HANiFDOSTLAR.NET

 

Kuran Müslümanı
 

(Şahıs odaklı din anlayışından Allah odaklı din anlayışına...)

Ana Sayfa Hanif Mumin  Iste Kuran Kurandaki Din  Kur'an Yolu  Meal Dinle Sohbet Odasi Hanifler E- Kitaplik Kütüb-i Sitte ?  ingilizce Site Kuran islami Aliaksoy Org  Hasanakcay Net Tebyin-ül Kur'an Önerdiğimiz Siteler Bize Ulasin

 

- Konulara Göre Fihrist

- Saçma Hadisler

- Hadislerin-Sünnetin İncelemesi

- Haniflikle İlgili Sorular Cevaplar

- Misakın Elçisi Kim?

- Kuranda Namaz/Salat

- Onaylayan Nebi

- Kuranda Namaz/Salat

- Enbiya 104

- Kuranda Yeminler

- Adem Hakkında Sorular

- Ganimetleri Resulün Eline Nasıl Vereceğiz?

- Allahın ındinde YIL ve DOLUNAYLAR

- Abese ve Tevella

- Hadisçilerce Tahrif Edilen Ayetler

- Mübarek Yer, Mübarek Vakit

- Arkadaş Peygamber

- Kuranın İndirilişinden Günümüze Gelişi

- Bir Türban Sorusu

- Kuran ve Bize Öğretilenlerin Farkı

- Namazın Kılınışı

- Hadislere Göre Namaz

- Kuranda Salat Namaz mıdır?

- Kuran Yetmez Diyen Uydurukçular

- Bizler Hanif Dostlarız

- Sahih Hadis mi İstersiniz?

- Hakkı Yılmaz'ın Tebyin Çalışması

- Kur'anı Anlamada Metodoloji

- Tarikatçıların Çarpıttığı Birkaç Ayet

- Nasıl Kur'an Okuyalım?

- Kur'anı Kerim Nedir?

- Kur'anda Oruç

- Allah'sız Bir Din ve Allah'sız Bir Kur'an İnancı

- Kuransız Bir İslam Anlayışı ve Müşrikleşme

- Meal Çalışmasına Davet

- Allah Şahit Olarak Kafi Değil mi?

- Doğru Hadisleri Ne Yapacağız?

- Kur'andaki Muhammed ve Peygamberlerin Misyonu

- Mahrem, Avret, Ziynet

- Nur Suresi Çeviri-Yorum

- Cilbab

- Resule İtaat Ne Demektir?

- Hadis Kalburcuları ve Kalburları

- Kur'anı Kerim'in İndiriliş Gayesi

- Kur'anda Amellere Karşı Cahili Yaklaşım

- İslamdışı İnanışlara Kur'andan Örnekler

- Biri Şu Haram Üretim Tesislerini Kapatsın

- Tasavvufta İslam Var mı?

- İslamda Delil Sorunu

- Kurban Kesmek

- İlahi Hitabın Serüveni

- Ecel Nedir?

- Şirk, İşrak, Müşrik, Müşareke, Müşterik

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Peygamberlere Karşı Rabbani Yaklaşımlar

- Salat-ı Tefriciye yada Zikri Çarpıtmaya Bir Örnek

- Mucize Nedir?

- Ayrılıkların Nedenleri

- Sıfır Hata veya Kur'an

- Haniflik Nedir?

- Rabıta İle Şeyhlere Tapanlar

- Hadis Zindanının Mezhepçi Mahkumları

- İslam Dininin Öğrenilmesinde Kaynak Sorunu

- Fasık ve Münafıkların Genel Tanımlaması

- Hadisler, Hıristiyanlık ve Selman Rüştü

- Kur'anı kerim'in İndiriliş Gayesi

- Müstekbirlere Karşı Cahili Yaklaşım

- Halis-Hanif İslam

- Kur'anda Şefaat

- Fuhuş Tellalı Tefsirciler

- Hayızlıyken Neden Namaz Kılınmasın?

- Cebrail, Vahiy, Melek

- Dindarlıkta Müşrikleşme Temayülü

- Büyü Yapan ve Yaptıranlar

- Yaratılış, Adem, Havva

- Kur'an Yerel mi, Evrensel mi?

- Reform Dinde mi, Dindarlıkta mı?

- Ne Mutlu Tağutu Olmayanlara

- Peygambere Saygı(?)

- Hadislere Kanıt Diye Gösterilen Ayetler

- Allah Nazara Karışmadı mı?

- Kur'anı Kerimle Amel Etmek Mümkün mü?

- Kur'anda İnkar Edenlerin Vasıfları

- Müminlerin Vasıfları

- Allah'ın Vasıfları

- Kur'anın Vasıfları

- Dine Karşı Cahili Yaklaşımlar

- Kur'an Merkezli Din

- İrin Küpü Patladı; Mevlana

- Hurafe ve Bidatlar

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Hz. İsa'nın Ölümü

- Allah'ın Mesajının Adı: Kelamullah

- Allah'ın Resule Uyarıları

- Kur'ana Göre Tenkit ve Eleştiri Nasıl Olmalı?

- Kur'anda Sevgi

- Sofuların Devlet Desteğiyle Desteklenmesi

- Hans Von Aiberg Aldatmacası

- Kabir Azabı Safsatası

- Kur'an Kıssalarının Önemi; Masal Değiller

- Kur'anda Toplumsal Sünnetler

- Tefsirde İsrailiyyat

- Kardeş Evliliği Olmadan Çoğalma

- Hans Von Aiberg Tutuklandı

- Kur'anda Tevbe Kavramı

- Yaşar Nuri Öztürk'ün Yorumuyla Namaz

- Karadelikler; Bir Büyük Yemin

- Mezhepçilerin Ümmi Açmazı

- Kabe Nedir? Mekkede midir, Kudüste mi?

- Kur'anda Ruh Kavramı

- Kur'anda Nefs Kavramı

- Amin Kavramı ve Putperestlik

- Diyanet İşleri Başkanlığının Sitemize Cevabına Cevaplar

- Resul ve Nebi -1

- Resul ve Nebi -2

- Sapık Bir Fırka: Hansçılar

- Cihad mı, Çapulculuk mu?

- Kur'an Deyip Namazı Yok Sayanlar

- Cennete Sadece Müslümanlar mı Girecek?

- Kur'anda El Kesme Cezası var mı?

- Nazar veya Göz Değmesi Var mı?

- Şehadet Getir, Münafık(?) Ol

- Kur'anda Eleştiri Metodu

- Hacc Mekkede mi, Bekkede mi?

- İslami Tebliğde Kur'an Metodu

- Saptırılan Kavram: Mekruh

- Kur'anda Cuma Namazı var mı?

- Of Be Kader, Allah mı Suçlu Yoksa Biz mi?

- Kader Açısından Cebir ve İhtiyar

- Baban Peygamber Olsa Ne Yazar

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Vahdet-i Vücud, Şirkin Alası

- Tasavvufi Bilginin Kaynağı Vahiy mi?

- İslam'da Resullük Son Bulmuştur

- Teveffi Kelimesi ve Arap Dili

- Tasavvuf Üzerine Düşünceler

- Nefis Mertebelerinin İç Yüzü

- Allah Rızası Anonim Şirketi; Tarikatlar

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -1

- Tasavvuf ve Eşcinsellik -2

- Nakşi Şeyhi Allah'ın Avukatı mı?

- Kur'anda "ve+la" Öbeği

- Putlar ve Tapanlar

- Son Peygamberimizin Okuma Yazması

- Mesih ve çarpıtılan Bir Ayet

- Hac İzlenimleri

- "Üzerinde 19 var" da Son Nokta

- Secde Emri

- Kur'andaki Hac

- Aracıların Gaybı Bildiği İnancı

- Tarikatçı - Müşrik Karşılaştırması

- Gazali'nin Kadına Bakışı

- Kur'anda Kadına Verilen Önem

- Başörtüsü Allah'ın Emri Değil

- Başörtüsü Takmak Kur'anda Var mı?

- Kur'anda Kadın Dövmek Var mı?

- Cariye, Köle; Utanmaz Mealciler

- Kadına Yönelik Şiddet

- Sünnet Edilen Kızın Öyküsü

- Erkekçe ve Kadınca Meal Konusu, Nebe 33. Ayet

- Harem - Selamlık Kimin Emri?

- Zina, Evlilik ve Örtünme Adabı

- Cariyeleri Aç, Hür Kadınları Kapat (!)

- Çok Eşliliği Yasaklayan Ayetler

- Kur'ana Göre Evlilik Hukuku

- 2 Kadın = 1 Erkek, Uydurma mı?

- Danimarkalı mı Sapık, Buhari mi?

- Ebu Hanife, Cariyenin Avreti

- Nisa 25, Hür Kadın ve Fahişe İfadesi

- Maymunların Hadisi ve Recm Vahşeti

- Hz. Muhammed'in Tebliği

- Peygamberi Tanrılaştırma

- Angarya Haline Getirilen İbadet

- Buhari'nin Hadislerini Buhari Yazmamıştır

- Hadis ve Sünnet Gerçeği

- Uydurma Hadisler, İslamın Kara Boyası

- Hadisler Dinin kaynağı Olamaz

- Uydurmaların Sınırı Yok; Şeytan Geyiği

- Beşeri Hükümler Neden Kutsal Oluyor?

- Hadis - Kur'an Çelişkisi

- Kur'anda/Dinde Olanlar ve Olmayanlar

- Cehennem'den Çıkış Yok

- Kur'anda Tağut

- Ebu Hureyre Gerçekte Kimdir?

- Hadis - Mantık Çelişkileri

- Kurban ve Kurban Bayramı Nereden Geliyor?

- Hadislere Göre Kur'an Eksiktir

- Bildiri: İslam Anlayışında Reform

- Arapça mı, Arap Saçı mı?

- Koca mı Üstün, Allah mı?

- Esbab-ı Nüzül Komedi Hadisleri

- İşte Geleneğin Dini

- Ulul Emir İle Kim Kastediliyor?

- Kul Hakkı

- Yezidi Bir Gelenek: Aşure Tatlısı

- Hz. İbrahim'den Asrımıza Dersler

- Taklitçiliğin Boyutları

- Seb-ul Mesani Nedir?

- Kelle Sayılarak Gerçek Bulmak

- Kıyamet - Mahşer Günü ve Sonrası

- Kur'anda Namaz Vakitleri

- Kur'anda Cuma Konusu

- Salih Olmak Yetmez

- Hudeybiye Anlaşması Uydurma mı?

- Kitap Yüklü Eşekler

- Kur'andaki Hac

- Hz. Nuh'un Oğlu Kimdi? İftira mı?

- Ruhun Ağırlığına Başka Bakış

- Hz. İbrahim Yalancı Değildi

- İncil'de Kadına Bakış

- Şirkin Büyüğü Küçüğü Olur mu?

- Kur'andaki Abdest ve Hijyen

- Din de Bir Araçtır

- Kur'an Okumanın Zararları

- Kur'anda Dua Ayetleri

- Kur'anda Tarih Kavramı ve Bilinci

- Şekilsel Secde Kur'anda Yok mu?

- Salat ve salatı İkame

- Kur'andaki Emr Kavramı Üzerine

- Dindar İnsanlar Şirk Koşar

- Alak Suresinin İlk Beş Ayeti

- Men Arefe'nin Çözümü

- Kur'andaki Av Yasağı

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Kur'anda İnsan Hukuku

- Din Büyüklerini Tanrılaştırma

- Allah'a ve Muhammed'e Değil

- Kur'andaki Örnek Tevekkül

- Şekilsel Rüku Kur'anda Yok mu?

- Hz. İbrahim Kuşları Kesti mi?

- Ehli Sünnet Dininin Anayasası

- İnsan Allah'ın Halifesi mi?

- Kur'an Üzerinde Düşünmek

- Şirkin Kuyusuna Düşenlere Uyarılar

- Kur'an Ölülere Okunmak İçin mi İndirildi?

- Ayda Okunan Kur'an Masalı

- Hz. İbrahim, Safa ve Merve Masal mı?

- "Haç"er-ul Esved (!)

- Mevlana Sahte Bir Peygamber Değil mi?

- Tasavvufun Tanrısı İki Zıttır

- Kur'andaki Tasavvuf: Teveccüh

- Önce Batıl ve Hurafe İle Savaşalım

- Resuller Haram Kılamaz mı?

- Elçi Muhammed ile İnsan Muhammed'in Farkı

- Tarikatlarda Aracılar Rezaleti

- Nur Suresi 31. Ayet Nasıl Çarpıtılıyor?

- Sırat Kıldan İnce, Kılıçtan Keskin mi?

- Kur'anda Zalimler

- Bütün Mehdileri Çöpe Atıyoruz

- Kur'ana Göre Ramazan Ayı ve Haram Aylar

- Tasavvufçuların İlahı; Varlık ve Yokluk

- Tasavvufçuların Küçük Putları

- Sünnet Etmek yaratılışı Değiştirmedir

- Son Peygamberimizin Mektupları

- Fıtrat ve Namaz Vakitleri

- Mescid-i Aksa Nerede?

- Büyük Kandırmaca: Hadis

- Kur'an Neden Arapça Olarak İndirilmiştir?

- Kimin dini? Kimin Kitabı? Kimin Meali?

- Evliya Kelimesinin geçtiği Ayetler

- Şimdiye Kadar Yaşanan İslam

- Ayın Yarılması Diye Bir Mucize Yoktur

- Kabe Dikili Taş Değil mi?


Up | Down | Top | Bottom
 
Şu da emredildi: Yüzünü dine bir Hanif olarak çevir. Sakın müşriklerden olma.

Yunus Suresi 105

Ben bir Hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.

Enam Suresi 79

İbrahim ne bir Yahudi idi, ne de bir Hıristiyan. O sadece hanif bir müslümandı. O müşriklerden değildi.

Ali İmran Suresi 67

Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlıbaşına bir ümmetti; bir Hanif olarak Allah'ın önünde eğiliyordu. Müşriklerden değildi.

Nahl Suresi 123

De ki Allah doğrusunu söylemiştir / vaadinde sadıktır.Haydi artık Hanif olarak İbrahim'in Milleti'ne uyun! Müşriklerden değildi o.

Ali İmran Suresi 95

Allah'a ortak koşmadan, Hanifler olarak... Allah'a ortak koşan kişi, gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgar onu uzak bir yere fırlatıp atıyor gibidir.

Hacc Suresi 31


Up | Down | Top | Bottom

HABERLER

 

 








 

 

  Hanif Islam

 

Genel Tartışma
 Hanif Dostlar Ana Sayfa -> Genel Tartışma
Konu Konu: 1001 İCAT : Müslümanlığın bilim ve tekno. Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazanlarda
Gönderi << Önceki Konu | Sonraki Konu >>
el_turki
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 15 mayis 2008
Gönderilenler: 425
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı el_turki

Ortaçağın en büyük fizikçi ve hukukçularından Kahireli bilgin. Daha çok optikle ilgili sorulan cevaplandırmakla tanınan Şihabeddin, zamanının tabiat ilimlerini çok iyi bilirdi. Müslümanlara ve ilme hayran, bu halinden dolayı kilisenin iki defa afarozuna uğrayan Frank Kralı Fredrik, Avrupa'da hitap edebilecek ilim adamı bulamaz. İslâm ülkelerindeki alimlere devamlı sorular yöneltirdi. İşte Şihabeddin Karafi bu tip sorulara ikna edici cevaplar vermekle ün salmıştır.



