenebilir.
Diyalog/uzlaşma ve hoşgörü ifadelerinin karşısına sürekli Müslümanların oturtulması, suçluluk psikolojisine esir almaktır. İslâm’ın kendisi barış ve esenlik demek iken onu böylesi bir noktada konumlandırmak gayr-ı ilmî, gayr-ı ciddidir. Söylenecek söz, bu konumlandırmanın İslâm’ın gerçekliğine uymadığı gibi tarihî (Aro, 1995: 276) ve günümüz gerçekliği açısından da yanlış ve haksız olduğudur.
Taklid taassubunun zihinleri dumura uğrattığı, tecdid bilincinin köreldiği, ortaya çıkan yeni sorunlara Kur’ânî çözümler üretmek zorunluluğunun ertelendiği bir gerçeklik zemininde, Müslümanların yeniden uyanış ve Kur’ân’da dirilişlerinin zorunluluğu ortadadır. Bu haliyle dine rağmen din olarak gördüğümüz çoğulculuk temayüllerine karşı da aynı uyanıklığın gösterilmesi gerekir diye düşünüyoruz. Müslüman için esas olan, değişim gerçeğiyle yüzleşirken Kur’ânî çözümler üretmektir. Tarihsel vakıalara tepkisel tavırlarla yaklaşmak, hakikati, fayda-zarar eksenli kritere endekslemek gibi seküler/laik bir yaklaşım değildir.
Farklı kültürel kimlikli insanların birbirini kabullenmesi ayrı, çoğulculuk adına yanlışa meşrûiyet tanıyarak kendini tekzip etmek apayrıdır. Ötekilerin tanrıları hakkında kötü şey söylememek ayrı, inanışlarına meşrûiyet tanıyarak kendini inkar apayrıdır. Nitekim Müslümanlar bugün onların düşünsel meşrûiyetini tartışırken, onlar, gerçeklik zemininde Müslümanların neredeyse hayat hakkını bile kabullenmek istemiyorlar.
Tarih, Haçlı Seferleri’ne tanıklık etmiştir. Denilebilir ki onlar tarihte kaldı; ancak onu diyebilmek için günümüzü doğru okuyamamak gerekir. Günümüzü doğru okumak için, taşlarla silahların savaşına tanıklığımız yeterlidir. Nitekim bugün dünyanın hemen her yerinde zulmedenler ve zulmedilenler neredeyse hep aynı kimlikleri taşıyorlar. Batı, tarihi boyunca kültür ve medeniyet alanında ‘öteki’ diye konumlandırdıklarını hep sömürüye tâbi tutmuştur. Yerel kültürleri yok etmiş, yer altı yer üstü değerlerini talan ederek medeniyetler çatışmasına bizzat kendisi öncülük etmiştir. İşgal ettikleri yerlerin dillerini, dinlerini yok sayarak neredeyse tek bir yerel değer bırakmamayı hedeflemiştir. Modern Batı da Batı kültürü dışındaki kültürleri sıfırlamak hevesindedir (Kırbaşoğlu, 2003: 3-7; Duralı, 2000: 21-27). Şimdi de bütün bu yağmalamaları, gerçek talan ve çatışmayı perdelemek üzere, medeniyetler çatışmasını önlemek, diyalog, uzlaşma, hoşgörü, dinsel çoğulculuk gibi paravan yaklaşımlar geliştirmektedir.
Batı, sömürgeci zihniyetinin ağır sonuçlarını bugün daha iyi anlıyor ve diyaloğa girmek istiyor. Elde ettiği atom bombasıyla insanlığı yok etmiştir. Bu durum, hem Batı hem Doğu insanının Batı Rasyonalizmi’ne ve ilmine karşı güvenini sarsmıştır. Batı bilimini tenkid eden Batılı düşünürlerden Paul Feyerabend de, "Akla Veda" derken akla karşı değildi. Batının aklı kullanış biçimine, kültürleri yok edişine karşı olduğunu içeriden biri olarak vurguluyordu (Bolay, 2000: 65).
G. Sacco’nun da ifade ettiği gibi, Batı’nın bütün ideolojiler karşısındaki tartışmasız zaferini ilan eden Tarihin Sonu ve Medeniyetler Çatışması tezleri, aslında, yeni bir Haçlı Seferi için, silaha çağrı, bir savaş çığlığıdır (Yılmaz, 2001: 15,16). Kendisini alternatifsiz gören Batı, artık yeni dünya düzeni oluşturma, dünya sistemi olma, rükünlerini kendi belirlediği evrensel bir din oluşturma hevesindedir.
Bugün plüralist tezlerle ortaya konulanlar kadar önemli olan, onun, hangi siyasî iradeyle eşgüdümlü olduğu/oluşturulduğudur. Bu arkaplan doğru okunmadığı takdirde, çatışmaya dikkat çekerek, mutlak güce teslim olmanın dışında alternatif olmadığı vehmine kapılmak işten bile değildir. Ya cehennem ya da küreselleşme, diyalog, çoğulculuk dayatması bu vehmi beslemeye yaramaktadır. Medeniyetler çatışmasında taraf kılınan Batı, olağanüstü bir kudretin zirvesinde, süper güce sahip, rakibi haritadan silinmiş, ekonomik meydan okuyacak muhatap bulamayan, güvenlik ve iktisadî muhtariyeti olan bir mutlak güç olarak konumlandırılıyor. Batılı güçler, menfaatlerinin meşrûiyeti için kendilerini, ‘Hür Dünya’, ‘Dünya Toplumu’ diye nitelendiriyorlar. Tek meşrûiyet(!) dayanakları doyumsuzlukları olan Batılılar, her hür birey ve ülkeye müdahale ve işgallerinde kendilerinin, "Dünya Topluluğu" adına hareket ettiklerini ileri sürüyorlar (Huntington, 2002: 38-39).
Huntington’un, "medeniyetler çatışması dünya barışının karşısındaki en büyük tehlikedir ve medeniyetlere bağlı uluslararası düzen bir dünya savaşına karşı en büyük güvencedir" (s. 10) diye özetlediği tezinde ortaya konulanlar, bizce, bir bütün olarak doğru okunmalıdır. Çünkü, "uluslararası" denilen yeni dünya düzeninin kriterleri hem medeniyetler çatışmasının müsebbibi hem de mütereddidi olan Batı tarafından belirlenmektedir. Bir dünya savaşına karşı yine kendilerinin oluşturduğu uluslararası düzeni zorunlu görüyor, hatta dayatıyorlar. Binaenaleyh buna "Batı’nın Güvenliğinin Düzeni" denilirse daha doğru ve daha ahlâkî olur.
Bulundukları hukuk noktasının da gerisine gitmeye başlayan, özgürlüğü yok edici müdahaleleri olanca hızıyla yaşama taşıyan, militarist duruşu sıradanlaştıran Batı; terörizmle mücadele adını verdiği savaşla her türlü kuşatma ve zulmü öteki diye konumlandırdıklarına reva görmektedir. Farklı değerlerin de insan mutluluğunu tesis edebileceğini kabul etmeyerek, ötekilerin başka dünyalarına hayat hakkı bile tanımak istemeyen Batı/Amerika, aslında kendiyle beraber büyüttüğü alternatif hareketlerin de kuşatması altındadır. Küresel barışı ve güvenliği tehdit edici unsur olarak Müslümanları potansiyel suçlu olarak hedef tahtasına oturtan Amerika, meşrûiyetini gücünden almakta, kuvveti hak sanmakta, kendi kanunlarına boyun eğilmesini ibadet vecdiyle talep etmektedir.
"Küreselleşme karşıtı olmak, Amerika karşıtı olmaktır; yani teröristlerle işbirliği yapmaktır" (Luneau, 2002; Bkz.: Ramonet, 2002; Gresh, 2002) yargısıyla mahkûmu hâkim olan zeminde toplum projeleri dayatmakta, kendi terör tanımlarına uyarladıklarını da terörist sehpasına oturtmaktadırlar. Ancak terörizmin gayr-ı ahlâkî olduğu gibi yine gayr-ı ahlâkî olan küreselleşmeye gösterilen bir tepki olduğunu da vurgulayan batılı düşünürler (Fukuyama, 2002: 98/11) de yok değildir. Keza Küreselleşme demenin; gerçekte, "Sömürgeleştirme" ile aynı şey olduğunu endişe ve canhıraş vurgulayan Batılı düşünürler de vardır (Garaudy, 2003: 20-21)
Bu amaçlara matuf; siyasî iradeyle eşgüdüm içerisinde olunması, konjonktürel beklentileri karşılaması, aynı zamanda, ortaya Manicilik6, Cengiz Han’ın Yesak’ı7 mukabili bir yaklaşım, Moonculuk8 hatta Bâhaîlik9 türevi ancak yeni, postmodern bir tez çıkarmıştır. Şehbenderzâde Filibeli’nin A’mak-ı Hayal’i (hayalin derinlikleri, 1993) türü bir yaklaşımdır aslında dinsel çoğulculuk. A’mak-ı Hayal’de Nirvana’10ya ulaşma vardır. Zerdüşt’11te Hürmüz ile Ahriman’12nın kardeş gibi el sıkışmaları vardır. Brahmanizm’e övgüler, İslâm’dan esintiler, Kaf Dağı’ında Anka’dan haberler, Hızır’ın Buda ile sohbetine kadar her aşamada uzlaşma ve hak ile batılı denkleme vardır.
Bütün bu inanışları çağrıştıran paradigmanın dinî olması düşünülemez. İslâmî olması asla. Bize göre dinsel çoğulcu yaklaşım, dinî değil siyasî hedeflerî mebnî felsefî bir öneriden ibarettir. Hıristiyan veya Yahudi teolojisi açısından inanışlarını çoğulcu bir zeminde eleştirmek mümkün ise de İslâm açısından böyle bir yaklaşım temellendirilemez. Kriterleri belli olan İslâm’ı, uçları açık, ideolojik, felsefî sav diyebileceğimiz ‘pluralist teolojin’nin karşılama imkanı yoktur. Bu misyonla yapılan diyaloğun, misyonerliğin yeni bir versiyonu ve ayrılmaz bir parçası olma ihtimaline konunun mütehassısları tarafından da dikkat çekilmiştir (Aydın, 2002 : 3/24 ).
Batılı değerlerin alternatifi "Doğulu değerlerdir" demiyoruz. Ancak mutlak çözümün Batılı değerler olmadığını söylüyoruz. Reddimiz, Batının kendi medeniyetini, sözün tükendiği nokta sanması, daha vahimi; dayatmasınadır. Tarihin sonu denilen; sözün tükendiği nokta, bizce sonun başlangıcı, asıl, üretilmiş değerlere mutlakiyet atfetmenin iflâsıdır.
Onlar, kendi açılarından gereğine inandıklarını yapıyorlar. Ya mağlup, mahkum, mağdur iken bağışlayıcı, lütûfkar rolüne kalkışanlara ne demeli? Hem de dinsel çoğulculuk adına, çoğulcu bir din talebiyle!..
• Yazı uzun olduğu için kısaltarak alıntılamak durumunda kaldık. Makalenin tam metni, Tezkire dergisinin 35. sayısında (Kasım/Aralık 2003, s. 115-147) yayımlanmıştır. (İktibas)