Karafi bu husustaki kanaatlerini şu şekilde dile getirir:



"Sicilya'daki Frankların Kralı Fredrik, Sultan Kâmil'in devrinde, Müslümanları denemek için yetmiş güç soru sormuştu. Frank kralı, son derece bilgili ve akıllı bir şahıstı. Ona verilen cevaplardan birkaçını duydum. Fakat hepsini bilmiyorum. O sırada bu sualleri cevaplandırabilecek ve verilecek cevapları kontrol edebilecek sayısız zeki ve bilgili alimler vardı.



Bizzat görgüye dayanarak öğrendiğim elli soruyu bu kitapta topladım."

Karafi'nin cevaplandırdığı 50 meseleden optikle ilgili üç soruyu bizzat Fredrik hazırladı:

Optikle ilgili üç soru şunlardı:



Soru 11: Kürek, mızrak ve bunlara benzer dik cisimlerin bir parçası suya salınca, neden suyun üst yüzüne doğru kıvrılmış görünürler?



Soru 25: Güneydeki kurak çöllerde güneşe yükselen herhangi bir rutubet bulunmadığı halde, Süheyl yıldızı doğarken en yüksek noktadaki durumuna göre neden daha büyük görünür?



Soru 30: Görüntünün dimağa yükseldiği sırada, gözün dışında hiçbir şey bulunmadığı, göz tamamen sağlam olduğu halde niçin sanki gözün dışındaki sinek veya sivrisinekler uçuyormuş gibi göz perdesinde siyah iplikler uçuşmaya başlar? Gözbebeğine yakın iken görünebilen bir cisim, gözbebeğine bitişince görünmemektedir?



Modern ilmin meseleleri arasında yer alan bu tip sorulara Karafi, ilmi açıdan cevaplar veriyor ve Fredrik'in dikkatini çekiyordu. Karafi ve ona benzer ilim adamları İslâm dünyasında ilmin ne derece ilerlediğinin en açık örnekleri arasında yer almaktadır.

Dokuzuncu yüzyılda yetişen ve ilk uçağı yapıp uçmayı başaran Müslüman astronomi alimi. İsmi, Abban bin Firnas olup, künyesi Ebü'l-Abbas'tır. Doğum tarihi bilinmemektedir. Kurtuba'da doğmuştur. Ailesi, Berabir ka-bilesindendir. 887 senesinde, doğduğu Kurtuba'da vefat etti.



Uçak, tarih boyunca insanoğlunun en büyük arzularından biri olmuştur, Gerek kanat takarak, gerek Anka kuşunun kanadına binerek uçma hayalini insanoğlu birçok efsane ve masalla dile getirmiştir. Bu tutkuya gönül vermek öylesine saygıdeğerdir ki, İka-ros'un adı Güneş'e en yakın asteroite verilmişti. İkaros, bilindiği gibi Yunan mitolojisinin efsanevi kahramanıdır ve balmumuyla yapıştırdığı kuş tüylerinden kendisine kanat yapıp uçmayı denemiş, balmumunun erimesi üzerine denize düşerek boğulmuştu. Bir araç veya bir aletle uçma konusunu Batılı kaynaklardan araştıranların karşısına şu isimler çıkmaktadır.

1867 yılında başlattıkları çalışmalarla isimlerini bilim tarihine yazdıran Alman Otto ve Gustav Lilienthal kardeşler. 1896 yılında Lilienthal kardeşlerin çalışmalarını geliştiren ABD yurttaşı Fransız mühendis Octave Channute. 1902 yılında, en başarılı motorsuz uçma aletini (planör) gerçekleştiren, bu alete taktıkları motorla ilk uçuşta 12 saniye havada kalabilen ve bu başarıları ile ilim tarihine, ilk motorlu uçağı yapan kişiler olarak geçen Orville ve Wiybur Wright kardeşler.



Oysa Prof. Dr. Philip, "Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi" adlı eserinin 3-cildinin 951. sayfasında İbn-i Firnas isimli bir Müslüman bilim adamının, Wright kardeşlerden 1000 sene önce Miladi 880 tarihinde o zamana kadar kimsenin görmediği bir alet yaptığını belirtti ve "İbn-i Firnas, insanoğlunun uçması konusunda ilk başarılı ilmi girimi yapan kimse olarak bilinmektedir" diye onun hakkında övgü dolu ifadeler kullanır.

İspanya Müslümanlarının ilimle haşır-neşir olduğu yıllardı. Tarih miladın 880'ini gösteriyordu. Endülüs ilim adamları arasından İbn-i Firnas isimli birisi çıktı. O zamana kadar görülmedik bir alet yaptı.

Bu yüzeyli bir cihazdı. Üzerine kumaş geçirdi. Kuş tüyleri taktı. Herkes merakla onu seyrediyordu. Çok geçmeden İbn-i Firnas cihazı çalıştırmayı, peşinden de havalandırmayı başardı. Uzun müddet havada kaldı, süzülme uçuşları yaptı.



Daha sonra bir kuş gibi yerine indi. Yalnız yere inerken hafifçe yaralanmıştı. Bunun sebebi de uçağın bir kuyruğunun bulunmamasıydı.



Hadise, Makkai Nefhu't-Tıb (2:254)'ta anlatılmaktadır.



Batılı ilim hırsızları genellikle Müslümanlara ait olan pek çok buluşu, kendilerininmiş gibi göstermekte çok mahirler. Ama onların yaptıkları bu ilim hırsızlıkları tek tek ortaya çıkmaktadır.



Alman bilim tarihi araştırmacısı Doktor Sigrid Hunke de, "İbn-i Fir-nas'ın yaptığı bu uçakla İkaros'un rüyasını gerçekleştirdiğini" yazar.



Prof. Osman Turan, "O, dünya tarihinde ilk defa uçmayı gerçekleştiren, uçak yapan Müslümandır" der.



İbn- Firnas'ın yaptığı alet ve bu aletle gerçekleştirdiği uçuş, "Makkari Nefhu't-Tıp"ta özetle şöyle anlatılmaktadır: "İlmi ile çevresinde geniş şöhret yapan İbn-i Firnas, o zamana kadar hiçbir yerde benzeri görülmemiş bir alet yaptı.



Yaptığı bu geniş yüzeyli aletin üzerini gayet mahirane bir şekilde has ipekten kumaşla kaplayıp kumaşı da hiç boş yer bırakmadan kuş tüyleriyle güzelce örttü.



Öyle ki bir tüyün bile yerinden kopma ihtimali kalmadı. Çevresinde bulunan herkes, Endülüslü bu ilim adamının ne yaptığım merak ederek, dikkatle takip ediyordu.



Uzun çalışmalar sonunda yapmış olduğu aracı bitiren İbn-i Firnas, aracını çalıştırmayı ve ona binerek havada uçmayı başardı. Bu aletle uzun süre havada kaldı.



Süzülme uçuşları yaptı. Daha sonra bir kuş gibi süzülerek yere indi." Bütün bunlardan sonra rahatlıkla söyleyebiliriz ki, ilk uçak yapma şerefi de bir Müslümana aittir. Onun bu keşfi, Avrupa'da uçakla uçmayı ilk defa gerçekleştiren Wright Kardeşler'den tam 1023 sene öncedir.



İbn-i Firnas'ın keşfi sadece bundan ibaret değildir. O, güneş ve gezegenleri hareket halinde gösteren bir Plenatarium yaptı. İbn-i Firnas, bu cihazla sadece yıldızları değil, bulutlan, hatta gökte çakan şimşekleri bile inceleyebiliyordu.



İbn-i Firnas'ın dünya ilmine bir armağanı da, taşlardan cam yapma usulünü keşfetmiş olmasıdır. O tamamen kendine has bir metodla taşlardan cam ve kristal yapmayı başarmıştır.



Sülfirik nitrik, nitro hidrolorik asitleri keşfetmiş, aynca birçok kimyevi maddeyi de ortaya çıkarmıştır.



İbn-i Firnas ayrıca, büyük bir musikişinastı. Doğu İslâm musikisinin İspanya'ya girmesi ve halka maledilmesinde en büyük pay onundur.



Özetlemek gerekirse, İbn-i Firnas, tarihte ilk uçağı yapan Müslüman ilim öncüsü olarak karşımıza çıkmaktadır.



İlme yaptığı hizmetlerle ilim tarihinde layık olduğu yüce mevkiye oturmuştur


Onüçüncü yüzyılda yetişmiş ve İslâm aleminde tanınmış en meşhur tıp alimlerinden. İsmi, Ahmed b. Kasım es-Sadi el-Hazreci, künyesi Ebü'l-Ab-bas, lâkabı Muvaffaküddin'dir. Kendisi gibi tabip olan dedesinin lâkabı olan İbn-i Ebi Usaybia adıyla meşhur oldu. Babası ve amcası da devrin ileri gelen tabiplerindendiler. Meşhur eseri Tabakat-ül-Etibba'da kendi hayatı hakkında biraz bilgi bulunmaktadır. Bu bilgiye göre, 1203 senesinde Kahi-re'de doğmuş, 1269 senesinde Şam'da vefat etmiştir.



Büyük bir kabiliyete sahip olan İbn-i Usaybia, Maristan-ı Nuriyye'de tıp ilmini öğrendi. Ruhbi, Külli, İbn-i Baytar ve Dahvar gibi büyük hekimlerden tıp dersleri aldı. Ayrıca İbn-i Baytar ile beraber botanikle ilgili çalışmalan oldu. Daha sonra Kahire'deki Naşiri Hastanesi'nde göz doktorluğu, 1237 senesinde Sarhad'da, Emir İzzedin ile Aydemir'in özel doktorluğunu yaptı.



Zengin bir kütüphanesi bulunan Ümran bin Sadaka'nın kütüphanesinden istifade etti.



Kahire'de Sadid bin Ebi'l Beyan'ın derslerinden faydalandı.



Bir taraftan mesleği ile ilgili çalışmalarına devam ederken, diğer yandan Tabakat-ül-Etibba adlı eserini yazdı. Tıp bilginlerinin biyografilerini veren bu eser, aynı zamanda fizikçi, filozof, astronom ve matematikçilerin de hayatlarını anlattığı için, vazgeçilmez bir kaynak olarak günümüze kadar kul­lanılmıştır.



Daha çok tıp tarihiyle ilgili olan bu eser, sahasında tektir.



İbn-i Ebi Usaybia, eserini 1242 senesinde bitirdiği halde, esere ölümünden bir sene öncesine kadar çeşitli ilavelerde bulunmuştur.



Ne İbn Nedim'in ve ne de İbnü'l-Kıfti'nin eserleri ona yetişebilmişlerdir.



Dört yüz kadar doktorun hayatına yer verilen bu eserde ayrıca, Hint ve Yunan tıbbı ve doktorları hakkında da bilgi verilmiştir.



Eser, İslâm aleminin ilmi ve sosyal durumu hakkında da geniş bilgiler vermektedir.



Bu bakımdan, büyük İslâm tarihçilerinin umumi tarih alanında yazdıkları bilgileri tamamlayıcı durumundadır.



Tabakat'ül Etıbba veya Uyun'ül Enba'nın en faydalı taraflarından biri de, günümüzde kaybolmuş bir kısım eserlerden bazı parçaları içine almasıdır. Meşhur Yunan hekimi Galen, Müslüman doktorlardan Huneyn ve oğlu İs-hak'ın, Cebrail bin Bahtişu gibi doktorların eserlerinden bölümler aktarılmıştır.



Eser, son derece sağlam kaynaklara, vesikalara dayandırılmıştır. Doktorların hayatları hakkında verdiği bilgiler şüphe edilmeyecek derecede doğru ve sağlamdır.



İbni Ebi Useybia, doktorların hayatlarına yer verdiği her bölümün sonuna, faydalandığı kaynaklan yazmayı da ihmal etmemiştir. Doktorların büyük ilmi faaliyetleri, ulaştıkları hayrete şayan bilgiler de doğru bir şekilde anlatılmıştır.



Bugün Avrupa'da İslâm tababeti (doktorluk) hakkında iki eser yazılmıştır.



Bunlardan birisi Almanca olarak Wüstenfeld, diğeri de Fransızca olarak Leclerc tarafından kaleme alınmıştır. Her iki eser de İbni Ebi Useybia'nın Uyun'ül Enba'sına dayandırılmaktadır.



Reiske, Sanginetti, Hamit Vali Efendi gibi birçok bilginler, bu kitabı haşiye (dipnot)lerle tercüme etmeye çalıştılar, fakat birkaç sayfa yapıp bıraktılar. Halbuki umumi Doğu Tarihi yazan doktor ve tarihçilerin böyle bir tercümeye şiddetle ihtiyaçları bulunmaktadır.



Uyun'ül Enba fi Tabakat'il Etıbba, A. Müller tarafından 1882'de Kahire'de ve bir önsöz ile 1884'te de Königs Berg'de iki cilt halinde neşredilmiştir.



Bunlardan başka İbni Ebi Useybia'nın tıbla ilgili fıkra, kendisinin ve hocalarının hastanelerdeki deneylerinin oldukça değerli bir vesikası durumunda olan "Kitab'ül Hikâyat el-Etıbba fi İlacat et-Edva" ve "Kitab'ül İşâbat el-Müneccim" iki eseri bulunmaktadır.



Aynca tecrübelerinden bahseden "Kitab'üt Tecarib ve'l Fevaid" adlı bir eseri daha vardır ki, bunu tamamlayamamıştır.



İbn-i Ebi Usaybia'nın bundan başka tıbba ait eserleri şunlardır: l- Kita-bu Hikâyati'l-Etibba fi İlacati'1-Edva, 2- Kitabu İsabatü'l-Münccim, 3- Ki-tab't-Tecarib ve'1-Fevaid (bu eserini tamamlayamamıştır).

Açıkkalplilik ve samimiyet kardeşliği manasına gelen İhvan-ı Safa, 10. yüzyılda Basra'da ortaya çıkan dini ve ilmi bir gruba verilen isimdir. Günümüze kadar gelebilen 52 risaleden (kitap) meydana gelen ansiklopedik eserleriyle tanınmışlardır.

Matematik, astronomi, coğrafya, musiki, ahlâk ve felsefe alnında kaleme alınan risaleler, o devrin kültürlü insanlarının bilmesi gereken ilimleri en özlü bir şekilde içine almaktadır. Baştaki 51 risale bütünüyle ilimlerin özeti mahiyetindedir.

Birinci kısımdaki 14 risale matematik ve mantık, ikinci kısmın 17 risalesi tabiat ilimleri, üçüncü kısmın 10 risalesi metafizik ve son kısmın 11 risalesi tasavvuftan, yıldızlar ilminden ve sihirden bahsetmektedir.

İhvan-ı Safa risalelerini yazanlar arasında ise şu bilginer bulunmaktadır: Mukaddesi lakabıyla tanınan Ebu Süleyman Muhammed bin Müşir el-Bus-ti, Ebu'l Hasan Ali bin Harun ez Zencani, Muhammed bin Ahmed en Nahracuri, el Avfi, Zeyd bin Rifaa.

İhvan-ı Safa, tabiat ilimleri alanında bir kısım yeni teoriler ortaya atmıştır. Risalelerin mineraloji bölümünde kozmik devrelerle ilgili bilgiler verilirken, bu devreler esnasında tarıma elverişli ülkelerin çöl, çöllük ülkelerin ise verimli arazi olduğu bozkırların deniz­lere, denizlerin de ya bozkırlara yahut dağlık bölgelere dönüştüğü bildirilmektedir.

Şu düşünce de onlara aittir: "Duyular doğrudan doğruya edindiği algılamalarda hata etmez, yalnız vasıta ile edindiği algılamalarda hata eder." Bu düşüncesiyle İhvan-ı Safa, Kant (1724-1804)'a öncülük etmektedir.