Dipnotlar
1- Bkz.: (Os. Kesretiye, Fr. Pluralisme, Al. Pluralismus, İng. Pluralism, İt. Pluralismo) Hançerlioğlu, 1993: "Çokçuluk" mad.; Hançerlioğlu, 2001: "Çok" mad.; Cevizci, 2000: "Çokçuluk" mad.; Heyet, 1998: "Çoğulculuk" mad.
2- Mutasavvıf yaklaşımların analizine dair bkz.: Sarmış, 1995; Özütoprak, 1997: 254-261.
3- Çoğulcu mimarlardan Seyyid Hüseyin Nasr’ın teslîs(üçleme)i v.s. konuları ilâhî bir tashih olarak görmeyip (Bkz.: Nasr, 1996: 43; Aslan, 2000: 4/29; Aslan, 1997: 1/183; Aslan, 1998: 2/159-160) çoğulculuğa engel teşkil eden her Kur’ânî düstûru adete batınî bir yaklaşımla izaha kalkışması da bu mantığın tezahürüdür. Yine Seyyid Hüseyin Nasr’ın, Müslümanları, İslâm vahyine, Hz. Peygamberin hadislerine ve hukukuna göre, Batı’yı tehdit etme(!) noktasında şiddet kullanmaktan ısrarla sakındırırken gösterdiği İslâmî geleneğe sadakatini, çoğulculuğa engel teşkil eden her Kur’ânî düstûru yorumlamada göstermediği görülmektedir. (Bkz.: Kaplan, 2002: 92/28; Nasr’ın daha detaylı görüşleri ve Bâtınî yaklaşımı öncelleyen yorumları için bkz.: Nasr, 1996: 72-78.
4- Bkz.: Günay, 1998: 63 (Eflâkî, Menakıb, II/ 721’den nakille)
5- Şerîat: lügatta; insanı ırmağa, bir su kaynağına götüren yol, izhâr ve beyân, kânun koymak anlamlarındadır. Dinî bir terim olarak şerîat, Allah’ın kulları için koymuş olduğu dinî, dünyevî hükümlerin hepsidir ki buna göre şerîat, din ile aynı anlamda olup hem ahkâm-ı asliyye denilen itikâdiyyâtı, hem de amelî, fer’î hükümleri, yani ibadet, ahlâk ve muâmelâtı ihtvâ eder. Bkz.: Cürcânî, 1997: "Şeriat" mad.; Şâtıbi, 1990: 1/42,165; Kerimoğlu, 1992: 2/ "Şeriat" mad.
6- Manicilik (Manişeizm) Kendinden önceki bütün inanç ve dinlerin usa (akıl) uygun(!) yanlarını birleştirerek meydana getirilen bireşimsel din... (Bu din) İran’lı Mani tarafından özellikle İsâ ve Buda düşüncelerinin Zerdüşt düşüncesiyle kaynaştırılmasından meydana gelmiştir. Bkz.: Hançerlioğlu: 2000: "Manicilik Mad.".
7- Yesak; Cengiz Han’ın ve kendisinden sonra çocuklarının bağlandığı dinidr. Yesak, Cengiz Han’ın Kur’an, Tevrat, İncil ve kendi görüşlerine dayanarak ortaya koymuş olduğu kanunları ihtiva eden bir kitaptır. Cengiz Han’ın kendi kafasından uydurduğu kanunlardır. Cengiz Han koymuş olduğu bu kanunları "Büyük yasa" olarak isimlendirdi ve bu kanunları yazdırdı.
8- Yaygın adıyla Moonculuk veya ‘Birleştirme Kilisesi’ hakkında bkz.: Bıyık, 2002: 3/ 123-138.
9- Dünya vatandaşlığı ve kadın-erkek eşitliği gibi modern dünyanın beklentilerini dinî ve ahlâkî prensipler haline getiren bir yaklaşımdır. Aslan, 2000: 22.
10- Nirvana, Budizm’de arzu ve ihtirasları yok ederek ulaşılan üstün derecenin adıdır.
11- Zerdüşt, eski İran dinlerinden Zerdüştlüğün kurucusu olan bir şahsiyettir.
12- Zerdüşt Dininde hayrı temsil eden iyi kuvvete Hürmüz, şerri temsil eden kötü kuvvete de Ahriman denilir.
KAYNAKÇA



__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Yeni dinler tasnifi ve Müslüman-ların diğer dinlere bakışı


Müslümanlar doğrudan doğruya Kur’an ve Sünnet’ten kaynaklanan bir kabulle dinleri “hak din” ve “batıl dinler” diye ikiye ayırır. Hak din, Hz. Adem (a.s) ile birlikte başlayan peygamberler silsilesinin, insanlara tebliğ ettiği vahiy kaynaklı hükümler bütününü ifade eder. Şeriatlar/amelî hükümler –yine vahye bağlı olarak– zaman ve zemine göre bir peygamberin tebliğinden diğerine değişiklik arz etse de, itikadî umdeler değişmez. Bu tasnifin “Semavî dinler-Beşerî dinler” tarzında ifade edildiği de vakidir. Her iki tasnif de aynı şeyi anlatır. (İmam es-Süyûtî’nin, “İslâm” isminin Son Din’e, “Müslüman”ın da Ümmet-i Muhammed’e has olduğuna dair güzel bir risalesi vardır.) (1) Bu çerçevede aslı vahye ve bir peygamberin tebliğine dayanmakla birlikte, zaman içinde insanlar tarafından tağyir ve tahrif edilen dinler de “Batıl dinler” kategorisindedir.

Meseleyi böyle vaz ettiğimizde İslâm dışındaki dinler “Batıl dinler” kategorisine girecektir. Normal ve asıl olan budur. Kur’an ve Sünnet temelli bu tasniften sarf-ı nazar ederek bir başka tasnif esas alındığında meselenin mahiyet değiştirdiğini görüyoruz. Bu cümleden olarak, birtakım Hıristiyan teologların ortaya attığı “Kapsayıcı dinler-Dışlayıcı dinler-Çoğulcu dinler” tarzında bir tasnifin tedavülde olduğu görülüyor. Modern zamanlara mahsus olan bu kavramsallaştırma, dinler hakkında “Hak-batıl” ayrımı yapan Kur’an ve Sünnet temelli tasnifi “Dışlayıcı dinler”e mahsus bir tavır olarak tesbit ve kategorize edilmektedir. Aynı vadide icra-i faaliyet eden başka kavramlarla birleştiğinde bir din hakkında kullanılan “kapsayıcı” ya da “çoğulcu” kavramlarının muhatapta daha olumlu çağrışımlar yapacağı/yaptığı açıktır. Dolayısıyla “dışlayıcı” olarak kategorize edilen bir dinin, “dar” bir bakış açısına sahip olduğu, Allah’ın rahmet ve merhametini “Allah’ın muradına aykırı olarak” ve “bencilce” sadece kendisine ve bağlılarına tahsis ettiği… gibi ithamların muhatabı olması kaçınılmazdır. Kur’an ve Sünnet’in en temel vurgularından olan “Tevhid”, “Hak” gibi kavramların anlam ve önemini yitirerek yerini çoğulculuğa, izafiliğe bırakması, aslında “Tevhid”in reddedilerek yerine “şirk”in, “Hakk”ın reddedilerek yerine “batıl”ın ikame edilmesinden başka bir şey değildir.

Hz. Musa (a.s) Tur dağına çıktığında –kardeşi Hz. Harun (a.s)’ı başlarına gözetleyici bıraktığı halde İsrailoğulları, nasıl oldu da Samiri önderliğinde şirke saptılar ve altından bir buzağı yaparak ona tapınmaya başladılar dersiniz?

Yahut Hz. İsa (a.s)’ın terk-i dünya etmesinin üzerinden henüz çeyrek asır geçmişken ve Havariler henüz hayattayken Hıristiyanlık denen din nasıl ortaya çıkıp hızla yayılma imkânı bulmuştur?

Artırılması mümkün olan bu ve benzeri soruların ortak bir cevabı vardır ve şudur: Kavramların değişmesiyle değer yargıları değişir; değer yargılarının değişmesiyle de inanç ve hayat tarzları başkalaşmaya başlar. Doç. Dr. Mahmut Aydın’ın Dinsel Çoğulculuk temalı çalışmalarının, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Eğitim merkezlerinde yardımcı literatür kategorisinde esas alınması bu bakımdan endişe vericidir. Muhtemelen aynı kategoride bulunan iki farklı yaklaşımdan birini yansıtan hüviyeti ile “dengeleyici” olması düşünülmüş ise de, mikrofonu elinde bulunduranlarca “bilimsel objektiflik” kriterlerinin dahi –özellikle Sosyal Bilimler alanında– nasıl göreceli bir mahiyete dönüştüğü herkesin malumudur. Bir de mesele “Din” ve “itikad” olunca, burada daha bir hassasiyet gösterilmesi gerektiği izahtan varestedir.

1) Bkz. el-Hâvî, II, 213 vd.

ebubekir sifil

__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Karakter boyutu : Normal Büyük Daha Büyük En Büyük
Dr. Aliye Çınar
Dinlerarası Diyalog ve Dinî Çoğulculuk!

Şimdilerde dinler arası diyalog söylemi, farklı formüllerle tekrar tekrar gündeme gelen bir ibaredir. Ancak dinler arası diyalogdan söz edebilmemiz için bir kere zeminin buna müsait olması gerekmektedir. Tamamen rasyonalist, bireyci ve determinist bir özelliğe sahip zeminde, somut dinin diyalogunun nasıl olacağı tartışmalı bir konudur. İşte bu handikapın farkında olduğu için, dinler arası diyalog için olmasa da, varoluşu tehdit eden modernitenin açmazlarından dolayı Papa, sekülerizme ‘hayır’ demeye çalışıyor. Biz meseleye dinler arası diyalog sorunundan bakarsak, Kutsal Kitap merkezli bir çağrının tutması için şartlar oluşmuş değildir. Bir başka ifadeyle, Modern çağ, İbrahimî geleneği bütünüyle devre dışı bırakarak, rasyonalist ve determinist bir kisveye bürünmüştü. Doğal olarak asıl damarlar açılmadan, ısmarlama çözüm ne kadar başarılı olabilir!

Bir kere, İbrahimi gelenekteki peygamberî öge iptal edilmişti. Peygamber, insanın hem Tanrı ile hem de diğer insan tekiyle diyalogunun teminatıdır. Oysa rasyonel teoloji çerçevesinde, peygamber akıl adına dışlanınca, ciddi bir diyalogsuzluk sorunu baş göstermiştir. Belki böyle bir çözümün geçerli olabilmesi için, öncelikle köşe taşlarının yerine iade edilmesi gerekmektedir. Zira dinlerinin kendi paradigması içinde olumlu ya da olumsuz, birbirini tasdik ya da olumsuzlama veya tamamlama anlamında, Musa ile İsa, İsa ile Muhammed arasında diyalog vardır. Dinler arası diyalogla ilgili olmak üzere, üç boyutlu bir durum var: İlki, modernitenin yalınkat, rasyonalist, zorunluluğa mahkum ve özgürlüğü elinden alınmış insanı; ikincisi, bu insanın özgürlük alanını açmanın ve kendine tutuklu olmaktan azad etmenin imkanları; nihayetinde Kutsal Kitapların önemi ve İbrahimi geleneğin diyalogu.

Bu bağlamda oluşturulan çözümlerin sözde çareler olduğu söylenebilir. İfade ettiğimiz gibi, asıl damarın açılması gerekmektedir. Bir çözüm olarak sunulan dinî çoğulculuk aynı nihaiye farklı cevaplar verme olarak değerlendirilmiştir. Dinî çoğulculuk deyince hemen akıllara geliveren John Hick, Mevlana’nın ‘Lambalar farklı olsa da, ışık aynıdır, çünkü o Maverâ’dan gelmektedir’ sözünün, pluralizmi en iyi özetleyen ifade olduğunu söyler. Ancak, buradaki asıl mesele, bu ışığın manevi bir nur, ya da rasyonel ilke olup olmadığıdır. Elbette dinlerin aşkın birliğinden söz edilirken, aynı realite ibaresinin altı çizilmektedir. Belki onun kadar önemli olan diğer ibare ise, farklı cevaplar, ifadesidir. Pluralizm düşüncesi dinlerin aşkın birliği fikriyle de kesiştiğini ima etmektedir ki, bu da üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Modern insanın kendini Tanrı’nın krallığı yerine ikame etmesinin tersine, dinlerin aşkın birliği insanı aşan bir aşkın boyutu dile getirmektedir. Kalbin öyle dilleri vardır ki, akıl ona sağırdır diyen Pascal’ın ifade ettiği gerçeklikle ‘dinlerin aşkın birliği’ fikri örtüştüğünde elbette bu kabul edilebilecek bir şeydir. Ancak, burada ki aşkınlık fikri, özcülüğün tersine çevrilmiş hali midir!