İhvan-ı Safa'nın en uzun risalelerinden biri hayvanlara ayrılmıştır. Bu önemli risalesinde İhvan, bütün varlık zinciri içinde hayvanları temelli şekilde ele alır ve onları, her birinin geliştirdiği duyulara, üreme şekillerine ve kendilerine özgü huylarına göre kriterlere ayı­rarak sınıflandırır. Ayrıca hayvanların organlarını gayeci bir anlayışla ele alıp Aristo'nun yaklaşımını Hint-İran kaynaklarındaki yaklaşımla birleştiren bir perspektife göre ayrıntılarıyla tahlil eder. Bundan öte İhvan, bütün risaleler içinde müstesna uzunluktaki bir bölümü "hayvanlarla insan arasındaki tartışma"ya tahsis eder.

Bugünün ekolojik bunalımı açısından bakıldığında, aşın derecede güncel bir özellik taşıyan bu çok güzel kaleme alınmış hikâye, insanın hayvanlar alemine hakim olma ve yok etme hakkıyla ilgili olarak ileri sürdüğü gerçekleri tartışır ve insanın akıl yürütebilme ve icraatlar yapabilme gibi, salt beşeri üstünlüklere dayandırdığı delilleri çürütür.

Hayvanlar yalnızca insanlar arasında, Allah'ın hayvanlar alemini yaratmakla güttüğü derin gayeyi gözeten Rablerine yönelmiş, veliler görmeleri halinde, insanoğluna itaat ve hizmet etmeyi kabul ederler. Bu hikâyenin ahlâki mesajına göre, insan hayvanlara yalnızca hilafetinin, yani Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi olduğunun ve bir başka bakış açısıyla Allah c.c huzurunda bütün yeryüzü yaratıklarını temsil ettiğinin bilincinde olması şartıyla hükümran olabilir. Aksi takdirde öteki yaratıklara hükümran olmak üzere her ne olursa olsun hiçbir geçerli sebebi olmayacak ve gerçekte kendisine verilmemiş bir yetkiyi kullanarak haddi aşmayı çok pahalıya ödeyecektir; oysa insan, Adem'in (a.s)oğludur ve Allah c.c, Kur'an'da da belirtildiği gibi, Adem'(a.s)bütün "isimleri" öğretmiştir

Necmeddin-ül Mısri, Mısırlı bir İslâm astronomi bilginidir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Fakat 13. yüzyılın sonlarına doğru astronomi sahasında çalışmalar yaptığı ve Mısır'ın en büyük muvakkitlerinden (güneşe bakarak namaz vakitlerini belirten kimse) olduğu bilinmektedir. Mecmeddin-ül Mısri, Mısır'da meşhur Ezher Üniversitesi'nde okudu. O zamanlar Ezher'de dini ilimlerin yanında matematik, fizik, kimya gibi müspet ilimler de okutuluyordu. Ezher, Mısır'ın düşmanlar tarafından işgal edilip, fen ilmi araştırmadan alıkonulanana kadar bu hüviyetini muhafaza etti. O zamanlar Ezher Üniversitesi dünyaya ilim yayan bir üniversite idi. İşte Necmeddin-ül Mısri, bu üniversitede okudu ve aynı üniversitede ilmi çalışmalarını sürdürdü.



Onun en müthiş eserlerinden biri, İngiltere Oxford Üniversitesi'nde Arapça Yazmalar Bölü-mü'nde bulunan "Ziyc"idir. (Yıldız Katalogu, Astronomi cetveli) Necmeddin-ül Mısri, çok sağlam bir bir matematik metodu takip etmekle, cetvellerin hesabında olsun, son derece doğru neticelere ulaşmaktadır.



Bu eserde, doğuşundan batışına kadar güneşin gözetlenişi, geceleyin herhangi bir yerdeki yıldızın durumunun rasat edilmesi ve bunlara dayanarak vaktin tayin edilmesi anlatılmaktadır.



Bütün insanların faydalanabileceği şekilde hazırlanmıştır. Dünyanın neresinde olursa olsun, vakitleri tayinde herkes ondan istifade edebilir.



Diğer adıyla Necmeddin-i Kübra'nın yaptığı bu çalışmalar, evrensel nitelikte idi. O, çağdaş, küresel astronominin temellerini attı. Milano'da Embrossina Kütüphanesi'nde bulunan bir risalesinde (küçük kitap) bundan bahsetmektedir.



Onun hazırladığı cetveller üzerinde yapılan çalışmalar bu cetvellerin son derece doğru, sağlam ve kullanılmaya elverişli olduğunu ortaya koymuştur. Zamanın tayini konusunda en ufakcık hatasına bile rastlanmamıştır. Hatta bu neticeler Kahire Üniversitesi'nde elektronik hesap makinelerinde de denenmiş, yanlışlık bulunamamıştır.



Ne yazık ki, bu büyük bilgin, gerek ilim dünyasında ve gerekse İslâm dünyasında gerektiği şekilde tanınabilmiş değildir.

Osmanlılar zamanında yetişen matematik alimi. İsmi, Ali bin Vali bin Hamza olup, İbn-i Hamza adıyla meşhur oldu. On altıncı asırda yaşayan, doğum ve vefat tarihleri belli olmayan İbn-i Hamza Mağribi, aslen Cezayirlidir. Hayatı hakkında çok az bilgi olan İbn-i Hamza, bir müddet İstanbul'da kaldı. Bu zaman zarfında ilim öğrenip icazet (diploma) aldıktan sonra çeşitli medreselerde müderrislik yaptı.

Fevkalade güzel Türkçe öğrenen İbn-i Hamza, İstanbul'dayken Tuhfetü'l-A'dad li-Zevi'r-Rüşdi ve's-Sedad adlı matematik ve cebire dair meşhur eserini o devrin Türkçesiyle hazırladı. 1590 (H.999) tarihinde sağ olduğu bilinmektedir.

İbn-i Hamza, çalışmalarında özellikle sayısal ve geometrik süreklilikler ve uygunluklar konusu üzerine ağırlık vermiş ve logoritma ilminin gelişmesindeki temel konularda başarılı olmuştur. Bu çalışmalarında sayısal süreklilikler ile geometrik sürekli-likler arasında bağlantı kurmuş ve ikisini birbirine tatbik etmiştir. Böylece o, logoritmayı geliştirmede hakiki öncü sayılmaktadır.



Ibn-i Hamza, muhtelif ilim dallarında çalışmış olmakla beraber, özellik-le matematik alanında mütehassıs olmuştur. Bu çalışmalar; onu çözülmesi Çok zor Problemlerin hallini kolaylaştıran logaritmanın temel bilgilerini bulmaya sevketmiştir. Batı ilim adamları, John Hagien'i logaritmanın kurucusu olarak ortaya atarlarsa da, çalışmalarından ve eserlerinden İbn-i Hamza'nın modern logaritmanın kurucusu olduğu görülür.

Logaritmanın esaslarını ortaya koyan Sinan bin Feth el-Harrani ve İbn-i Yunus es-Sadefi el-Mısri, İbn-i Hamza'nın hocalarıdır. İbn-i Ham-za bu alimlerden öğrendiklerini sistematize etmiş ve bu alanda yeni keşifler yapmıştır. Mağribi, ilmi haysiyet ve dürüstlüğü ile meşhurdu.

Sinan bin Feths Harrani, İbn-i Yunus, İbnü'1-Ha-im, İbn-i Gazi el-Meknasi gibi devrin meşhur alimleri eserlerinde ondan bahsederken, bunu açıkça ifade ile kendisinden istifade ettiklerini, ilme yaptığı hizmetleri dile getirirler. İbn-i Hamza, zekâsının keskinliği ile de meşhurdu. Çok dikkatli olup, her sözü ve araştırmayı sahibine nisbet et­mekte çok titizdi.



ESERLERİ;

l- Tuhfetü'l-A'dadi'l-Zevi'r-Rüşdi ve's-Sedad: Matematikle ilgili olup, bir giriş, dört makale ve bir sonuç bölümünden meydana gelmiştir. Bu eserde asal sayılar ve bunlarla yapılan dört işlem hakkında bilgi verilmektedir. Bayağı kesirler, kökler ve bunlarla yapılan dört işlem hakkında bilgi verilmekte ve asal sayıların kareköklerinin alınması üzerinde durulmaktadır. Ayrıca üslü sayılarla yapılan dört işlem usullerini ve üçüncü, dördüncü kuvvetleri bulunan sayıların köklerinin alınması yolları izah edilmektedir. Bilinmeyenlerin hesaplanması metodlan üzerinde durulmakta ve bunun için de simetrik metodu ve olmayan ergi metodu uygulanmaktadır. Geometrik cisimlerin ve şekillerin alan ve hacim hesapları ile bunların usul ve çözüm yolları üzerinde durulmaktadır. Kendinden önce ve devrinde yaşayan matematikçilerin çözemediği geometri ve cebirle alakalı problemlerin çö zümünü anlatmaktadır. Bu problemleri daha önce kimsenin ortaya koyrnadığı matematik metodlan ile çözmüştür.

Mağribi'nin Tuhfetü'l A'dad adlı eseri, zamanın en mükemmel matema tik eserleri arasında yer almıştır. Eserin sonlarına doğru üçgen, dörtgen, da ire diğer geometrik şekillerin yüzölçümlerini bulmak için metodlar göste-rilmektedir. Ayrıca, kitabın sonunda da oran ve orantı usulüyle birçok prob lemin çözümü ve en sonda da cebir metodlan verilmektedir.

Kimyâ ilminin temelini atan büyük İslâm âlimi. İsmi, Hâlid bin Yezîd bin Muâviyedir. Annesi Ümmü Hâşim binti Utbe, Abdimenâf oğullarındandır. Doğum târihi bilinmemektedir. 708 (H. 90) senesinde vefât etti.



Dedesi hazret-i Muâviyenin tavsiyesi ile kimyâ ilmine yönelen Hâlid bin Yezîd, tıp ve astronomi gibi ilim dallarında da kendini yetiştirdi. Kimyâ ilmini tıbbın hizmetinde kullandı. Yâni hastalıklar için ilâç yapmakta kimyâ ilminden çok faydalandı.



Zaman tâyini için yıldızların, ay, dünyâ ve güneşin hareketlerini incelemek sûretiyle kendini astronomide yetiştirdi. İslâm âleminde tatbîkî (uygulamalı) ilmi kurdu. İlk Müslüman kimyâcı olarak bilinen Hâlid bin Yezîd, ilmî çalışmaları yanında islâm dîninin emirlerine titizlikle uyar, yasaklarından şiddetle kaçınırdı.



Gâyet fasih konuşurdu. Vaktinin bir kısmını insanlara vaaz ve nasîhatta bulunmak ve Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatmakla geçirirdi. Humusun meşhur câmiini o yaptırmıştır. Ömrünün sonunda zamânını insanlardan uzak olarak evinde geçirdi. Kendisini daha fazla ibâdete, okuma, araştırma ve eser yazmaya verdi.

Hâlid bin Yezîdin dilden dile dolaşıp gelen hikmetli sözlerinden birkaçı şöyledir:



“Yalnız kendi şahsî fikrine göre hareket eden (istişâre etmeyen) kimse helâka uğramış demektir.”

Ona; “En yakın nedir?” diye sorulduğunda; “Ecel!” cevâbını verdi. “İnsanı en yalnız bırakan nedir?” diye sorulduğunda; “Ölümdür!” dedi. “Dünyâ nedir?” diye sorulduğunda; “Bırakılan mîrastır.” dedi. “Zaman nedir?” diye sorulduğunda; “Ölüme götüren tabakalardır.” buyurdu.





Eserleri: Hâlid bin Yezîdin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:

1) Kitâbu Vasıyyetihî ilâ İbnihî fis-Sanati, 2) Kitâb-ul-Harârât, 3) Kitâb-us-Sahîfet-il-Kebîre, 4) Kitâb-us-Sahîfet-is-Sagîre, 5) Selâsü Resâil fis-Sanati, 6) Manzûmetü Firdevs-il-Hikme fî İlm-ül-Kimyâ, 7) Kitâb-ur-Rahmet-i fil-Kimyâ.

Asıl adı Ebü'1-Beka Kemalüddin Muhammed b. Musa b. İsa el-Kahiri eş-Şafii'dir.



742 (1341) yılı başlarında Nil deltasındaki Semennud kasabası yakınında bulunan Demire adlı iki köyden kuzeydekinde doğdu. Doğum tarihi bazı kaynaklarda 745 (1344) ve İbn Kadi Şühbe ile İbn Hacer tarafından 750 (1349) şeklinde verilirse de Sa-havi, Demiri'nin kendi el yazısıyla bir notta doğum tarihini 742 (1341) olarak gördüğünü söylemektedir.







Demiri, önceleri geçimini terzilikle sağlıyordu. Daha sonra kendisini ilme verip uzun müddet Bahaeddin es-Büs-ki'nin yanında bulundu ve ondan faydalandı. Cemaleddin Abdürrahim b. Hasan el-İsne-vi'den fıkıh, Burhaneddin İbrahim b. Şerefeddin el-Kirati'den edebiyat, Buhaeddin Abdullah b. Abdurrahman İbn Akil'den Arapça ve başka ilimler tahsil etti. Hocaları arasında İzzeddin Muhammed b. Ahmed en-Nüveyri, Siraceddin İbnü'l-Mülakkın ve Siraceddin Ömer b. Raslân el-Bulkini gibi tanınmış alimler de vardır. Kendisinden de Selahaddin el-Akfehsi Mekke'de, Takiyyüddin el-Fasi Kahire'de hadis dinlemişlerdir. Demiri, tefsir, hadis, fıkıh ve fıkıh usulünde, dil ve edebiyat ilimlerinde mütehassıs oldu; fetva ve tedrisi icazeti aldı. Kahire'de Ezher ve Zahir camileriyle Kubbetü'l-Baybarsiyye (II. Bay-bars Hankahı) ve Babünnasr içindeki İbnü'l-Bakari Medresesi'nde ders verdi. 1360-1379 yılları arasında altı defa hacca gitti. 1379'dan 1399'a kadar yirmi yıl kaldığı Mekke'de hem ders okuttu hem de fetva verdi.







Zühd ve takvası dolayısıyla Kahire'de mensubu olduğu Darü saidi's-sü-eda (Salahiyye Hankahı) dervişleri arasında büyük bir şöhret kazandı. Çağdaşı Makrizi el-Ukud fi tarihi'1-uhud adlı eserinde, yıllarca onunla birlikte bulunduğunu ve vaazlarına katıldığını belirtmektedir. Demiri, 3 Cemaziye-levvel 808 (27 Ekim 1405) tarihinde Kahire'de vefat etti ve Darü saidis-sü-eda yakınındaki Mekabirü's-süfiyye'ye defnedildi. Gösterdiği rivayet edilen bazı kerametler ve hakkındaki mugayyebat'la ilgili haberler sayesinde meşhur oldu. Kendisi bu kerametlerin rüya olduğunu söylüyorsa da, halk buna inanmıyor ve onun manevi kişiliğini gizlemek için böyle davrandığını sanıyordu.







Demiri'nin hoca bulunduğu zamanlarda, Ezher Üniversitesi'nde astronomi, sosyoloji, biyoloji ilimleri gibi çeşitli müsbet ilimler de okutulurdu. İşte böyle bir devrede Demiri, yaratıkların özelliklerini inceleyerek, Yara-tan'ın kudretini göstermeye çalışıyordu.







Zooloji hakkında yazılan ilk ansiklopedi:







Onu İslâm dünyası ve Avrupa'da tanıtan en önemli eseri zooloji (hayvanlar bilimi) alanında yazmış olduğu "Hayat-ül-Hayavan" adındaki eseridir.







Demiri, özene-bezene hazırladığı bu eserini ansiklopedik bir mahiyette kaleme aldı. İlim adamları, zooloji ilminden söz edilmediği bir devirde, böyle bir eserin kaleme alınışını takdirle anar ve "Hayat'ül-Hayvan"ı bu sahada yazılmış ilk ilmi eser olarak kabul ederler.