Yine, dini salt rasyonel bir düşünce olarak kabul etmesek bile, bir geleneğin neşvünema bulduğu gelenek ve kültürü iptal ederek onun özsel boyutunu öne çıkarmasından dolayı dinlerin aşkın birliği fikri, dini din kimliğinden çıkarma düşüncesine hizmet etmektedir. Başka türlü söylersek, yukarda ifade ettiğimiz farklı cevaplar hususu görmezden gelinmektedir. Unutulmamalıdır ki, İbrahimi gelenek dairesinde yer alan her bir din, kendi geleneğinden koparak evrensel (özcü) aşkın bir formüle girmeye direnir. Aşkın dinlerin birliğinde, Tanrı’nın adaleti, sevgisi, birliği ve gücü soyut bir kılıfa girecektir. Soyut bir adalet çoğu zaman somut bir adaletin yanında sözde bir adaletten öteye geçemez. Dahası bir geleneğin formundaki adalet ilkesi var oluşla birleşince ya da onunla bir izdivaca girince belirlenemeyecek ve beklenmedik bir şekilde çiçeklenecektir. Oysa soyut adaleti şu ya da bu şekilde ifade etmek ondan çok şey değiştirmeyecektir. O, formülasyonda çok şeyi çözer gibi gözükse de, somut adaletin gücünü gösteremez. Doğrusu sadece İbrahimî dinlerin değil, diğer dinlerin pek çoğunda ortak paydaların olması çok doğaldır. Bu gerçeğe din üzerinden değil de, insan var oluşu üzerinden ilerlediğimizde de ulaşabiliriz.

Modern zamanlarda dinlerin aşkın birliği ilkesi, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, dini pluralizm olarak da formüle edilmiştir. Mesela postmodernist dinî çoğulculuk da hemen hemen benzer savları ortaya atar. Çünkü o da, dinlerin özgün ötekiliğini bastırmak suretiyle dinî alanı totalleştirme girişimidir. Zira genel olarak pluralizm, dinî gelenekleri, aynı Nihaî Gerçekliğe farklı cevaplar olarak görme temayülünden başka bir şey değildir. Ancak böyle yaparak o, her bir dinî geleneğin somut karakterini inkar ederek ya da görmezden gelerek âdeta tek bir teorinin indirgemeciliğinin bayraktarlığını yapmaktadır. S. Zizek’in aktardığı bir tartışma doğrusu bu gerçeğe ışık tutmaktadır. Tartışma şöyle cereyan etmektedir: Katolik bir papazla Güney Amerikalı bir vaftizci tartışma esnasında kişilerin resmi inançlarına bakmaksızın dinlerin birleşebileceğin mümkün olduğunu ümit ettiklerini söylerler. Çünkü bütünüyle iyi olan insanın ilahî inayette olduğu ve kurtulduğu addedilir. Ancak daha sonra Güneyli, İncil’in sözlerine göre, sadece İsa’nın hitabını açıkça tanıyan, İsa’yı yaşayanların kurtulacağını hatırlatarak, ironik bir gülümsemeyle, pek çok iyi ve dürüst insanın cehenneme gideceğini söyler. İncil’de iyi olarak temellendirilmeyen iyiler, gerçekte onun bir taklididir, der. Burada da İsa’nın söylemindeki aşkın dinî boyut bir yana, onun belli bir geleneğin ve kültürün sözcüsü olduğuna dikkat çekilmektedir. İslam söz konusu olunca, hem somut hem de soyut evrensellik gündeme gelecektir. Bu durumda Güney Amerikalı vaftizci, kendi dairesinde haklı olacaktır.

Peygamber ögesi, dindeki emniyet sibobudur. Aksi halde deizm kaçılmaz olacaktır. Peygamber, hem geleneğin hem somut insanın hem de somut adaletin garantörüdür. Kısacası o özcülüğe prim vermeyen bir mekanizmadır. İbrahimî geleneğin tüm peygamberleri aynı mesajı getirmekle birlikte, (Hz.) Davud’un, Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in dinî ethoslarının bir birinin aynısı olduğunu söylemek güçtür. Tevhidin sözcülüğünü yapma bakımından birleşseler de, her kültür ve gelenekte bu tevhidi inanç ve ahlakı tecessüm ettiren peygamber de yeni bir ethosun (adet, alışkanlık) mimarıdır. Dolayısıyla bu farklı ethosları dikkate almadan onların temel ilkelerinin aynılığından hareket etmek yanıltıcıdır. Bunlar arasındaki süreklilik ve evrilme, aynı hakikate farklı cevap olarak özetlenince, görünüşte aynı şey söyleniyor gibi gözükse de, esastan çok şeyin çalındığı tartışma götürmez bir gerçekliktir.

Dahası, bu bağlamda, ethosların ya da geleneğin üç önemli işlevinden söz etmemiz gerekmektedir. Zira gelenek, ilahi hakikati bir yandan muhafaza edip yorumlarken, öte yandan hakikatin her bir sözcüsü ya da taşıyıcısı, bir önceki mesajı hem olumlar, hem de bir ıslah ve gelişimi beraberinde getirir. Zımnen tedrici bir gelişimin sağlamasını gelenek içinde yapmamız mümkündür. Gelenek, bir önceki mesajı tasdik etme anlamında bir şahadet işlevi de görür. Hatta bu şahadete üçüncü kişi gözüyle de bakmamız mümkündür. Özellikle peygamber ve Tanrı arasındaki bir ben-sen ilişkisini gelenek üçüncü bir kişi olarak onaylar. Yeni mesaj, kültürel hafızada var olan kodların bir yenilenmesidir. Şimdi geleneği ve ethosu görmezden gelirsek ve dini din yapan nihai hakikatleri belirleyip oradan hareket edecek olursak, sözünü ettiğimiz, muhafaza, yorumlama ve ıslah işini yine evrensel ilkeye tevdi etmek durumda kalırız ki, bu da bir anlamda dinin metafizikleşmesinden başka bir şey değildir.

Doğrusu dinleri ya pluralizm ya da dinlerin aşkın birliği gibi bir başlık altında birleştirmeye çalışmak, kültürel ve geleneksel yapının dahası insanın somut zenginliğini tırpanlamak anlamına gelecektir. Tek biçimliliğe hapsedilen din, var oluşun farklı boyutlarının gelişmesi için miyar olma işlevini yerine getiremeyecektir. Dinleri bir formül altında birleştirmek, insanın varoluşsal boyutunu da indirgemeyi talep eder. Bu olsa olsa özcülüğe hizmet edecektir. Oysa sadece var oluş değil, hayat bir bütün olarak farklılıklardan ibarettir. Hal böyle olunca da dinin farklılığını tırpanlamak, hem dinden, hem varoluştan hem de kültür ve gelenekten dahası sermayeden kısıtlama anlamına gelir. Kitagawa’nın da haklı olarak ifade ettiği gibi,

Yine de ben bir kere çoğu insanın düşünmeye meylettikleri gibi, farklı dinlerin, bir çeşit üst-Bahaî sistemde bir noktada birleşeceklerini sanmıyorum. Aksine, Hıristiyanlık dahil, farklı dinî gelenekler kaçınılmaz olarak, çatışma ve anlaşmazlıklar barındıran yeryüzünde, gelecekte de kendi dinamiklerine göre gelişmeye devam edeceklerini düşünüyorum. Ancak, bütün dinler, diğer dinlere “dinî olarak” yaklaşmayı öğrenirlerse, kendi dinî kimliklerini kaybetmeksizin birbirlerinden çok şey öğreneceklerdir.

aliyecinar@gmail.com



__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Doç. Dr. Mahmut Aydın

"Peygamberler Çoğulcu Olamaz Ama Biz Olabiliriz"

Son Davos Zirvesi'nde, "The Purpose Driven Life" adlı kitabı 11 milyon satan, Saddleback Kiliseler Birliği'nin kurucusu ABD'li Evangelist rahip Rick Warren şu sözleriyle herkesi şaşırttı: "Geleceğin dünyası seküler değil, dinsel çoğulcu olacak." Bu modelin asıl fikir babası İngiliz din felsefecisi John Hick'in "Dini Çoğulculuk" ve "İnançların Gökkuşağı" adlı kitaplarını Türkçe'ye çeviren, konu üzerine araştırmaları bulunan On Dokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Mahmut Aydın dini çoğulculuğu şöyle tarif ediyor: "Dinsel geleneklerin her biri, kurtuluşa ulaştırma yolunda kendi taraftarlarının gözünde diğerleriyle eşit geçerliliğe sahiptir." Mutasavvıflar hariç, neredeyse tüm İslam alimlerinin kurumsal İslam'ın en mükemmel vahiy olduğunu ileri sürdüklerini söyleyen Aydın, günümüzde bu şekil sınırlı bir anlayışı benimsemenin zor göründüğüne dikkat çekiyor. Bu yüzden Aydın'a göre Allah'ı ve O'nun iradesine teslim olmayı merkeze koyup, diğer dinsel geleneklerin taraftarlarını da buna göre değerlendirmeliyiz. "Dini çoğulculuk benim öteki din mensuplarına müdahalemi elimden alıyor. Onların da benim kadar haklı olabileceğini kabul etmemi sağlıyor" diyen Aydın'a göre Papa'nın ve Diyanet İşleri Başkanı'nın dini çoğulculuğa mesafeli olmaları anlaşılır bir şey, çünkü kurumlar bu yaklaşımı, devamlılıklarını sağlamaları gerektiği için savunamazlar. Bu durumu "Peygamberler çoğulcu olamaz ama biz olabiliriz" sözleriyle de açıklayan Aydın, dini çoğulculuğun dinler arasındaki sorunları çözeceğine inanıyor.