Her hayvan hakkında az da olsa bilgi verilen bu eser, alfabetik olarak yazılmıştır. Uzunca olan maddeleri 7 bölümden ibarettir.







Bunlar:





l- İbni Sida, Cevheri ve Cahiz gibi zooloji hakkında kendisinden önce eserler veren bilginlere göre filolojik bölüm.



2- Hayvanın ve özelliklerinin anlatılması.



3- Hayvanın adının geçtiği hadisler.



4- Çeşitli mezheplere görev hayvanla ilgili dini hükümler.



5- Bilhassa Meydani-ya'ya dayandırılan hayvanlarla alâkalı atasözleri.



6- Hayvanın azalarının tıbbi özellikleri.



7- Hayvanın rüyada ne manaya geldiği gibi hususları içine almaktadır.







Eser, folklor, hadis, tarih, halk tababeti (tıbbı) ve ırk psikolojisi hakkında tükenmez bir hazine hükmündedir.







Hassa halk hekimliğiyle ilgili notlar eserin en dikkat çekici yanlarından birisini teşkil eder.







Eserin diğer önemli bir tarafı da, İslâm bilginlerinin ilmi sadece dini sahalarda değil, her dalda geliştirip yaydıklarının bir belgesi olmasıdır.







Kendisinden önceki bütün eserleri sistemleştiren bu kitap, kısa süre içinde Cahiz'in kitabından sonra en yaygın Müslüman risalesi olmuş, Farsça ve Türçe'ye tercüme edilmiştir. Demiri, hayvanlar alemini yeni bir tasnife tabi tutmadı, fakat hayvanların filolojik yönlerini, Şeriat'a göre dini ve fıkhi konuların, tıbbi yararlarını ve hatta tılsım için nasıl kullandıklarım ve rüyalar için önemini yeni bir tarz içinde inceledi. Bu kapsamlığı, hayvanların incelenmesinde dini, ebedi ve ilmi perspektifleri birleştirmiş olması yüzünden Hayat-ül hayvan kısa süre içinde Müslümanlar arasında mümtaz bir yer edindi. Genç-ihtiyar çoğu kimse tarafından Allah'ın hikmetini öğrenmek ve hayvanlar alemini daha yakından tanımak için okunan bu kitaba, Kur'an'da hayvanlar hakkında zikredilen dini bilgiyi açıklamak gibi fıkhi amaçlarla bile müracaat edildi. Aynı zamanda bir folklor kaynağı olan eser, kendisini resimleyen sanatçılara da ilham kaynağı olmuştu. Hülâsa, Demiri'nin kitabı İslâm dünyasında zooloji hakkında yazılmış en mükemmel ve sistematik eserdir.







Demiri, 1069 hayvanı tek tek ele aldığı bu kitabında oldukça enteresan açıklamalara yer vermektedir. Meselâ, arslan hakkında şu bilgilere yer verir: "Arslan, yırtıcı hayvanlardandır. Arapça adı "esed" olup, çoğulu "üsûd"dur. Dişisine "esede" denilir. Arslanın pek çok ismi vardır. En ünlüleri şunlardır: Taç, sebu, sa'd, dırgam, deyğem, gazanfer, leys. İsimlerinin çokluğu müsemmanın (isimlendirilenin) üstünlüğünü gösterir.







"Arslan, yabani hayvanların en üstünüdür. Hayvanlar arasında mevkii, kuvveti, erkekliği ve dirayeti bakımından çok korkunç olduğu için kral mevkiindedir. Kuvvet, güçlülük, atılganlık ve hareketlilik konusunda örnek olarak bilinir. Bunun için Abdulmuttalip oğlu Hz. Hamza'ya da "Allah'ın Arslanı" denilmiştir. Arslanın pek çok çeşidi vardır. Aristo der ki, "Ben, insana benzeyen bir tür arslan gördüm. Öyle sanıyoruz ki bu arslan türü, el-verd denilen arslandır. Bir diğer arslan türü de siyah boynuzludur."







Demiri, tavşan hakkında da şu bilgilere yer verir. "Tavşan, ön ayaklan kısa, arka ayakları uzun, zürafanın tersi bir hayvandır. Toprağa ayaklarının ucuyla basar. Arapça tavşan manasına gelen "erneb" kelimesinin çoğulu "eranib"dir. Hem erkeğe, hem de dişiye verilen bir isimdir. Arapça, erkek tavşana "huzüz", dişi tavşana "akleşe" adı verilir. Tavşan yavrusuna ise "harnak" denir. Önce "harik", sonra "sahle", sonra "erneb" ismi takılır. Tavşanların bir kısmı, bir yıl erkek bir yıl dişi olur. Yaratıcının gücünü teşbih ederiz.







"Tavşan, gözü açık uyur. Canlılar arasında âdet gören dört varlık vardır. Bunlar sırtlan, yarasa, tavşan ve kadındır. Köpeğin de âdet gördüğü söylenir. Abdullah bin Ömer'in bildirdiğine göre, Hz. Peygamber, tavşanın âdet gördüğünü söylemiştir.







"İslâm bilginlerinin hepsine göre, tavşanın eti yenir. Delili, bir cemaat tarafından Enes bin Malik'ten nakledilen şu vakıadır. Enes (ra) der ki: "Biz Zeharn Geçidi'nde bir tavşana rastladık. Bir grup onun peşine düştü ve yakaladı. Ebu Talha'ya getirdiler, o da kesti. Hz. Peygamber'e, kol ve bud kısmını gönderdi. Hz. Peygamber de onu kabul etti."







Kitabın biri tam, biri orta, biri de kısa uzunlukta olmak üzere üç şekilde yazıldığı kabul edilmektedir. Bunlardan en uzunu Kahire'de Bulak Matba-ası'nda basılmıştır. Mehmed bin Süleyman, 1400 yıllarında onu Türkçe'ye çevirdi. Bu tercüme, Topkapı Sarayı, Revan Köşkü, 1664 numarada kayıtlıdır. I. Selim zamanında da Hakimşah Kazvini onu Farsça'ya çevirip padişaha sundu. Eserin diğer bir Türkçe tercümesi de Abdurrahman es-Sivasi tarafından yapıldı ve 1914'te İstanbul'da basıldı.







Hayat'ül Hayavan, Kahire'de birçok defalar taleb edildi. A.S.G. Jayakar onu, Ebu Firas kelimesine kadar (3/4'ünü) İngilizce'ye tercüme etti ve 1906-1908 yıllarında Londra'da bastırdı.







Çağına göre oldukça büyük yenilikler getiren eser, bugün bile zooloji bilginlerince geçmişin en değerli eserleri arasında anılmaktadır.

İsmi Muvaffak bin Ali el-Hirevi olup, künyesi Ebu'l-Mansur'dur. Doğum ve vefat tarihleri bilinmemektedir. Hayatı hakkında tek bilinen husus, 961-976 seneleri arasında hüküm süren Samani Hükümdarı Emir Mansur bin Nuh ile aynı zamanda yaşadığıdır.







Ebu'l-Mansur, kimya ilmiyle ilgili araştırma ve çalışmalarını daha ziyade insanların günlük hayatı ile ilgili konular üzerine topladı. Kimya ilminin pratik sonuçlarını insan hayatında ilk defa kullanan alim oldu. Kalsiyum sülfatı belli sıcaklıkta ısıttıktan sonra elde ettiği alçıyı yumurta akıyla karıştırarak kırıkların sarılmasında kullandı ve böylece, kırıkların sıhhatli kaynamasını temin etti.







George Sarton, bilim tarihi ile ilgili eserinde, bu alimden şöyle bahsetmektedir: "Ebu'l-Mansur, zamanının bir tanesiydi. Bakıroksiti tam anlamıyla inceleyip, ilmi tanımını ortaya koymuştur. Ayrıca sürme taşı, yani antimonu da tetkik edip, günlük hayatta kullanılabilecek yerlerini izah etmiştir.








Ebu'l-Mansur, bakır üzerinde yaptığı incelemelerde, bakırın teşekkül ettiğini tesbit etti. Bu oksit tabakasını saçların parlak, siyah renge boyanmasında kullandı. Bakırın ve kurşunun bütün bileşiklerini biliyor ve çeşitli alanlarda kullanıyordu. Civa üzerinde de araştırmalar yapan Ebu'l-Mansur, salisilik asidi (asprinin esas maddesini) de imal etmeye muvaffak oldu. İlaç imalatında filtrasyon (süzme) ve buharlaştırma metodunu geliştirdi. Deniz suyunun filtrasyonunu gerçekeştirdi.








İlim tarihçisi Celal Mazhar, Eserü'l- Arab fi'1-Hadarati'l-Avrubiyye adlı eserinde, çağdaş medeniyetin kuruluşu konusunu incelerken,"İslâm alemi kimya dalında dahi bir kimyacıya şahid oldu.







Bu alim, çok önemli kimyevi keşifler ortaya koymuştur. Adı Ebü'1-Man-sur olan bu alim, kimya tarihinde ilk defa sodyum karbonat ile potasyum karbonatı birbirinden ayırd etmiştir. Böylece kali ve kalevi adını verdiği sodyum karbonat, Batı kimya literatüründe önceleri, bu ad altında geçmiş bulunuyordu. Bunun gibi o, ayrıca arseniği ve silikat asidi de tarif etmişti.








Ebü'l-Mansur Muvaffak, ilmi çalışmalarında iki yol takip ediyordu. Birincisi, daha ziyade içtimai mahiyetteydi. Ders okutuyor, günlük problemler ile ilgili ilaçlar hazırlıyor ve tatbikatını yapıyordu. Yaptığı bu ilaçları piyasaya sürerek, ihtiyaç duyduğu alet ve maddeleri satın almak için gerekli parayı kazanıyordu. Bu bakımdan kimya sanayiinin kurucusu olarak kabul edilebilir.








Ebü'l-Mansur Muvaffak, bu ilmi çalışmaları yanında, ayrıca bizzat ilmini derinleştirmek maksadıyla birçok yolculuklara da çıkmış, birçok alim ve üstaddan istifade etmiştir. Kitabu'l-Ebniye fi Hakayıki'l-Edviye adlı eseri ile erişilmez bir üne ulaştı. Bu eseri, asırlar boyunca en güvenilir kimya kaynaklarından biri olarak kaldı. Bu eserinde, 686 çeşit ilacı tarif etmiştir. Bunlardan 466'sı bitkilerden çıkarılmaktadır. 75'i madenlerden, 44'ü de hayvani maddelerden yapılıyordu. Adı geçen eserin, ilaç imalatı sahasında önemi çok büyüktür. Eser, tecrübi ve sınai kimya dallarında da rehberlik yapmıştır

Her ne kadar Fransızlar, sibernetik ve elektronik sistemin Descartes (1596-1650) ve Pascal'la (1623-1662), Almanlar Leib-niz'le (1646-1716), İngilizler de Roger Ba-con'la (1214-1294) başladığını söylerlerse de, gerçekte Cezeri, bu fikri, ilim dünyasına takdim eden ilk bilgin olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bugün fizikçi ve mekanikçiler, "Isı Etkisiyle Haberleşerek Denge Kurma" sistemini ilk defa olarak James Watt'ın (1760-1819) 1780'de regülatörü icad etmesiyle gerçekleştirdiğini söylerler. Bu doğru olmakla birlikte, bunun Cezeri'ye kadar dayandığı kitabından rahatlıkla anlaşılacaktır.

Tam adı Bediüzzaman Ebu'1-İzz İsmail b. er-Rezzaz el-Cezeri'dir.

Hayatı hakkında, kitabının girişindeki kısa açıklamanın dışında bilgi yoktur. 1181-1206 yılları arasında Amid'de (Diyarbakır) Artuk-lu hanedanının himayesinde bulunduğu söylenen Cezeri, 1205'te tamamladığı Kitab fi ma'rifeti'l-hiyeli'l-hendesiye adlı ünlü eseri Emir Nasırüd-din Mahmud'un isteği üzerine kaleme almıştır.

Cezeri lakabıyla şöhret bulmasının sebebi, Cezire (ada) denilen Dicle ile Fırat arasındaki bölgede doğmuş olmasıdır. Artuklu Türkle-rindendir. Diyarbakır'da dünyaya geldi.

Cezeri, İslâm medeniyetinin oldukça ilerlediği, Doğu Anadolu'da kültür faaliyetlerinin yoğunlaştığı bir devrede ilim ve imar işlerinde bir hayli ilerleyen Artukoğulları sarayına girdi. Orada 32 yıl Reis-ül amal (başmühendis) olarak görev yaptı. Nureddin Muhammed (l 167) ve onun oğulları Kut-beddin Sökmen (l 185) ile Nasüriddin Mahmud'un (1201) hükümdar oldukları dönemlerde büyük hizmetlerde bulundu. Karaaslan tarafından Hısn Keyfa'da inşa ettirilen muhteşem köprü ile onun altındaki çarşı, han, hamam ve mahallelerin imarında emeği geçti.

Cezeri, sadece otomatik sistem kurmakla yetinmeyip, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı da başarmıştır. Aradan 800 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra sibernetiğin babalarından sayılan İngiliz Nöroloji Profesörü Dr. Ross Ashby, ancak 1951'de "Üstün Denge Durumu"nun ortaya atabilmiştir. Ve ancak ilk defa o zaman otomatik olarak işleyen sistemlerin üstünde bunları kontrol eden sistemlerden söz edebilmiştir.

Günümüzden 800 yıl önce, bugünkü Diyarbakır yöresinde yaşayan Ar-tuklu Türklerinin hükümdarı Mahmud, "Ben abdest alırken ayaklarıma su döken hizmetçilerimin bana hakları geçiyor" diye düşünerek rahatsız olur. Ve sarayın başmühendisinden bu işe bir çare bulmasını ister. Bir süre sonra mühendis, abdest suyu döken bir robot yapmayı başararak, bunu hükümdara sunar. Robot, elinde tuttuğu testiden hükümdarın abdest alabileceği şekilde elini, kolunu oynatarak su dökebilmektedir. O güne kadar görülmemiş bu mühendislik harikası karşısında hükümdar, hayretler içinde kalır.

Bu eserin mucidi Cezeri'den başkası değildir. Hükümdar, onun çalışmalarına büyük destek olur. Cezeri de kendi kendine öten tavus kuşları, robot filler, uzatılan bardaklara şerbet döken, bardak dolduğu zaman da kendi kendine duran kadın robotlar gibi 50 değişik buluşla hükümdarın bu desteğinin karşılığını fazlasıyla verir.

CEZERİ'Yİ İLİM DÜNYASINA TANITAN ESERİ

Cezeri'yi üne kavuşturan husus, sibernetik ve elektronik sistemle ilgili robotlar, makineler yapması ve bunları eserinde tarif etmesidir.

Cezeri'nin meşhur eserinin adı "Kitabü'1-Cami Beyn'el-İlmi araç. ve'1-Ameli en Nafi fi Sınaati'l-Hiyel=Mekanik Hareketlerden mühendislikte Faydalanmayı İçine Alan Kitap"tır. Eserin daha başka değişik isimleri de vardır.

kitabın orijinali, günümüzde mevcut değildir. Fakat 5 tanesi Türkiye'de bulunmak üzere bütün dünyada bilinen 15 kopyası vardır. Türkiye'dekilerin 4'ü Topkapı, biri de Süleymaniye Kütüphanesi'ndedir. Eser, zamanın ilim dili olan Arapça ile kaleme alınmıştır.

Eserin nüshalarından birisi Topkapı Müzesi 3. Ahmed Kütüphanesi'nde 3472 numarada kayıtlıdır.

Prof. Dr. Kâzım Çeçen, Köprü Dergisi'nin Eylül 1982 sayısında yazdığı makalede, eserin mühendislik açısından çok büyük değer taşıdığını ifade etmektedir.

Kitap, altı kısma ayrılmış olup, ilk dört kısmı onar, son iki kısım da beşer bölümden meydana gelmektedir. Bu kısımlar; su saatleri ve kandil saatleri, ziyafetlerde kullanılan kaplar ve sürahiler, el yıkama ve kan alma için kullanılan kaplar, çeşmeler ve mekanik yollarla hareket eden (otomatik) müzik aletleri, su pompalayan makineler, muhtelif aletler üzerinedir. Kitapta her aletin şekli renkli mürekkeplerle çizilmiş ve çalışması ay­rıntılı olarak izah edilmiştir. Bu ayrıntılar da çeşitli renklerle gösterilmiştir. Ayrıca, şekillerde Arap harfleri kullanılarak bazı parçalar işaretlenmiş ve metinde bunlara göndermeler yapılarak, açıklamaların anlaşılması kolaylaştırılmıştır. Bazı nüshalarda ise bu harflerin ebced değerleri göz önüne alınmış, bazılarında da henüz açıklanamayan gizli bir harf sistemi kullanılmıştır. Metinde, aletlerin genel açıklaması verildikten sonra, imal sırasına göre parçalann teker teker anlatılarak bunların montaj usulü açıklanmış ve en sonra o aletin çalışması hakkında bilgi verilmiştir.

Su ve kandil saatleri, Cezeri'nin gücünü ifade eden karmaşık aletlerdir. Su terfi makineleri ekonomik yönden daha önemli olmakla beraber, kitapta bunlara saatler kadar önem verilmemiştir. Metal döküm tekniğine ait bilgiler, ileri bir mühendislik seviyesini ifade etmektedir. Cezeri'nin aletleri yer çekimi kuvvetiyle çalışır ve bu kuvvet, düşürülen bir ağırlık, boşalan bir kaptaki şamandıra veya batan bir cisimle elde edilir. Cezeri, kullandığı makine parçalarını ve imal usullerini de en ince ayrıntılarını kadar tanımlamıştır. Büyük bir kısmı bugünkü Avrupa mühendislik terminolojisine giren makine parçaları üzerine yaptığı çalışmaların en önemlileri şunlardır: Konik vanalar, kapalı kum kutularında pirinç ve bakır döküm, tekerleklerin balansı.

Cezeri'nin mühendislik harikaları kâğıttan maketlerinin yapılması, su akıtan savakların ayar edilmesi, çarpılmayı en az indirmek için ahşabın tabakalar halinde kullanılması, gerçek anlamda emme borusunun kullanılması, suyunu belli bir zaman aralığı ile boşaltan kaplar ve daire sektörü dişliler. Bunlardan bir kısmının yüzyıllar sonra Avru­pa'da adeta yeniden keşfedildiği, bilinen tarihi bir gerçektir. Meselâ, kapalı kum kutuları ile döküm, Avrupa'da 1500 yıllarında başlamıştır. Konik vanalardan ilk söz eden Leonardo da Vinci'dir. Su saatinde seviye kontrol cihazına benzer ve buhar kazanlarında kullanılacak bir aletin patenti, İngiltere'de 1784 yılında alınmıştır.

Cezeri'nin makinelerinden sadece biri, su çarkı ile işleyen tulumba, modern mühendisli­ğin gelişmesine doğrudan doğruya katkıda bulunmuştur. Bu makine, a) Çift etki ilkesinin uygulanması, b) Dönme hareketinin ileri-geri hareketle çevrilmesi, c) Emme borusunun bilinen ilk kullanılışı olmasından dolayı çok önemlidir. Dolayısıyla, buhar makinesinin ve emme basma tulumbanın ilk örneği sayılabilir. Söz konusu makinede, akan suyun çevirdiği çark, düşey düzlemde bir dişliyi, bu dişli de yatay düzlemdeki diğer bir dişliyi döndürmektedir. Yatay dişlinin çevresine yakın bir yerde düşey bir pim bulunmaktadır. Bu pime ortası yarık ve diğer ucu yine bir pimle sabitleştirilmiş bir çubuk geçirilmiş ve bu çubuğa da tulumbaların piston kollan bağlanmıştır. Yataş diş dönünce yarık çubuk açısal bir hareket yapmakta, piston kolları da ileri-geri gidip gelerek tulumbaları çalıştırmaktadır.

Cezeri, kendisinin, Helenistik çağdan XIII. yüzyıla kadar uzanan bir mühendislik geleneğinin İslâm dünyasındaki bir devamı olduğunun bilincindedir. İslâm dünyasında Musaoğuları (bk. BENİ MUSA) ile başlayan bu gelenek, Cezeri'de zirveye ulaşmıştır. Cezeri, kendi yaptığı abidevi su saatinin Pseudoarchimedes'in yaptığı su saatine dayandığını söyler. Kitabının dördüncü kısmında, çeşmeler üzerindeki çalışmaları sırasında, Musaoğulları'ndan ve ayrıca Bizanslı Apollonios'un otomatik müzik aletleri üzerine yazdığı eserden de bahseder. Bu arada, kimin tarafından yapıldığı bilinmeyen aletleri de zikretmiştir. Cezeri, esas itibariyle bir mucit değil, bir mühendistir ve görevinin kendinden öncekilerin yapmış oldukları aletleri mükemmelleştirmek olduğu kanaatindedir. Bu noktadan bakıldığında, eserinde, teori ile pratiğiğn eşit ağırlıkta oldu­ğu, hatta bazı yazarlara göre aletleri yapmak için gerekli pratik bilgi ve kuralların ağır bastığı hissedilir. Gerçekten de o, çalışmasının pratik hayatta işe yarar bilgiler türünden olduğunu özellikle belirtir.

Cezeri'nin yaşadığı çağda elektrik gücü, magnetik güç, foton etkisi veya elektromagnetik güçler bulunmadığı için, o elindeki imkânları değerlendirmesini bilmiş, su gücü ve basınç tesirinden faydalanma yoluna gitmiştir. Gerçketen başka imkânlar bulunmadığı, su da kıt olduğu halde, bu derece muhteşem hidromekanik sistemle çalışan makineler yapabilmiş olması, onun sibernetik ilmi alanındaki yerini ve değerini göstermeye yetmektedir. Cezeri'nin tarif ettiği bazı makinelerin pratik faydaları oldukça büyüktür. Bunlardan bir kısmı, bir mil (eksen) boyunca yer alan dişlilerle çalışan bir nevi tulumbadır. Tulumba, bir sürü kepçeyi sırayla hareket ettirerek suyu çıkarmaktadır.

Bazı makinelerin ise yalnızca eğlendirici tarafı vardır. Mesela, içinde su varmış gibi görünmesine rağmen suyu boşaltılamayan su kapları ve içi boş gibi görünüp, su akıtan kaplar gibi. Günümüzde bu kaplarda kullanılan prensiplerden faydalanılarak bir kısım oyuncaklar yapılmaktadır. Hem eğ-lendirci, hem de faydalı olan bu cihazlara, çeşme ve su saati örnek gösterilebilir. Cezeri'nin saatlerinin çalışma sistemi ise, çoğunlukla aynı mil üstündeki bir gösterge ile üstünden, ucuna ağırlık asılı bir kayış geçen, kasnak biçimindedir.

Ağırlığın düşüş hızı, yüzen bir cisimle kontrol edilmektedir. Yüzen cisim, kayışın öteki ucuna tutturulmaktadır. Bazı durumlarda da devri-lebilen bir kova, otomatik olarak dolmakta ve devrilince bir mandalı iterek, dişlinin bir diş ilerlemesini sağlamaktır.

DEĞERİ YENİ ANLAŞILAN BİLGİN.

Kitabü'l Hiyel, 1974 yılında Dortrecht ve Boston'da "Al-Jazari's Book of Knowledge of İngenious Mechanigal Devices" adıyla Donald R. Hill tarafından İngilizce'ye tercüme edildi. Eserin bazı parçaları da Almanca'ya çevrildi. Maalesef kendi ilim adamımızın bu kıymetli eserini henüz Türkçe'ye tercüme edebilmiş değiliz. Bundan dolayı da otomatik makinelerin çalışması hakkında detaylı bilgiye sahip bulunmuyoruz.

Cezeri'nin, kitapta tarif ettiği makinelerden birkaç tanesi, Wiedemann tarafından yapıldı ve başarıyla işletildi. Makineler, halen Almanya'nın Er-langen Üniversitesi'nde bulunmaktadır. Aynı zamanda bugün, İngiliz ve Amerikalılar da bu makinelerden faydalanarak yeni eserler ortaya koyma çabasındadırlar.

Ayrıca, ülkemizde İTÜ Bilim ve Teknoloji Tarihi Enstitüsü, Cezeri'nin kitabındaki şekillerin aslına sadık kalarak, tavuskuşlu su saatini yapmayı gerçekleştirmiştir.

Cezeri'nin yaptığı makine parçalarının bir kısmına kendisinden 200-350 yıl sonra yaşayan Giovanni de Donti ve Leonardo da Vinci'de rastlanmaktadır.

Son söz olarak diyebiliriz ki, Cezeri, ilim tarihine sibernetiğin kurucusu olarak kaydolmuştur.

Kerhi'nin kuadratik denklemlerin çözümünü hem aritmetik, hem de geometrik olarak ispat metodu, Diophantus'a benzetilir. Meşhur Pascal üçgeninin, Fransız düşünürü Pascal'a ait değil de, Kerhi'ye ait olduğu ve Pas-cal'dan dört asır önce onun tarafından kullanılıp uygulandığı, El Bahr fil Cebr adlı eserde açıkça belirtilmektedir. Eser, Yahya bin el-Mağribi tarafından yazılmıştır.

Müellif, Kerhi'den aldığı bu metodu eserinde şekillerle izah etmektedir. Pascal bu metodu, İslâm alimlerinden, belki de doğrudan doğruya Kerhi'nin eserlerinden almıştır. Fakat o da, diğer Avrupalı bilginler gibi, aldığı kaynağın adını ve sahibim belirtmeyerek, kendine mal etmiştir. Kerhi, bu üçgeni, zekâyı geliştirmek ve ihtimal hesaplan yapmak için kullanılmıştır. Daha sonra da Yahya ibn el-Mağribi, Tüsi ve Kaşi tarafından geliştirilerek, bugünkü modern binom teoreminin temelini teşkil etmiştir.

İsmi Muhammed bin Hasan el-Hasib, künyesi Ebu Bekr'dir. Kerh'te doğduğu için Kerhi nisbesiyle meşhur oldu. Doğum tarihi bilinmemektedir. Karaci diye de şöhret olmuştur.



Genç yaşta din ve fen ilimlerini öğrendi. Fıkıh ilmi, İslâm hukuku ve matematik alanlarında söz sahibi oldu. Ömrünü Bağdat'ta geçiren Kerhi, kısa bir süre dağlık bölgelerde yaşamış ve bu esnada geometri üzerinde çalışarak, bu ilimden ayırmaya çalışmıştır. Matematik alanında cebir ilmine esaslı hizmetleri ile tanınan Kerhi, 1019 senesinde doğduğu yerde vefat etti.



Ünlü ilim tarihçisi G.Sarton, eserinde, Kerhi hakkında: "Avrupa, cebirdeki başarılarının çoğunu Kerhi'ye borçludur. Eserleri 10. asra kadar Avrupa üniversite ve bilim çevrelerinde kullanılan Kerhi; cebir ilminde selefi Harezmi ve Ebu Kâmil Şuca gibi alimleri takip ederek, analitik metodları uygulamış ve bu sahada kendine has keşiflerde bulunmuştur" demektedir.



Geliştirdiği yeni cebir metodları sebebiyle, matematik düşünüşte derinlik ve orijinalite sahibi olduğunu gösteren Kerhi, iki sayısının küplerinin toplamının hiçbir zaman küp olamayacağını ortaya koydu. Bu teorem daha sonra Fransız fizikçi Fermat tarafından tekrar ortaya çıkarıldı.

Kerhi, diğer taraftan pozitif rasyonel sayıların teoremleri ve onların cebirsel ve geometrik ispatlanyla meşhur olmuştu.

Kerhi, matematik alanında pek fazla eser yazmıştır. Fakat bunların çoğu kaybolmuş, ancak az bir kısmı zamanımıza ulaşmıştır: 1) El-Bahr fil-Cebr ve Mukabele: En önemli eseridir. Zamanın veziri Fahr-ül Melik'e ithaf ettiği eserin, nüshaları Oxford, Paris ve Kahire kütüphanelerinde bulunmaktadır. F.Woepcke tarafından yapılan Fransızca özeti, 1852 senesinde yayınlanmıştır. Ömer Hayyam'ın cebir alanında yazdığı eserden sonra, bu dalın en önemli eseridir. Eserin bir özelliği, sayıların ifadesinde rakamlar yerine harflerin kullanılmasıdır.

2) El-Bedi fil-Hisab: Bu eserde, Oklid ve Nicomachus tarafından ele alınan sabit noktalar incelenmiş ve cebirsel işlemlere önemli yer ayrılmıştır.

3) El-Kâfi fil-Hisab: Eser, fonksiyonların kullanımı hakkında yazılmıştır. Ayrıca aritmetik, cebir ve geometrinin özetleri mevcuttur. Yazma tek nüshası Gotha'da bulunmaktadır. 1787-1880'de A.Heoheim tarafından Almanca'y a tercüme edilerek, üç fasikül halinde yayınlanmıştır.

4) İnbat-ül-Miyah-ül-Hafiyye: Su getirme hidroliğine ait mükemmel bir eserdir. Kendi hayatına ait notlar yanında, yeryüzü coğrafyası ile ilgili kavramlar da mevcuttur. Topografya aletlerinden ve bunların prensiplerinden bahsedilmektedir. Aynı zamanda kuyu ve hidrolik yapıların inşası ve hukuki durumlarını da incelemektedir. Eser, 1845 senesinde Haydarabad'da basılmıştır.



Bir kimse, yeraltı suları ve su sistemlerine duydukları özel ilgiden söz etmeksizin, Müslümanlar arasında jeoloji çalışmalarını değerlendiremez. Bu, özellikle İslâmın Sasanilerden geniş yeraltı su sistemleri (kanatlar) tevarüs ettiği İran için doğrudur. Fakat Müslüman ilim adamları, basit olarak bu sistemin pratik şekilde tarıma uygulanmasıyla yetinmediler; aynı zamanda gerek hidroloji, gerekse jeoloji ile ilgili ilmi araştırmalar da yaptılar ki, bunların en dikkat çekici olanlardan biri, Pascal üçgeni ile ilgili bir İslâm aliminin çalışması. Benzerlerinde olduğu gibi, Kerhi'nin eserinde de, teorik ve pratik bilginin izdivacının yanı sıra, matematikten jeolojiye kadar uzanan ve bütün özellikleriyle İslâm ilmini karakterize eden çeşitli disiplinler arasındaki ilişki gözlenebilir.



Burada yeraltı sularından istifa edilen bir sistemden söz etmeden geçemeyeceğim. Bu sistemin adı da KANAT'tır.



İran'ın eski bir buluşu olan bu sistem, Suriye'den Afganistan'a uzanan çoğu yörelerde ve yer yer de öteki bölgelerde uygulanmaktaydı. Son yıllarda derin artezyenlerin ve elektrik pompalarının istilâsına uğramasına rağmen, bugün İran ve Afganistan'da hâlâ kullanılmaktadır. Kanat sistemi hiç mübalağasız geleneksel Müslüman İran'daki gerek mimari, gerekse mühendislik şahaserlerinden biri olarak değerlendirilmelidir.