__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

Din çoğulculuğu

http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/turkiyeveislam/0039.htm

Din konusunda "çoğulculuk" kavramı iki mânada da kullanılıyor:

1. Hiçbir dinin mutlak hakikati temsil etmediği, her dinin kendi mensubuna göre hak ve gerçek olduğu. Bu mânada dinî çoğulculuk bir müslümanın kabul edebileceği, inanacağı, benimseyeceği bir kavram değildir; çünkü müslüman, bugün yeryüzünde mevcut dinler arasında yalnızca bir tanesinin, sadece İslam'ın mutlak hak ve hakikat olduğuna, ona uymayan dinlerin ise uymayan yönleri itibariyle bâtıl olduklarına inanır.

2. Hak olsun bâtıl olsun bütün dinlere inananların ve hiçbir dine inanmayanların bir arada, temel insan hak ve özgürlüklerinden yararlanarak, bir birliktelik oluşturarak birarada yaşamaları, farklılıklara hak tanımak ve tahammül etmek mânasında hoşgörülü davranmaları. Bu ikinci mânadaki dinî çoğulculuk İslam'a aykırı değildir, Müslümanların bu konuda çağdaş dünyaya örnek olabilecek tarihi tecrübeleri de vardır.
Yukarıda Prof. Kemal Karpat'ın "geleneklesel olarak yaşanan çoğulculuğumuzun" bir problemi bulunmadığına, çoğulculuğu problem haline getirenlerin "teorik tartışmalara girerek" bu sonuca sebep olduklarına dair sözlerini aktarmıştım. Yine o'nun, Amerika'da gördüğü bir dînî çoğulculuk örneğini vermek istiyorum:

"Benim ders verdiğim Visconsin Üniversitesi'nin kampüsünün göbeğinde tam beş tane kilise var ve herkes oraya girip çıkıyor, toplantılar düzenliyorlar. Hiç kimse bir şey demiyor. Ve hemen kampüsün dışında bir sinagog var. Bu sinagogun öbür tarafında da biz bir cami yaptık. Kimse sormadı onu; çünkü tabîî hakkımızdı. Kimseden izin almak zorunda değildik. Ayrıca Hıristiyanların Paskalyası, Noel'i var, tatilleri var. Yahudiler tuttular "Bizim ayrı tatillerimiz var, biz onlar için ayrıca tatil istiyoruz" dediler. Onlara tatil verilmedi. Ancak biz hocalara bir tebliğat yapıldı: "O günlerde imtihan yapmayınız, sizin için daha iyi olur, yoksa 3. bir imtihan hakkı vermek zorunda kalırsınız ve öğrenciler sınava gelmezse onlara kötü not vermeyiniz" diye. Bunu gördük -orada 200 tane Türk var- Türklere bizim de iki bayramımız olduğunu, bizim de bu hakkı talep etmemiz gerektiğini söyledik. Bazıları "Biz istemeyiz, bunlar dinî bayram, biz ise laikiz" dediler. Nihayet Araplar bunu istedi, Müslüman öğrencilere de izin verildi. Bence gayet tabîî idi..."22
Başkalarının hak ve özgürlüklerine -ortadan kaldırmak, daraltmak, kullanılmasını güçleştirmek gibi ciddi biçimde- zarar vermemek şartıyla dindarların uygulamalarını kolaylaştıracak düzenlemeler yapmak laikliğe aykırı olarak yorumlanmamalı, böyle anlaşılmamalıdır. Amerika ve Avrupa bu çeşit düzenlemeleri yapıyor ve bunları laikliğe aykırı saymıyor.

Türkiye'de ise, Cuma namazı, Ramazan iftarı gibi dini gerekçelerle mesâî saatlerinde bir ayarlama yapılması teklifi bir partinin kapatılması için gerekçe sayılıyor. Cuma vaktini ele alalım; diyelim ki, isteyenler Cuma namazlarını kılabilsinler diye belli mevsimlerde öğle tatili yarım saat ileri veya geri alındı. Cuma kılmayanlar yine öğle tatilini yapacaklar, mesai saatleri değişmeyecek, yalnızca işten yarım saat geç çıkacaklar; eğer bu bir dayatma sayılır ve laikler, "vatandaşlarının, mesai arkadaşlarının vazgeçilmez ihtiyaçları için" bu kadarcık bir fedâkârlığa katlanmazlarsa milli birlik ve beraberlik olmaz, farklı kesimler birbirine iyi duygular beslemezler, ilk fırsatta arzularını gerçekleştirebilmek için engel olanları etkisiz hale getirmek isterler, bu ise çoğulcu demokrasinin topluma veda etmesi demektir.



__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

 

İmam Hatip'e rahip hoca


Medeniyetler İttifakı açılımı, Milli Eğitim Bakanlığı�nın müfredatına da girdi. İmam Hatip Liseleri ve Anadolu İmam Hatip Liseleri�nin bu yılki müfredatında çarpıcı bir açılım yapılarak bu okullarda okutulan Karşılaştırmalı Dinler Tarihi dersinde imam adaylarının İslamiyet dışındaki dinleri bizzat temsilcilerinden dinlemelerinin yolu açılacak.

Milli Eğitim Bakanlığı, İmam Hatip Liseleri�nin 12. sınıfında görülen Karşılaştırmalı Dinler Tarihi dersinin programındaki etkinliklere bir ilke imza atacak uygulama örnekleri koydu. Bu derslerde imkan varsa Hıristiyan ve Musevi din adamlarının sınıflara davet edilerek bizzat dinlerini anlatması

sağlanacak.

SİNAGOG VE KİLİSELERE GEZİ

�İnsanlığa gönderilen ve günümüzde de mensubu olan Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve İslamiyetin inanç, ibadet ve ahlakla ilgili öğretilerinin, sağlıklı bir şekilde öğretime konu yapılması önemli bir husustur. Karşılaştırmalı Dinler Tarihi dersinde böyle bir ünitenin yer alması bu amaca azami derecede katkı sağlayacaktır� denilen ders programında �Misafir Haham ve Rahip Hoca� etkinliği şu ifadelerle önerildi:

  • Dinlerde mabet konusu anlatılırken çevredeki kilise, sinagog (havra) ve camilere geziler düzenlenmeli, görevli din adamlarından bilgi alınmalıdır.

  • Mümkünse diğer dinlerin din adamları derse davet edilip konuyla ilgili görüşleri alınmalı veya öğrenciler bu kişilerle söyleşi yaptırmaya teşvik edilmelidir.

  • Hac konusu işlenirken Kudüs, Mekke, Roma, Benares gibi hac merkezlerinin ve orada hac yapan insanların resimleri temin edilip öğrencilere gösterilmelidir.

  • Öğrencilerin dinlerin ibadet mekânlarını tanımaları ve saygının öğretilmesi sağlanacak.




MİSYONER FAALİYETLERPROGRAMA ALINDI

Aynı dersin bir başka ünitesinde ise misyonerlik faaliyetleri ele alınacak. �Dini Çoğulculuk, Diyalog ve Misyonerlik� adını taşıyan ünitede ise İmam Hatip Lisesi öğrencileri, Hıristiyan grupların, Yahova şahitlerinin, diğer grupların misyonerlik faaliyetlerinde hangi argümanları kullandıkları üzerinde bilgi sahibi olacaklar. Bu çerçevede, derste �İstismarcı misyonerlik kavramı ve Türkiye�de faaliyet gösteren misyoner gruplar hakkında bir araştırma yapılarak sınıf ortamında bunlarla ilgili ve misyonerlerin insanları ikna etmek için hangi yöntemleri kullandıklarına dair bir tartışma ortamı oluşturulur� konulu bir çalışma yapılacak.


Dilek GEDİK/ANKARA



__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 
asım
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 14 agustos 2008
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 1700
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı asım

TEK DÜNYA, ÇOK İNANÇ
Kenan LEVENT
.Yazarın dini çoğulculuğa izin şeklinde anladığı ayetler siyak-sibak çerçevesinde ele alındığında aslında vurgulananın hidayete tabi olup olmamak, indirilen vahye uyup uymamak konusunda gösterilen kör ve inatçı tutumların yeni olmadığı, önceki peygamberlerden örnekler verilerek müfsid ve zalimlerin bağyleri öne çıkarılmakta ve eleştirilmekte bu yolla Hz. Peygamber’e ve beraberindekilere üzerinde yürüdükleri yolda kınayıcıların kınamasından korkmadan sebat etmeleri gerektiği vurgulanmaktadır.
06.08.2008 01:55

Mahmut Aydın ile Süleyman Turan tarafından derlenen  ve Ufuk Kitap Yayınları tarafından basılan Tek Dünya, Çok İnanç -Diyaloğa Farklı Yaklaşımlar-adlı kitabını Kenan Levent Haksöz-Haber için değerlendirdi. 

 

Mahmut Aydın ve Süleyman Turan'ın birlikte derlediği Ufuk Kitap yayınları tarafından Aralık 2007 de yayımlanan kitap, farklı din, ideoloji ve kültür anlayışına sahip insanların 'Diyalog' meselesine ilişkin yaklaşımlarını içermektedir. Ufuk Kitap'lar daha ziyade Fethullah Gülen hakkında veya Gülen'in tezleriyle ilgili yazılan kitapları yayınlayan bir yayınevi.

Kitap, 19 ayrı makaleden oluştuğu için bütünlük içinde bir değerlendirmeyi güçleştirmektedir. Buna rağmen makalelerde öne çıkan ortak yönlerde yok değil. Kitap da yer alan makaleler "Tüm dinler taraftarlarının Tanrıyla doğru ilişkiler kurmasını sağlayabilmekte midir? Farklı din ve inanç mensuplarının birbiriyle ilişkisi nasıl olmalıdır? Farklı din mensupları birbirlerinin dini geleneklerinden istifade edebilir mi?" sorularına cevap arama niyeti ile kaleme alınmıştır.

Birinci makalede, teknolojik yenilikler ve kitle iletişim araçlarının yaygınlık ve çeşitliliği sonucu dünyanın "küresel bir köy " haline geldiği ve bu sayede artık monolog çağının geçilip diyalog çağına geçiş yapıldığı için, farklı inanç, kültür ve dini gruplar arasında diyalogun kaçınılmazlığı vurgulanmaktadır. Monolog çağından diyalog çağına geçiş için dinlerin ve ideolojilerin tüm güçlerinin seferber etmeleri zorunluluğuna vurgu yapan yazar, dini "Hayatın nihai anlamını izah ve buna göre nasıl yaşanacağı ya da bu izahın aşkınlık, ideoloji ve bir inanç fikri üzerine dayanmama olarak anlıyorum" (s.24) şeklindeki tanımlamasını biz Müslümanlar olarak asla kabul edemeyeceğimiz aşikardır. (De ki: " Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." En'am, 6/162)

Yazar, diyaloga yeni bir düşünme, görme ve dünyaya anlam verme, kafa yorma biçimi (s.24), epistemolojide bir paradigma değişimi (s.27), hayatın ve var oluşun birinci ilkesinin arayış (s.24–30) olarak tanımamanın yanında, ufak yollu bir Batı ve Batı algısındaki Müslüman imajını eleştirdikten sonra ağzındaki baklayı çıkarıyor: "İslam'ın Batı 'Aydınlanma'sını yani modernliği henüz tatmadığıdır" (s.36).

Ayrıca tüm dinlere kendi hakikat algılarını terk etmelerini, değişmek ve gelişmenin temel prensip olduğu bir diyalog çağrısında bulunuyor. Açıktır ki yazar yeni bir insan ve toplum tanımı ve inşası için mevcut Batı paradigmasının esas alınmasını istiyor (s.38).

İkinci makalede, diyalogun daha iyi anlaşılabilmesi için diyalogun ne olmadığı vurgulanmaktadır. Mesela şunlar diyalog değildir: Pazarlık, tartışma, münakaşa, paralel monolog, pratik/tatbiki işbirliği, ötekiyi kendi dinine çevirme, karşılıklı uzlaştırma, birleştirme, fikirlerin irade dışı değişimi, karşılıklı antagonistik meydan okuma ve vb (s.39). Bu, aslında kimsenin verili bir hakikate sahip olmadığının aksini savunanlarla diyalogun gerçekleşmeyeceğini beyanı olarak da yorumlanabilir. Her diyalogun bir hedefe ihtiyaç duyduğunu amaçsız bir diyalogun olmasının güç olduğu ve önemli olanın kayda değer bir hedefe sahip diyaloglar oluşturma gerektiğidir (s.43). Yazar diyalogu nihayetinde tüm insanlığa daha iyi bir gelecek hazırlamak için tüm dini grupların kendini adadığı ve bu süreçte gerektiğinde öz eleştirisini yaptığı bir karşılaşma olarak tanımlamaktadır (s.48). 

Üçüncü makalede, öne çıkan husus ise; son gelen vahyin öncekileri kendine tabi olmaya çağırması ve öncekinin ilga edilişi faraziye olarak adlandırmasıdır (s.51). Bunu diyalogun şartı olarak öne sürmekte ve bu iddianın yerli yerinde durduğu müddetçe diyalogun gerçekleşmeyeceğini ifade etmektedir.  Görüldüğü gibi bu iddia aslında İslama dönüktür. Buna rağmen Hıristiyanlar ve Yahudiler arası diyalog için Müslümanların da bu sürece dahil edilmesi gerektiğini aksi takdirde faydalı bir diyalogun gerçekleşmeyeceğini iddia etmektedir (s.53).

Dördüncü makale, Tanrı'nın vahiy gönderdiğine iman, dinlerin birbirlerine kendi vahyinin ve peygamberinin kabulünü şart koşmamaları ve dinler arasında senkrektik ya da uyuşmayan fikirlerin uzlaştırılmaması ekseninde bir diyalog çerçevesi çizmektedir. Ve bu diyalogun hedefi olarak modern dünyanın meydan okumaları karşında Allah'a iman mevzuunda ortak hareket edilmesi gerektiği ifade edilmektedir (s.60).

Beşinci makalede, diyalogun çerçevesi (Müslüman–Hıristiyan diyalogu çerçevesi) Hıristiyan ve İslami inanç ve kanaatler insanoğlunun iyiliğini, şerefi, sosyal adalet ve sivil barış konusunda ortak bir arayış içinde beşer zayıflığı ve noksan sosyal ve ekonomik düzenlerle eleştirel bir çarpışmanın temelini teşkil edebileceği şeklinde çizilmektedir (s.71).  Yine diyalog için kitle iletişim araçlarından azami derecede istifade edilmesinin ön yargıları aşmakta önemli bir işlev göreceği öne çıkarılmaktadır.

Altıncı makale, Müslümanların dünyanın birçok ülkesinde hatırı sayılır bir oranda nüfusa ulaşması ve aynı zamanda doğu dinlerinin artan bir şekilde insanlığın ilgisine mazhar olması diyalogu zorunlu kıldığı fikri çerçevesinde meseleyi ele almaktadır.

Yedinci makalede, "Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet kılardı: Ancak dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir. Yaptıklarınızdan muhakkak sorumlu tutulacaksınız" (Nahl, 16/93) ve benzeri temaya sahip (5/48, 11/118, 42/8) ayetlerini Kuran'ın dini çoğulcuğa onay verdiği şeklinde yorumlamaktadır (s.98).

Yazarın dini çoğulculuğa izin şeklinde anladığı ayetler siyak-sibak çerçevesinde ele alındığında aslında vurgulananın hidayete tabi olup olmamak, indirilen vahye uyup uymamak konusunda gösterilen kör ve inatçı tutumların yeni olmadığı, önceki peygamberlerden örnekler verilerek müfsid ve zalimlerin bağyleri öne çıkarılmakta ve eleştirilmekte bu yolla Hz. Peygamber'e ve beraberindekilere üzerinde yürüdükleri yolda kınayıcıların kınamasından korkmadan sebat etmeleri gerektiği vurgulanmaktadır. Yani bir bakıma kendi hakikatlerinden vazgeçmeme çağrısıdır asıl vurgulanmak istenen.