Kanat kelimesi çok büyük bir ihtimalle, Akadça veya Asurca'daki kamış anlamındaki hanu kelimesinden gelmektedir; kelime Grekçe ve Lâtince'ye de geçmiştir ve kanal kelimesinin buradan gelme ihtimali çok yüksektir. Aynı adı taşıyan ve İran'da kehriz de denilen yeraltı su kanalları, İslâm öncesi İran'da tamamıyla gelişmiş bir sistem olarak mevcuttu. Kutsal sayılan ve tanrıça Anakita'yla özdeşleştirilen Kanat sistemi, İslâmi dönemde de dini özelliğini korudu; zira su, Müslümanın ibadetinde merkezi bir rol oyna­maktadır. Kanat sistemi İranlılar tarafından yüzyıllar boyunca Hz. Muham-med'in kızı Fatıma'nın çeyizi olarak tahayyül edilmiştir. Allah'ın bir lütfü olarak hürmet gösterilen bu sistemin yapısı, birtakım dini törenlerin muhtevasıyla birleştirilmiş haldedir.



Bunun ötesinde İslâmi dönem boyunca matematik hesaplama ve mühendisliğin bilinen bütün metodları bu sanatın emrine verilmiş ve su, yüksek dağlık bölgelerden yeraltı kanallarıyla çorak bölgelerde kurulu ve mahalli su kaynaklarından yoksun şehirlere taşınmıştır. Bu kanalları kazmak, elli fit ya da daha fazla derinlikten yönleri doğru tayin etmek, kanala en uygun eğimi vermek, yer yer millerce uzunluktaki bir kanatın temizlenmesi ve tamiri ve nihayet su kaynağı olan asıl kuyular ile kısa zamanda kurumasın diye kanatın nereden başlatılacağını belirlemek basit bir iş değildir. Bu başa­rılar, yalnızca binlerce yıllık tecrübenin ve büyük matematikçi Kerhi tarafından yeraltı sularıyla ilgili yazdığı emsalsiz eserin bir ölçüde gösterdiği gibi ilmin ürünüdür.



İran ve Afganistan'a seyahat eden kimse, birkaç yerde mesafeyla açılmış ve kanat sistemiyle yeraltında birleştirilmiş yüzlerce, hatta binlerce kuyunun açlımasını mümkün kılan muazzam insan emeğinden etkilenmezlik edemez; kanat sisteminin üzeri genellikle tuğlayla örtülüdür ve tuğla tavanda aşınma dahil çeşitli türlerdeki engelleri asgariye indirecek şekilde sürekli kılabilecek şekilde inşa edilmiştir. Bazı kanatlar yer yer amansız çölleri de aşarak, hayatın bu vazgeçilmez unsurunu yüksek dağ pınarları veya kuyularından aşağılara iletmek üzere millerce mesafeye uzanır.

l- Risaletun fi Ba'zetin-Nazariyyat fil-Hisab vel-Cebr, 2- Risaletun fin-Nisbe, 3- Risaletin fi İstihrac-il-Cüzur fis-Sima, 4- Risaletun fiil-A'dad-it-Tabi'iyye, 5- Risaletun fil-Cebr, 10- Risaletun fi Muadelat-il-Cebriyye, 6-Risaletun fi hisabi Mesahati Ba'z-is Sütuh diye bilinen diğer eserleridir.

Lâle Devri'nin bütün haşmetiyle hüküm sürdüğü yıllardı. Tarih 1719 yılının 3 Aralık'ını gösteriyordu. Zamanın Padişahı III. Ahmed, şehzadelerinin sünnet düğünlerini yaptırıyordu. Günlerce süren eğlencelerin 13. günüydü. Denizin yüzü rengârenk kayıklarla dopdoluydu. Padişah, vezirler ve şehzadeler, Aynalıkavak'taki sahil sarayında heyecanla gösterileri seyrediyorlardı. Birdenbire denizden koca bir timsahın çıktığı görüldü. Kayıkçılar arasında bir gürültü koptu. Canavar, üç çifte kayık büyüklüğündeydi. Üst çenesini açıp kapayan, sağa sola hareket eden bu timsahın denizde işi neydi?



TİMSAH YAKLAŞIYOR!

Timsahın, Aynalıkavak Sarayı'na doğru yaklaşması, padişah ve beraberindekileri daha da heyecanlandırmıştı. Sarayın önüne kadar geldiğiğnde gördüler ki, timsaha benzeyen bu yaratık, timsah şeklinde bir denizaltı gemisinden başka bir şey değildi.

Saray önlerinde ağır ağır denize gömülen denizaltı timsah, meraklı gözlerden tamamen kayboldu. Herkes heyecanla neticeyi bekliyordu. Bir saat kadar sonra timsah biçiminde denizaltı tekrar su yüzüne çıktı. Bir müddet dolaştı. Kocaman ağzı açıldı. Timsahın ağzından rengârenk elbiseler giymiş delikanlılar çıktı. Timsahın sırtında çalıp oynamaya başladılar. Bu gösteri, seyredenler için unutulmaz bir hatıra oldu.

Seyyid Vehbi'nin "Sürname-i Hümayun"unda anlattığı bu hadise, bize Osmanlılar'da denizaltıların ilk denemelerinin başarıyla gerçekleştirildiğini göstermektedir.



DENİZALTININ İLK ŞEKLİ

Aslında timsah, eğlencelik olsun diye yapılmıştı. Fakat ne olursa olsun bu, denizaltı gemisinin ilk şeklinden başka bir şey değildi. Mimarı ise Tersane Başmimarı (gemi inşaat mühendisi) İbrahim Efendi idi. Başmimar İbrahim Efendi, şüphe yok ki, bunu çok ince matematik hesaplar içinde planlamış ve gerçekleştirmişti.

Fakat ne yazık ki, İbrahim Efendi'nin bu mevzudaki bilgisi daha sonrakilere aktarılamadı, geliştirilemedi; onun ölümüyle birlikte tarihi gömüldü.

Daha önce denizaltıyla ilgili düşünce ve planlamalara Leonardo da Vinci (1412-1519)'de rastlıyoruz. Onun gerçekleştiremediği denizaltı çalışmalarına 1620 yılında Hollandalı fizik bilgini Cornellus van Drebbel, 1653 yılında Fransız François de Son, devam etti. Üstü kapalı teknelerle yapılan bu denemeler, 1776 yılında Amerikalı bilgin Devid Bushnell'in ilk denizaltı gemisini yapmasına kadar sürdü.



Çağımızda ise artık nükleer denizaltılar yapılabilmektedir.



Tarihçi Bahaeddin, ilk denizaltı gemisinin 1150 tarihinde Akka kuşatması sırasında kullanılarak, Müslümanların şehre girdiğini kaydetmektedir. Bu durumda, Mimar İbrahim Efendi de Osmanlılar'da ilk denizaltıyı yapan kişi olmaktadır.

Meşhur tabib ve kimyacı. Batı'da Rharez, Doğu'da ise Ebubekir er-Razi veya kısaca Razi adıyla şöhret buldu. 864'te Rey şehrinde doğdu. İskit Türklerindendir.


Küçük yaşlarında diğer kabiliyetli çağdaşlarına göre fazla göze çarpmıyordu. Fakat ilerde büyük bir insan olacağı belliydi. O da akranları gibi filoloji ve matematik okudu. Kabiyeti daha çok musiki sahasında gelişti. Bölgesinde musikide şöhrete kavuştuğu sırada geçimini sarraflıkla sağlıyordu. Otuz yaşına kadar böyle devam etti.



Otuz yaşında, ilim öğrenmek için gittiği Bağdat'ta Huneyn bin İş-hak'tan, İran-Hind ve İslâm tıbbini öğrendi. Tıb ilminde söz sahibi olduktan sonra memleketine döndü ve hastanede çalışmaya başladı. Kısa zamanda hastanenin baş hekimliğine yükseldi. Bu makama yüz kadar aday içerisinden o seçilmişti. Daha sonra halifenin özel doktoru oldu.



Talebe ve doktorlar onun çok yönlü bilgi ve tecrübelerinden faydalanmak için hastanede kuyruklar oluştururlar, muayenelerini takip ederlerdi. Ders ve klinikleri, talebeleri ve talebelerinin talebeleriyle dolup taşardı. Tereddüde düşünülen her vak'ada ona müracaat edilirdi. Kendi buluşu ilaçlarla hastaların acısını dindirir, koyduğu teşhiste hemen her zaman isabet ederdi.

Sonra Rey'den Bağdat'a gelerek Adudi hastanesinin başhekimi ve halifenin özel doktoru oldu.


DEVRİNİN EN BÜYÜK BİLGİNİ

Er-Razi, Galen devrinden beri hiçbir doktorun ulaşamadığı tıp bilgisine ulaştı. Durmadan ilmini genişletti. Etüdler yapmak maksadıyla uzun seyahatlere çıktı. Devrinin en üstün bilgini oldu. Hükümdarların son derece hürmet gösterdiği, halkın dilinden düşürmediği, ihtiyaç içinde kalma pahasına da olsa fakir hastaların ilaç paralarını dahi veren, ilmi ve karakteriyle candan sevilen bir doktor oldu.



Fakat onu çekemeyenler de vardı. Onların ağır iftiralarıyla vazifesinden atıldı. Çaresiz ve hamisiz bir hale düştü. Hatta gözleri dahi kör oldu. Kız kardeşi onu evine aldı. Kendisini ameliyat için gelen doktora, gözün yapısı ile ilgili sorduğu suallere istediği gibi cevaplar alamayınca, ameliyat olmaktan vazgeçti ve gözün yapısını bilmeyen bir doktorun ameliyat yapamayacağını söyledi. 925 senesinde vefat etti.



Gençliğinde zengin olan Razi, ölümüne yakın zamanlarda sefalet içinde yaşadı. İslâm aleminin en büyük tabibi olarak tanınan Razi, fevkalâde bir hafıza gücüne sahipti. Okuyup işittiğini hiç unutmazdı. Daima taleberiyle ilgilenir ve yetişmeleri için gayret sarfederdi. Hastaları ile de teker teker ilgilenir, tedavileriyle yakından ve titizlikle meşgul olurdu. İlmi çalışmaları; nazari ve ameli olmak üzere iki yönlüydü. Ona gelinceye kadar, tıp ilmi, esaslı usul ve metodlardan mahrum ve dağınık iken, bu ilmi ele alıp temel-lendirmiş ve sistemleştirmiştir.



ilmi kişiliği: İslâm aleminin en büyük tabibi olarak tanınan er-Razi, sadece İslâm aleminin değil, ortaçağın Doğu ve Batı dünyasının en büyük hekimi ve klinik mütehassısıydı.



Ona, Batı'da, her ne kadar "Şark'ın Calinos'u dedilerse de Razi, onu dahi çok gerilerde bıraktı. Tricot Royer, ondan bahsederken: "İbn-i Sina ile Razi'yi birbirinden ayıramıyorum" der. O, Batılılar için İbn-i Sina, Ali İb-ni Abbas vs. gibi her şey demekti. Paris Tıp Fakültesi Salonu'nda, Razi'nin, İbn-i Sina'yla birlikte fotoğraflarının asılı bulunuşu, ona verilen değer ve hürmetin açık ifadesidir. O kadar ki, eserleri 17. yüzyılın başlarında bile Türbingen ve Oder nehri kenarlarındaki Frankfurt üniversitelerinde ders programlarının temelini teşkil etmekteyidi. Razi'nin kitapları, İbni Sina ve İbni Rüşd'ün kitapları gibi, Hipokrat ve Galen'inkilere denk tutulmuş, "Bunlar olmadan tedaviye cesaret eden doktor, umumun sağlığını bozar" denecek kadar itibar kazanmıştı.

ORTAÇAĞIN EN BÜYÜK KLİNİKÇİSİ

Prof. Dr. Phelip Hitti, ondan söz ederken şöyle der: "Er-Razi, bütün tabiplerin en orijinali, en büyüğü ve aynı zamanda en çok eser veren yazarlarından biridir. O, orta çağların en kuvvetli orijinal düşünürlerinden ve en büyük klinikçilerinden biri olarak şöhret ve itibar bulmuştur. Matbaa henüz çocukluk devrelerini yaşarken, onun tıpla ilgili eserleri uzun asırlar boyunca Batı dünyasının anlayış ve idraki üzerine dikkati çeken büyük tesirler meydana getirmiştir."



Türkçemize "Avrupa'nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi" adıyla çevrilip, sekiz dile tercüme edilen "Allah sonne über dem Abendland-unser Arabishes Erbe" adlı eserin yazarı Dr. Sigrid Hunke, er-Razi hakkında çok haklı olarak şu sözleri söyler:



"O, meslek ve mesuliyet duygusu ile bir doktor, çaresizlerin yardımcısı, öğretmen, iyi yetişmiş bir doktorlar jenerasyonunun terbiyecisi, öncekilerin çok yönlü bilgilerini toplayıp üzerlerinde işleyen ansiklopedisi, temkinli bir klinikçi, mütefekkir bir gözlemci, bağımsız, hür görüşlü bir kimya araştırmacısı, deneyci, nihayet kendi devrine kadar gelen tıbba ait bütün ilim malzemesini düzenleyip ortaya koyan bir sistematikçidir."



Sultan Adududdevle, Bağdat'ta yeni bir hastane yaptırmaya karar verdiği zaman yerini tesbit etmede onun ileri görüş ve tecrübelerinden faydalanmak ister. Er-Razi, hemen aynı yaş ve cinsten birkaç koyun kestirir. Eti parçalara ayırtarak şehrin çeşitli kısımlarına astırır. 24 saat sonra bakar, en taze ve en az bozulmuş olan etlerin bulunduğu yere Adudi hastanesinin yapılmasını teklif eder.



Bu yazı aynı zamanda Er-Razi'nin hastalıklarla kokmanın birbirine olan yakınlığına dayanan görüşünün bir ifadesidir. Bu konuda o, Pastör'e bile öncülük etmiş olmaktadır.



Sultan Salahaddin de şehrin caddelerinde kaynaşan karıncalardan kurtulmak için Naşiri hastanesinin yapımında yine Er-Razi'nin tavsiyelerine uymuştu.



Razi'nin teşhisleri oldukça kuvvetliydi. Bir defa seyahatinde kan kusmaya başlayan bir genci iyice muayene ettikten sonra, sülük yuttuğunu maharetle keşfetmişti.



İlme hizmeti: Er-Razi, fizik, kimya ilmine yaptığı hizmet yanında en büyük hizmetini tıp sahasında yapmıştır. Razi, önce tıbbı, Yunan tababetinden ayırdı. Müstakil İslâm tababeti haline getirdi.



RAZİ'YE AİT BULUŞLAR

Kızamık ve çiçek hastalığını ilk defa birbirinden ayıran ve tedavi metodunu bulan odur. Çocuk hastalıkları ile kadın-doğum hastalıklarını tarif, tasnif etmiş, teşhis ve tedavi yollarını göstermiştir. Zührevi hastalıkları incelemiş, ameliyatlarda ilk defa hayvan bağırsağını dikiş ipliği olarak kullanmıştır. Civalı merhemleri de ilk defa bulup tedavide kullanan doktor odur. Hafif müshilleri, inmelerde şişe çekmeyi, devamlı ateşli hastalıklarda soğuk suyu ilk olarak tatbik ve tavsiye etmiştir. Tecrübi metodu uygulamış, bazı hayvanlar üzerinde deneyler yapmış, tıp tarihinde ilk defa kobay kul­lanmıştır.



Sesi meydana getiren sinirleri keşfetmiştir. Mafsal romatizması, taş, mesane, böbrek ve çocuk hastalıklarıyla ilgili, övülmeye değer, geniş bilgisi vardır.