Yazar diyalog için 2/148 ve 5/48 ayetlerinde dile getirilen "Festebigu'l-hayrat" emrini diyalog için referans almakta ve herhangi bir dini topluluğun diğerinin önüne geçemeyeceği fikrini öne çıkarmaktadır s(95). Yazar "Festebigu'l–hayrat" ifadesine Kur'an'dan hareketle bir çerçeve çizmemekte sadece, eski ve yeni müfessirlerin bu ifadeye yükledikleri anlamlar eşliğinde yorumlar yapmakta. Dini çoğulculuğa yer veren bir anlayış içinde yapılan yorumları olumlarken aksi yönde fikir beyan edenlerin yorumlarını İslami bulmamaktadır (s.105). Fakat yazar İslamilik iddiasını kendisini destekleyen müfessirlerin yorumlarına dayandırmak yerine Bakara 177. inci ayetinde ifade edilen "Birr" (Takva, hayr, itaat, iyilik) kavramı çerçevesinde ele alsaydı "Festebigu'l-hayrat" ifadesine Kur'an'i bir çerçeve kazandırmakla kalmayacak, İslamilik iddiası anlam kazanacaktı.

Sekizinci makale, Eski ve Yeni Ahit'in dinler arası diyalog meselesine herhangi bir katkısı olabilir mi? Bir yol göstericiliği mümkün mü? sorularına cevap bulmak için kaleme alınmıştır (s.109). Buna örnek olarak Hz. İsa'nın Kenanlı bir kadınla karşılaşması hikâyesini ele almakta ve Hz. İsa'nın kendini geliştirmesi şeklinde neticelendiğini ifade etmektedir (s.117). Eski ve Yeni Ahit'ten yapmış olduğu bazı alıntılarla değişimin karşılıklı bir süreç olduğunu vurgulamakta (s.124). Böylece başta cevabını aradığı soruya da olumlu cevap vermektedir.

Dokuzuncu makalede, Hinduizmin dinler arası diyalog meselesine katkısını ele almaktadır. Hindu öğretilerinden hareketle Hinduizmin diğer dinlere bakış açısını inceler ve dini çoğulculuğa elverişli olduğu sonucuna varır (s.136). Yazara göre, Hinduizm yeni meydan okumalara ve değişen şartlara uyarlanabilen esneklikte ve doygun kaynaklara sahip kadim bir inanç sistemi olmasından dolayı diğer dinlerle beraber dünyanın daha adil ve mutlu olarak barış içinde yaşanacak bir yer olmasına katkı sağlayacak özelliklere sahiptir (s.142).

Onuncu makalede, Budizm'in dinler arası diyaloga katkısı incelenmekte Buda'nın sınıflama sisteminin temelini daima göreliliğin oluşturduğu (s.153) ve yine Budizm'in yaratılış ve eskatoloji ile ilgili inançlarının İslam, Hıristiyan ve Yahudilikle tamamen olmasa da bazı benzerlikleri dolayısıyla dinler arası diyaloga elverişli olduğu sonucuna varıyor (s.156).

On birinci makalede, evanjeliklerin dinler arası diyaloga yaklaşımı konu edinmektedir. Beş çeşit diyalog tipinden bahseden yazar evanjeliklerin diyalogdan kaçmaması gerektiğini belirterek evanjelik anlayışı ortadan kaldırmayacak, evanjelik anlayışı yorumlayacak bir diyalog çeşidinin anlamlı olacağını vurgulamaktadır (s.163).

On ikinci makalede, feminizmin inançlar ve dinler arası diyaloga yaklaşımını konu edinmektedir. Dinler arası diyalogun birçok alanda dinamizm oluşturduğunu, tarihi süreç içinde insanların birbirlerine yaptığı adaletsizlikleri ve yaralamaları görmemize yardımcı olduğunu tarih boyunca tüm dini gelenekler tarafından bu süreçte marjinalleştirilmede ve baskı altına alınmada kadınlar ilk sırayı aldığı iddia ediliyor (s.168). Doğrusu bu yargı üzerinde yeterince düşünülmemiş boyutu ve Batı'nın tarihi tecrübesini tüm insanlığa şamil kılması dolayısıyla farklı bir egosantrizm vurgusu şeklinde de okunabilir. Yazar, diyalog görüşmelerinde çoğu kere kadınlara yer vermesine tahammül gösterilmediğini, aslında bu diyalog sürecine kadınların nasıl baktığını, onların dünyasında nasıl bir karşılık oluşturduğunu gündeme gelmeyişi ve bu faaliyetleri çoğunlukta ve aktif olarak erkeklerin yürütmesi dolayısıyla kadınların, dinler arası diyalogda iki kat "öteki" konumuna düştüklerini iddia ediyor (s.173). Dinler arası diyalogun ve feminizmin karşılıklı olarak aslında bir meydan okumayı içerdiğini değinen yazar, kadınların dinler arası diyalog sürecine aktif olarak katılmaları gerektiğini aksi takdirde bunun kadını dışlayıcı ve marjinalleştirici bir unsurdan öteye geçemeyeceğini ama kadınların aktif olarak katılacağı bir diyalog sürecinin daha saygılı, adil ve kapsayıcı zengin bir dünyanın oluşmasına katkı sağlayacağını belirtiyor (s.186).

On üçüncü makale, bir öncekinde olduğu gibi feminizmin dinler arası diyaloga yaklaşımı irdelenmektedir. Feminizmin dinler arası diyalogda ihmal edilen bir boyut olduğunu öne çıkarmakta, feminizm ve dinler arası diyalogun mutlakıyetçi teolojilere meydan okudukları iddiasına yer vermektedir. Ayrıca feminist teolojinin barındırdığı görelilik, başkalık, bağlamsallık, kendini tanıma özgürlüğü gibi kaynakları dolayısıyla dinler arası diyaloga katkı sağlayacağını iddia ediyor (s.198).

Feminist teolojide yer alan bu kaynakların birçok düşünce sistemi içerisinde farklı işlevler gördüğü düşünülürse, dinler arası diyalogda da bunların öne çıkarılması, bir çeşit tarihselci ve hermenötik okumaya kapı aralamak gibi bir işlev göreceği de söylenebilir.

On dördüncü makale de, "sadece bir yol yoktur, kurtuluş ya da özgürlük için yolların çoğulluğu vardır" (s.211) düşüncesi dinler arası diyalogun temelini oluşturmaktadır. Yine yazara göre, "ilahiyat gerçekten çok dinliliği kucaklamak istiyorsa, ilahiyatçılar genellikle çok dinli, çok kültürlü, çok etnikli toplum konusuyla ilişkili olan çoğulculuk düşüncesine kendilerini alıştırmak zorundadırlar (s.213). Bu yaklaşımın önceki makalelerin birçoğunda tekrarlana gelen herkesin kendi hakikat anlayışından vazgeçmesi çağrısının farklı bir ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

On beşinci makale, dini çoğulculuğun Hıristiyan misyonerlere büyük bir meydan okuma olduğu vurgusunu öne çıkarmakta, "misyonun yerini diyalog ve inançlar arası iş birliği mi almalıdır?" sorusuna cevap aramaya çalışmaktadır. Diğer din mensuplarına karşı geliştirilen tutumların (dışlayıcı, kapsayıcı, çoğulcu) misyonla ilişkisi irdelenmekte, bu tutumların her birinin çeşitli handikaplarına değinilmekte, çözümün, aşırı dışlayıcılık ile çoğulculuk arasında bir yerde bulunduğu fikri öne çıkarılmaktadır (s.229)

On altıncı makale, diyalog ile misyon arasındaki ilişkiyi ele almaktadır. Yazar, diyalogun "yeni bir misyon yöntemi" olduğunu öne çıkarmakta ve diyalogun gerekli olduğunu ama bu temel hedefin gözden kaçırılmaması gerektiğini belirtiyor (s.239). Çünkü Dünya Kiliseler Birliği yetkilerine göre, dinler arası diyalog misyonerliğin bir parçasıdır ve tüm Hıristiyanlar tarafından Tanrı'nın misyonu olarak görülerek ifa edilmeye çalışılmalıdır (s.241). "Dinler arası diyalog kilisenin Evanjelik misyonunun bir parçasıdır. Mesih'i ilan etmekle dinler arası diyalogla meşgul olmakla arasında herhangi bir tezat ve çatışma yoktur" (s.249).

Katolik kilisesi yetkileri diyalog ve misyon ilişkisine ait şu noktaları öne çıkarmaktadırlar:

1-    Diyalogda tıpkı Hıristiyan mesajının Hıristiyan olmayanlara sunulması gibi, kilisenin Evanjelik misyonunu ifa etmesinin bir yoludur.

2-    Diyalog vasıtasıyla kilisenin misyonunun yerine getirilebilmesi için bazı hazırlıkların yapılması gerekir.

3-    Diyalog hiçbir şekilde Hıristiyan mesajını diğerlerine sunmanın yerini alamaz. Diyalog, Hıristiyan mesajının Hıristiyan olmayanlara daha etkili ve verimli bir şekilde sunma aracı olarak görülmektedir (s.253)

Netice itibariyle yazar Katolik kilisesinin bu yaklaşımına rağmen (Nahl, 16/125) ve (A'li İmran, 3/159) ayetlerinin yol göstericiliğinde, tahrip edilen Müslüman ve İslam imajının düzeltilmesine her zamankinden çok ihtiyaç duyulan bir zamanda bulunmamız belirtiyor, dolayısıyla diyalogdan kaçmanın mümkün olamayacağı sonucuna varıyor (s.259).

On yedinci makalede, bir önceki gibi diyalog misyon ilişkisini incelemektedir: "İkisi de tabii olarak birbirlerini emreder. Diğerini izlemeksizin birini de izleyemezsiniz. 'Onlar demir paranın iki yüzü gibidir' denebilir. Misyon sadece diyalogu gerektirmez. Misyon, diyalogdur."

Diyalog, misyon için gereklidir ve bu misyon Tanrı'nın krallığının ikamesidir. Ve bu Tanrı krallığı, "yeni bir dünya düzeni" olarak adlandırılabilecek insanların birlikte yaşayabileceği yeni bir yoldur.(s.264)

On sekizinci makale, 11 Eylül sonrası dinler arası diyalogu incelemektedir. Şiddet eylemlerinden dolayı Müslümanların seslerini yeterince duyuramadığını ve bu yüzden seslerini duyurmak için Amerikan toplumuna entegre olma ihtiyacı hissetmelerine yol açtığını vurgulamaktadır ve bunun sessiz bir devrim olduğunu ifade etmektedir. Diyalog sürecinin "Öteki" algısının değiştirilmesinde ve bir kalp yakınlaşması neticesince daha insancıl ve adil bir dünya kurmak için birbirlerine olan ihtiyacın anlaşılmasına katkı sağladığını iddia etmektedir (s.291). Müslümanların öncelikle 2001 Eylül olayları sonrasında, kendilerini özeleştiriye tabi tutmaları ve dinleri ile ilgili bazı görüş ve düşüncelerini yeniden gözden geçirmeleri gerektiği teklifini öncelemektedir (s.300).

11 Eylül 2001 olaylarının doğrudan Müslümanların ve onların İslam'ı yorumlama biçimlerinin bir ürünü olduğu peşin fikri, klasik oryantalist yaklaşımın hala canlılığını koruduğunu gösteriyor. Elbette bu Müslümanların değişim ve öz eleştiriden uzak durmalarını gerektirmiyor ancak değişimin niteliği ve ona yön veren temel faktörleri de devre dışı bırakarak sadece kendi değerlerini sorgulamayı da gerektirmez. Bununla birlikte, Müslümanların herhangi bir eylemi ortaya koyarken düşünmeleri gereken birçok boyut mevcuttur. Öncelikle İslam'ın gerçekleştirecek eyleme cevaz verip vermediği kati nasslar eşliğinde irdelenmesi ve din, can, mal, akıl ve nesil emniyeti gibi teminat altına alınmış değerler açısından meşruluğu olmak zorundadır. Aynı zamanda gerçekleştirilecek bir eylemin Müslümanların ve İslam'ın imajına ve hareket alanlarına bugünkü ve gelecek nesiller açısından ne tür bir katkı sağlayacağının da göz önünde bulundurulması zarureti vardır.

Kitabın son makalesi, Diyalog'tan sonraki adımları konu edinmektedir. Dinlerin insanlık tarihi boyunca iyi ve güzel işlerinin olduğunu, birçok medeniyetin oluşmasına katkı sağladıkları kadar, tek düze bir yorumlamanın dinin aynı zamanda insanlığı bölücü, adaletsizlikleri meşrulaştırıcı, savaşları tetikleyici gibi rolleri de göz önünde bulundurularak dinlerin yarardan çok, zararı olduğu fikri daha çok öne çıkarılmaktadır (s.306).

Yazar, herkesi kendi dininde kalmaya davet eder; çünkü herkesin dininin kurtarıcı olduğunu peşinen kabul eder. Aslında söylemek istediği "Her bir dini gelenek kendini diğerlerinden eşsiz derecede üstün görmeye devam ettiği sürece dünya dinleri arasında gerçek bir barış ortamı tesis etmenin mümkün olamayacağıdır" (s.320). Bir bakıma dinlerin dünyadaki huzursuzluk ve adaletsizliklerin kaynağı olduğu inancı gizlidir.

Yazar, kitaba girişte değişik inanç, ideoloji ve din farklılıklarına sahip yazarlar tarafından ele alınan diyalog meselesinin bir bütünlük içerisinde değerlendirilmesinin zorluğuna değinmiş; ancak dile getirilen görüşler arasında ortak paydaların da olduğunu ifade etmiş. Bu ortak paydaları şu şekilde sıralamak mümkündür:

1-    Dinler arasında bir senkretizm olamayacağı ve bu tür eğilimlerin reddi

2-    Verili bir hakikatin olamayacağı

3-    Daha iyi ve adil bir dünya ve toplum için her dinde ortak paydaların mevcut olduğu inancı

4-    Sosyal adalet, özgürlük ve barış için ortak mücadele diyalogun mahiyeti olmalıdır

Gerek bu kitapda yer alan diyaloga ilişkin görüşler ve gerekse farklı zemin ve zamanlarda dile getirilen diyalog meselesine ilişkin görüşlerin değerlendirilmesinde şu üç hususun önemli olduğu kanaatindeyim:

  1. Değişik inanç, ideoloji ve dinlerin referans metinlerinin diyalog meselesine ilişkin yaklaşımı; buna izin verip vermediği ve nasıl yaklaştığı önemli bir husustur. (Bkz: "Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever" 60/8 )
  2. Diyalogun mahiyetinin ne olacağı; diyalogun çerçevesi, ilkeleri ve nasıllığı sorularının cevabıdır. ("De ki: Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah' bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı Rabler edinmeyelim. Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahit olun, biz gerçekten Müslümanlarız." 3/64 ve Bkz,3 /19, 85, 100)
  3. Diyalogun hedefinin ne olduğu hususu; karşılıklı ön yargıların ortadan kaldırılması, olumsuz imajların düzeltilmesi, adaletin tesisi, iyiliğin emri ve kötülüğün men edilmesi vb. ("Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler. İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır." 2 /177 ve Bkz, 2 /143, 3 /104, 110, 22/72)

Kitap bu üç husus göz önünde bulundurularak okunursa, hangi diyalogun verimli hangi diyalogun manipülatif olduğu konusunda farklı perspektifler kazandırabilecektir.

 

KENAN LEVENT

Haksöz-Haber



__________________
O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yukarı dön Göster asım's Profil Diğer Mesajlarını Ara: asım
 

Eğer Bu Konuya Cevap Yazmak İstiyorsanız İlk Önce giriş
Eğer Kayıtlı Bir Kullanıcı Değilseniz İlk Önce Kayıt Olmalısınız

  Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazıcı Sürümü Yazıcı Sürümü

Forum Atla
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme
Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme
Sizin yetkiniz yok forumda konu silme
Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme
Sizin yetkiniz yok forumda anket açma
Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma

Powered by Web Wiz Forums version 7.92
Copyright ©2001-2004 Web Wiz Guide
hanif islam

Real-Time Stats and Visitor Reports Sitemizin Gunluk, Haftalik, aylik Ziyaretci  Detaylari Real-Time Stats and Visitor Reports

     Sayfam.de  

blog stats