Ayrıca o, sühunet, rüzgâr, rutubet ve binaların sıhhi tesisat ve banyoları hakkında enteresan incelemelerde bulundu.



Havanın temizlenmesi için kötü kokuları değiştirmeye, hasta odalarını havalandırmaya ve hastaların temiz su içmelerine itina gösterirdi.



Havanın temizlenmesi için kötü kokuları değiştirmeye, hasta odalarını havalandırmaya ve hastaların temiz su içmelerine itina gösterirdi.



Haçlı seferlerinden önce papazlar banyo ve beden eğitimi yapmayı son derece çirkin, bir fuhuş ve sefahat kadar kötü görürken, Razi, hastalarına cimnastik ve banyo yapmayı tavsiye ediyor, onları en sıhhi yerlere yerleştirmeye çalışıyordu.



Razi, kimyevi ilaçlara başvurmadan önce nebati ilaçlar kullanır ve yeni vazifeye başlayan doktorlara da bunu tavsiye ederdi.



Bir ilaç tertip ederken, önce onu hayvanlar üzerinde denerdi. Maymun üzerinde denediği saf civa olayı meşhurdur. Daima gözlem ve deney metoduyla çalışırdı.



O, ayrıca, Müslümanlara her türlü tesirden uzak, tarafsız inceleme ve araştırmayı da öğretti.



Gout ''Daima hastalığı) ile romatizmayı birbirinden ayırdı.



Razi gelinceye kadar, müshil ve kusturucu olarak, ani tesirli ve genellikle çok tehlikeli bir ilaç olan "Drastica" kullanılırdı. Bunun yerine Mase-eyh ve Razi gibi Müslüman doktorlar bugün bile beğenilen mülayim ve iç açıcı ilaç olarak sinemaki yapraklan, demir-hindi, kuvasya, sabir ve ravend kullandılar.



Razi, kalp sektelerine karşı hacamatı (kan alma) uyguladı. Onun harika keşiflerinden birisi de böbrek ve mesanedeki taşları ilaçlarla parçalatması veya ameliyatlarla çıkarmasıdır. Bundan dolayı o, operatörlüğün ilerlemesine de çok yardımcı olmuştur.



Onun büyük hizmetlerinden birisi de hastanede başhekim olarak bulunduğu devrede, hastaneye dahiliye, hariciye, asabiye, ortopedi ve göz doktorlarından müteşekkil 24 kişilik bir mütehassıs kadrosu ilave etmesidir.



Razi'nin başarılarının ve dehasının parladığı bir ilim dalı da kimyadır. O, modern kimyanın önde gelen kurucularından biri olarak kabul edilmektedir. Önce deneye tabi tuttuğu maddelerin kimyevi tasnifini yapan Razi, kimya alanında kullandığı yirmiye yakın deney cihazını eserlerinde tarif ve tasnif etmiştir. Bunların bazısı madenden olup, bazısı da camdan yapılmıştır. Onun kimyada derin bilgi sahibi olması, tabipliğini de etkilemiştir. Kimya ile ilgili çalışmaları sırasında bazı asitlerin hazırlanmasını ve bunun metodlarını tesbit etti. Bazı sıvı maddelerin, özgül ağırlıklarını hesapladı. Bunun için, Mizan-üt-Tabii adım verdiği özel bir tartı aleti kullandı. Kimya sahasındaki bilgileri ve tecrübeleri tıp sahasına da tatbik etmesi, başlıca hususiyetlerindendir. Ona göre, hastanın şifa bulması, tabibinin tarif ettiği şekilde ilaçlar kullanmasına bağlıdır. İlaçlar, insan bünyesinde kimyasal reaksiyonlar meydana getirmek suretiyle şifanın hasıl olmasına yol açmaktadır. Gerek tıp ilminde ve gerekse kimya sahasında hep gerçek ilmi usullerle çalışan Razi, tecrübi kimyanın babası kabul edilmektedir.



Razi, devrine göre kimyevi maddeleri dörde ayırmıştır: l- Madensel maddeler: Bunları da; asitler, değerli madenler, taşlar, kibrit tuzları, borasitler ve tuzlar olmak üzere altı bölüme ayırmıştır. 2- Nebati maddeler, 3-Hayvani maddeler, 4- Müteşekkil (türetilmiş) maddeler. Kimya sahasındaki metodunu da; a) Hastalıkların tedavisinde kullanılan maddeler ilim, b) Cerrahi ameliyatlarda kullanılan aletler ilmi, c) Kimyagerin uyguladığı, başvurduğu deneylerin umulan neticeye ulaşıncaya kadar kademe kademe izah ve beyanı olmak üzere üçe ayrılmıştır.



Ebu Bekr Razi, kimya sahasında Cabir bin Hayyan'ın tesirinde kaldığından, onun talebesi sayılır. Fakat, Cabir bin Hayyan'ın temellendirdiği kimya ilmini geliştirip sistematize eden budur. Razi, ilmi deneylerini son derece açık bir şekilde tarif ve tasnif etmiştir. Bu izahları sırasında kimyevi reaksiyonları da açıklamıştır. İlk defa kimyevi araştırmaların çoğalıp sağlam esaslar üzerine oturtulması için deney metodunun kaçınılmaz bir zaruret olduğunu ortaya koymuştur. Böylece, kimyayı tamamıyla tecrübi bir ilim haline getirmiştir. Sülfürik asidin imalini gerçekleştirmiştir. Hatta meşhur Avrupalı fen adamı Albert, bu asidin imalini onun eserlerinden öğrenmiştir.



Razi, civa terkipli birçok ilaçlar yaptı. Bunları önce hayvanlar üzerinde denedi.



Onun geliştirdiği ilaçlardan biri Fransa'da Bilanc Rhasis ismini aldı. Halk Etimolojisi ona, Blanç Raisin (beyaz üzüm) adını taktı. Razi, ilaç almaktan hoşlanmayan bazı hassas hastalar için fena lezzetli "roob"u bugünkü haplara benzer şekilde şekerli ve kaygan maddelerle kapladı.



Sülfürik asit ve saf suyun mucidi de Razi'dir.



Onun kimyayla ilgili eserlerinin sayısı 12 kadardır. Bunlardan birisi "Ki-tab-ül-Esrar=Sırların Kitabı"dır ki, 14. asra kadar Batı'da kimya ilminin baş eseriydi.



Emsalsiz bir tarihçi ve bilim adamı olan Binini, onun yazılarıyla o kadar derinden ilgilenmişti ki, yazdığı eserleri toplamak için yıllarını vermiş ve onun 56'sı tıp ve ilgili konulara ayrılmış olan 184 eserinin bir listesini hazırlamıştı. Bunlar içinde en önemlisi Lâtin Batı'sında çok tanınmış olan el-havi (Continens) adlı muazzam ansiklopedisidir. Bu eser, Razi'nin kendi günlük klinik gözlemlerine dayanır ve teoriye bulunduğu katkıdan ziyade gözlem ve deney açısından zenginlik arzeder. Daha küçük, fakat ünlü bir eseri olan Kitab el-Masuri (Mansur'a Kitap) de Batı'da Libermedicinalis ad Almansorem olarak meşhurdur. Razi'nin öteki tıp eserleri şunlardır: Kitab taksim-el-ilil (Hastalık Sebeplerinin Bölümlenmesi-bu kitap Lâtin dünyasında Liberdivisionum olarak bilinir), Kitab el-fahri (Muhteşem Kitap-Li-ber pretiosus) ve onun Batı'da belki en çok tanınan kitabı Kitab el-cederivel-hasbeh (Çiçek ve Kızamık Hakkında Kitap-Lâtince'de Liber de pestilentia adıyla bilinir).



Razi'nin eserleri neredeyse tıbbın bütün dallarını kapsar. Kendisini Eflâtun ve Aristo ile aynı seviyede gören bu adam, Antikite'nin tıp mirası ile kendi gözlem ve akıl yürütmüş kudretini birleştirerek, birçok yeni hastalığı keşfetti, yeni tedavi şekilleri önerdi ve geleneksel tıp alanında yeni metodlara önayak oldu. İslâm tıbbındaki doruklardan biri olan Razi'nin, tıbbın neredeyse tüm dallarında Müslüman ve Batı dünyasına yaptığı etki, pratik ölçü ve değerlendirmelerin ötesindedir. Geçtiğimiz bin yıl boyunca süren şöhreti onun İslâm ve hatta Batı tıp tarihindeki rolünü ispatlayan yeterli bir delildir.



En önemli eseri El-Havi fı Tıb'dır. Otuz cildi bulan bu eserinde, insan vücudunu ele alarak her organı ayrı ayrı incelemiş ve her uzuv ve organda görülen hastalıkları tetkik ederek tedavi yollarını göstermiştir. Eserde, hastalıkların tedavisi, hastalıklar ve teşhisleri, hıfzıssıhha, hasta bakımı ve kontrolü, cerrahi ilaçlar, gıdalar, sentetik ilaçların imali, tababet sanatı, eczacılık, insan vücudu ve anatomisi, organlar ve bozuklukları olmak üzere on iki bölüm vardır. Razi'nin bu meşhir eseri, ortaçağların başından itibaren Lâtince'ye tercüme edilmiş, 17. asrın sonlarına kadar Avrupa üniversitelerinde temel araştırma ve ders kitabı olarak okutulmuştur. Eser ilk defa 1279 senesinde Fereç bin Zalim adlı Sicilyalı bir Yahudi tabip tarafından Lâtince'ye tercüme edildi. Daha sonra 1486 senesinde Continens çevirdi. Bu tercüme, o tarihlerde Paris'te kurulan tıp fakültesinde kullanılan dokuz temel eserden birisiydi. Razi, bu eserinin müsveddesini yazdıktan sonra temize çekmeye ömrü yetmemiştir. Devrin alimlerinden İbn-ül,Amid, binlerce dinar vererek müsveddeleri Razi'nin kızkardeşinden satın alıp temize çekmiştir ve eseri, bizzat Razi'nin talebelerine inceleterek yeniden tanzim etmelerini sağlamıştır. Böylece kaybolup gitmekten korunan eser, günümüze kadar ulaşmıştır.



Kitab-ül Mansuri: Razi, bir şahaser olarak kaleme aldığı bu eserini Horasan Sultanı Mansur bin İshak es-Samani'ye ithaf etmiştir. Onun için Mansuri ismiyle şöhret bulmuştur. 10 cilttir. Batı'da "Almansoris" ve "Lieber Pretiosus" isimleriyle meşhur olmuştur.



Eserin Liber Almansoris adında Lâtince tercümesi ilk olarak 1480'lerde Milano'da yayınlandı. Eseri tercüme eden Gerard of Cremona idi. 9. ciltinin şerhi 1649'da basıldı. Bu cild 16. asra kadar çok yaygın bir kitaptı. Eserin bazı kısımlarının Almanca ve Fransızca tercümeleri son zamanlarda Avrupa'da tekrar yayınlandı.



Eserde, özellikle insan ve vücudunun anatomik yapısını ele almış, organları ve vazifelerini izah etmiş, gıda maddelerini, hıfzıssıhha konusunu ve daha birçok tıbbi mevzuları incelemiştir. On bölüm olan eserde, anatomi bilgileri, bünyevi incelemeler, gıdalar, ilaçlar, sıhhat, insanlara deva, yolculuk nizamı, cerrahlık, zehirler ve zehirlenmeler, umumi hastalıklar gibi temel tıbbi konular ele alınmıştır.



El-cüderi ve-1 Hasba (çiçek ve kızamık): Er-Razi'nin Batı'da en çok tanınan eseri budur. Tıp tarihinde çiçek ve kızamık hakkında ilk yazılan eserdir. Kitapta hastalıkların teşhis ve tedavi şekillerine yer verilmektedir.

Bu eser, Razi'nin, sadece İslâm dünyasında değil, tüm Ortaçağ'da en kuvvetli bir orijinal düşünür ve en büyük bir klinikçi olarak şöhret bulmasına sebep olmuştur.



Eser 1565'te Lâtince'ye çevrilmiş, daha sonra ise çeşitli modern dillere tercüme edilmiştir.



Eser, küçüklüğüne rağmen 1498-1866 yılları arasında kırk defadan daha fazla yayınlandı. Bugün bile klâsik bir eser olarak itibar görmektedir.



Kitab-ül Esrar (Sırlar kitabı): Kimya hakkında yazdığı temel kitaplardan biridir. Birçok dillerde yayınlanmıştır. İlk defa Cremona'lı Gerard tarafından Lâtince'ye çevrildi. Eser, 14. yüzyılda yerini Cabir'in kitapları alıncaya kadar Batı'da kimya alanında beş eser olarak kaldı. Roger Bacon, kaleme aldığı De Spiritibus et Corponibus adlı kitabında bu eserden bahsetmektedir.



Razi, "bir saat içinde şifa" adlı eserini, münakaşa neticesinde, Vezir Ebu'l Kasım İbni Abdullah'ın isteği üzerine kaleme aldı. Eser oldukça rağbet gördü.



Eseri kaleme alış sebebini Razi şöyle anlatır:



"Birkaç doktor, bir hastalığı tedavinin, hastalığın vücut bulma müddeti kadar devam edeceğini açıklıyorlardı. Vezire bunu, bazı doktorlar hastayı daha fazla görebilmek ve bu suretle yüksek ücret isteyebilmek maksadıyla yapmaktadırlar" dedim. Vezir, birkaç hastalığın bir saat içinde tedavi edilebileceğini benden işitince şaşırdı. Bu konuda bir kitap yazmamı rica etti. İşte kitap!"



Usanma, bıkma nedir bilmeyen Razi'nin meşhur eserleri arasında teoloji, felsefe, astronomi ve matematikten bahseden eserlere de rastlıyoruz.



Bunlardan bir kısmı şunlardır: Feza boşluğuyla ilgili bir risale, mıknatısın demiri çekme sebebi, dünyanın şekline dair, dinlerin kritiği, ilâhi ilim.



Tıbbi nasihatleri şunlardır:



Hasta, tedavi için tabib-i hazık (uzman) olan tek bir doktora başvurmalıdır. Birçok doktora başvuran hasta, doktorları şaşırtır ve hatalı teşhis koymalarına sebep olur. Doktorlar iyi bir ahlâka sahip olmalıdır. Dünyadan yüz çevirerek ahirete yönelmeli; gaflet içinde bulıınmamalıdır. Duşmanlığından lâzım olana bakıp, akibet ve ahiret düşüncesi içinde olmalıdır. Tabip daima hastasını ümitlendirici şeyler söylemelidir. Çünkü ruhun sıhhati bedenin sıhhatine tesir eder. Tabip, sadece tecrübeleri ile yetinip, tıp kitaplarına bakmaz ve ilmi tetkikata dikkat etmezse, başarılı olamaz. Tabii ilaç ve gıdalarla tedavisi mümkün hastalığa kimyevi ilahlar uygulamamalıdır. İlaçların kullanılması sadece nazari bilgilerle olmaz, tecrübe edilmeli, mahir ellerde alınan ne­ticelere bakılmalıdır. Aksi halde zararlı neticeler çıkabilir. Doktor eğer uygun gıdalarla tedavi edebiliyorsa ne büyük saadet! Hakiki tabip ve hekimlerin, söz birliği ile kaideleştirdikleri hususlar, daima rehber ve prensip olarak alınmalıdır. Çoğu tabipler cahil ve taklitçi, yeni yetmeler ise tecrübesizdir. Tıp ilminde ciddiyeti ve hassasiyeti olmayanlar, nefslerine düşkün olurlar ve hastalarını öldürürler.



Tabip, alini ve müşfik olur, hasta da tabibin sözünü dinlerse, hastalık yarı yarıya tedavi edilmiş sayılır."



Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki, Razi, bilim tarihine bilinmeyecek şekilde adını yazdıran büyük bir İslâm alimidir. Bilhassa tıp tarihi onu minnetle anmaktadır.


__________________
De ki: «Ey ehl-i kitap! Tevrat'ı ve İncil'i ve size Rabbiniz tarafından indirilmiş olanı ikame edinceye kadar hiçbir şey üzerinde değilsinizdir.» ALLAH HERŞEYİN EN DOĞRUSUNU BİLİR.
Yukarı dön Göster el_turki's Profil Diğer Mesajlarını Ara: el_turki
 
el_turki
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 15 mayis 2008
Gönderilenler: 425
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı el_turki

Toplara seri, çabuk ateş açma niteliği kazandıran Türk bilgini. 1848'de İstanbul'da doğup, 1923'te İstanbul'da ölen Ahmed Süreyya Emin Bey'in kabri, Ortaköy'de Yahya Efendi Camii'ndeki aile kabristanındadır.



Osmanlı İmparatorluğu'nda XIV. yüzyıldan itibaren gelişme olanağı bulan topçuluk, imparatorluğun yükselme döneminde zirveye çıkmış ancak XVII. yüzyıldan itibaren, Avrupa topçuluğu karşısında duraklamaya ve daha sonra gerilemeye başlamıştır. XIX. yüzyılda ise İmparatorlukta topçuluk konusunda çok önemli bir gelişme meydana gelmiş ancak hak ettiği ilgiyi ve takdiri görmekten uzak kalmıştır. Ahmed Süreyya Emin Bey (1848-1923) seri atışlı bir top yapılabileceğini kanıtlayan dünyadaki ilk insan olarak çok parlak bir başarıya imza atmıştır. Bu başarı Ahmed Süreyya Emin Bey'in zamanının çok ilerisinde bir anlayışa sahip olduğunu göstermektedir.



Ahmed Süreyya Emin Bey bu icadının yanı sıra, topların ateş edildikleri sırada falyalarından dışarıya çıkan gazın, güllelerin sürat ve kuvvetini azaltmakta olduğunu ve bu sakıncanın giderilmesi ile ilgili teknoloji mühendislerini araştırmaya çağıran Fransa Hükümeti'nin yaptığı resmi duyuruyu haber almış, bu çalışmalar devam ederken yaptığı bir icad ile bu sorunu çözümlemiştir. Falya barutunun ateşlenmesi ile gaz namludan süratle dışarı çıkarken topun içerisine büyük bir şiddet ve gürültü ile hava doluyordu. ayrıca kuyruktan ortaya çıkan gaz kaçakları mermilere sürat kaybettiriyordu. Ahmed Süreyya Emin Bey gaz kaçaklarının meydana gelmesine engel olacak yeni usulde bir barut haznesi kapağının falyayı kapatarak ateş edici bir alet ile kuyruktan ortaya çıkan gaz kaçaklarını engelleyen biri çelik ve diğeri tunç toplara mahsûs olmak üzere iki çeşit gaz halkasıyla bir de ayrıca barut haznesi kapağının icadına muvaffak olmuştur. Ancak bütün bu çalışmalar devletten hak ettiği ilgiyi görmemiştir.















Dünyada ilk olarak güherçile, kükürt ve kömür tozu karışımından yapılan barut kullanımı Çin'de görülürken, VIII. yüzyılda Müslümanlar tarafından öğrenilmiş, Haçlı Seferleri'nin sonucunda Avrupa'ya taşınmıştır. Topun ilk olarak kullanılmaya başlanması ise Avrupa'da görülmüştür.Topun ilk kullanıldığı savaş 1314 yılında Flamanlarla Fransızlar arasında meydana gelen, "Flandre Savaşları'dır. Bu savaştan yaklaşık olarak yedi yıl sonra İngiltere'de top kullanıldığı bilinmektedir. Zaman içerisinde, Almanya, Hollanda ve İtalya'da da top kullanılmaya başlanmıştır. Avrupa'da görülen bu toplar yapımında kullanılan teknolojiler ve kullanımı açısından oldukça basit toplar olarak değerlendirilmektedir. 1360 yılında Mısır'da Kölemenlerinde top kullanmaya başladıkları bilinmektedir.







Osmanlı İmparatorluğu'nun İstanbul'un fethinden önce, Bursa ve Edirne olmak üzere iki yerde tophânelerinin olduğu tahmin edilmektedir. İstanbul'un fethinden sonra da Bursa ve Edirne tophânelerinin yanında bir çok yerde daha tophâne kurulmuştur.İstanbul'da Fatih Sultan Mehmed'in kurduğu Tophâne-i Âmire'den sonra kurulan bu tophâneler; Avlonya, Semendire, Novaberda, İşkodra, Belgrad, Budin, Erzurum, Mısır, Basra, Birecik, Hasköy ve Van Tophâneleridir. Osmanlılar fetih alanlarının genişlemesi ile birlikte mevcut bu tophânelerin yanı sıra seyyar tophâneler de kurmuş ve buralarda da top dökmüşlerdir.















Osmanlı İmparatorluğunda Fatih Sultan Mehmed'in yaptırdığı ve uzun yıllar top dökümünün gerçekleştirildiği Tophâne-i Âmire binası zaman içerisinde bir çok padişahın eklemeler yapması ile iş hacmini genişletmiş ve imparatorluğun en önemli askeri sanayi teşekkülü olma özelliğini uzun süre korumayı başarmıştır. Evliya Çelebi'ye göre II. Bayezid Fatih Sultan Mehmed'in yaptırmış olduğu Tophâne binasının civarına bir takım binalar daha yaparak topçuların ve dökücü ustalarının yerleşimini sağlamıştır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde, ise Fatih Sultan Mehmed ve II. Bayezid'in inşa ettiği Tophâne-i Âmire müştemilâtına ait bütün binalar yıkılarak, yerlerine yeni ve daha büyük bir Tophâne binası yapılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman'ın yaptığı bu yapı 1742 yılında geniş çaplı bir tamirat geçirmiş, 1743 tarihinde tamamen yıkılmış ve bugünkü haliyle yeniden yapılmıştır.Kargir tophâne III. Ahmed'in emri ile Sadrazam Damat İbrahim Paşa tarafından yaptırılmıştır.







1843 yılında Ohannes ve Boghos Dadian tarafından kurulan Zeytinburnu Demir Fabrikası'nın (Grande Fabrique) faaliyete geçmesi ile, top ve diğer silahlar bu fabrikada dökülmeye başlanmıştır. 1850 yılında fabrikanın tam kapasite ile çalışmaya başlaması ile birlikte, Tophâne-i Âmire'deki top dökümü yavaş yavaş kaldırılmış ve top dökümünün yanı sıra bir çok döküm işleri de Zeytinburnu Demir Fabrikası'nda yapılmaya başlanmıştır.







XIV. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa'da hızlı bir şekilde yaygınlaşmaya başlayan top dökümü ve üretimi, aynı yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlılarda da görülmeye başlanmıştır. Osmanlılar, yeni teknolojilerle üretilen güçlü ve etkili toplarla diğer devletler üzerinde bir baskı kurmuşlardır. Osmanlıların XV.yy'da yakaladıkları teknik üstünlük ve top döküm anlayışı, Avrupa'da ancak XVI. yüzyılın ortalarından itibaren uygulanmaya başlayabilmiştir. Ekonomik gücü , hammadde kaynakları ve , teknik kadro bakımından Avrupa'nın çok ilerisinde olan Osmanlı Devleti top dökümü konusunda uzun yıllar Avrupa'nın önünde yer almıştır. Ancak XVII. Yüzyıldan itibaren Osmanlılar Avrupa'ya karşı olan bu üstünlüğünü yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştır.







Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş yıllarında Avrupa'nın özelikle papalığın Osmanlı Devleti'nin savaş gücünün yıkıcılığının önüne set çekmek ve Osmanlı sınırlarının Avrupa içlerine yayılmasına engel olmak maksadıyla top dökümünde kullanılan çeşitli malzemelerin Osmanlı ülkesine girişini engellemeye çalışmışlardır. Ancak alınan bir çok önleme karşın Avrupalı tüccarların para kazanma hırsından kaynaklanan nedenlerle Osmanlı ülkesine çeşitli yollardan bu malzemeleri sattığı bilinmektedir. Osmanlı Devleti'ne uygulanan bu ambargo İmparatorluğun sınırlarını genişletmesi ve zengin kaynaklara sahip olması ile tersine uygulanmıştır. Osmanlı Devleti bir zamanlar kendisine uygulanan bu ambargoyu Avrupa devletlerinin yanı sıra doğudaki bazı düşman gördüğü devletlere de uygulamış, ve onların savaş olanaklarının gelişmesini elinden geldiği kadar engellemeye çalışmıştır.







XIX. yüzyılda ise Osmanlı Devleti'nin askeri malzeme ihtiyacını karşılamakta bir hayli zorlandığı ve bu tür malzemelerin çoğunlukla dışarıdan karşılandığı bilinmektedir. Bu dönemde Tophâne-i Âmire Müşirliğine bağlı bulunan harp sanayi ihtiyacı karşılamaktan uzaktı. Ordunun silah ve cephane gereksinimi, Fransız, Alman ve daha sonra Amerika'dan sağlanmaya başlanmıştı. Özellikle Kırım Savaşı sonrasında 1869'da ordu yeniden düzenlenirken, artan silah ihtiyacı Alman ve Amerikan şirketlerinden temin edilmekte idi.



XIX. yüzyılda Tophâne'de Fransız mühendisler ile Alman ve İngiliz ustalarının yanı sıra bir miktar yabancı top ustasının daha faaliyet gösterdiği ve top dökümü ile ilgili çalışmalar yaptığı bilinmektdir..



kaynak;

1 Prof. Dr. Musa Çadırcı "Tanzimat Döneminde Anadolu Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Yapıları" T.T.K. basımevi- Ank. 1991. S. 349.


İsmi, İbrahim bin Yahya el-Tecibi en-Nekkaş olup, künyesi Ebu İs-hak'tır. Zerkali diye meşhur oldu. 1029 senesinde Tuleytula şehrinde doğdu. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı.

Kısa zamanda din ve fen ilimlerini öğrenen Zerkali, astronomi ilminde söz sahibi oldu. Astronomi çalışmalarını ve rasatlarının çoğunu Tuleytula'da yaptı. Ömrünün sonuna doğru Kurtuba'ya yerleşti ve 1087 senesinde burada vefat etti. Astronomi aletlerini ıslah etmekle, devrinde büyük isim yaptı. Copernicu onun usturlap hakkındaki ilmi eserini iktibas etti.

Astronomi, Zerkali zamanında çağının en parlak devrini yaşadı. Çalışmaları ve eserleri Ortaçağ Avrupa ilim adamlarının dikkatini çekti. Alet icat etmekle meşhur oldu. Usturlabın yanında bir de "Safiha" (Gökyüzünü inceleyen) denen bir alet icat etti. Bu konuda da bir eser yazdı. Eserini Montpeiller'li bir Yahudi, Lâtince'ye tercüme etti.

Kastilya Kralı Alfonso da iki tercümesini İspanyolca'ya çevirdi.

Batı'da "Azrachel" adıyla şöhret bulan Zerkali'nin "Safiha"sı Regi-omontanus'un kıymetli keşfine kaynak oldu. Balet, "Zerkali Usturlabı" adıyla tanındı ve uzay araştırmalarına kaynak oldu.

15. asırda Regiomontanus, Safiha için hususi bir ders külliyatı yayınladı. 1504'te Bavyeralı Jacop Ziegler, bu kitapçığa bir şerh yazdı. 1534 yılında da yeni bir Lâtince tercümesi Nürnberg'de Johann Schoner tarafından "Safihanın Babası Yüce Astronom Alrysakh Arzachel"in Kısaca Yayınlanan Nazariyesine Dair başlığıyla basıldı.

Daha sonra Regiomontanus 15. asırda mükemmel bir alet Safihaya dair bir problemler koleksiyonu neşretti.

Copermicus (Kopernik) De Revolitionibus Orbium Coelestium adlı kitabında, El Bitruci'nin yanında Zerkali'nin sözlerini de tekrarladı.


Zerkali, Toledo adıyla meşhur olan ilk astronomi cetvellerini yaptı. Güneş, gezegenler ve diğer yıldızların harektlerine dair olan bu cetveller kısa zamanda Avrupa'nın her tarafında kullanılmaya başladı. Hatta Avrupa, Kopernik devrine kadar diğer bir kısım Müslüman alimlerin cetvelleri gibi Toledo cetvellerini de kullandı.

Çünkü o zamanlarda Avrupa, astronomi cetvelerini hesaplamak şöyle dursun, Müslümanların yaptığı rasatlara eş rasatlar yapmaktan daha acizdi. Bu bakımdan Müslümanların hazırladığı cetvellerden faydalanıyordu. Sonra bazı Avrupalı bilginler bunları kendilerine mal ettiler. Her yeni buluşun Avrupa'da yapıldığına bizi inandırdılar.

Aslında Alfons cetvelleri diye anılan cetveller de Müslümanların eseridir. Alfons'tan tam 200 yıl önce, Toledo'da ün yapan Zerkali'nin eseri Alfons'un doktoru Abraham tarafından Kastilya diline çevrilmiş ve Alfons Cetvelleri ismiyle daha iyi bir şekilde yayınlanmıştı. Bundan sonra bütün Avrupa astronomları bu cetvelleri kullandılar.

Zerkali'nin astronomiye kazandırdığı önemli gelişmeye gelince: O ilk defa Batlamyus'un aksine medar-şemsin evc noktasının (dünyanın gerçek yörünge noktası) hareketini ve Güneş'in adil merkezinin (değişim merkezinin) asırlık değişikliğe bağlı olduğunu keşfetti ve bunu bir kanuna bağladı. Halbuki Batlamyus, Güneş sisteminin evc noktasını sabit ve tadil merkezini de değişmez kabul ediyordu. Sabit ve tadil merkezindeki intizamsızlığı rasatlardaki noksanlığa verdiler.

Yalnız Sabit bin Kurra bu intizamsızlığı sezdi. Bunun rasatların kabalığından değil, kanuni bir değişikliğe bağlı olduğunu anladı, fakat buna bir şekil veremedi.

İşte Zerkali, Güneş'in evc noktasına 12" kadar (bugünkü kabul edilen miktar 11" 8"dir) doğru bir yön, yani doğudan batıya doğru bir değişiklik vererek Güneş için yeni bir teori ortaya attı ve tadil merkezindeki intizamsızlığı da bertaraf etti.



Bu teorisini medar-ı şems merkezini küçük bir daire üzerinde hareket ettirmek suretiyle açıkladı. Fakat bu izah Batlamyus heyetinin mihanikiyeti ile birleşiyordu. Yırtılma ve bitişme kabul etmeyen billur felekler dahilinde yırtılmayı kabul etmek gerekiyordu. İşte Zerkali, bu eski heyete bir darbe indirmiş oluyordu.



Daha bir asır bile geçmeden Batlamyus heyetinin aleyhinde bir mektep kurulmuştu. İbn Bace, İbn Tufeyl, Kurtubalı Ebu Ca'fer el-Bitruci ve meşhur İbn Rüşd, bu mektebin ilk kurucuları idiler. İbn Rüşd'ün ders arkadaşı Bitruci yeni bir heyet esası kurdu. Bu heyetin görüşünü benimseyenler ile Batlamyus'un heyeti taraftarları arasında münakaşalar ta Kopernik'e, hatta Thycho'ya kadar devam etti.

Bu keşfin astronomi kıymeti üzerinde daha fazla izaha lüzum yok. Yalnız iki asır önce Paris Rasathanesi Müdürü ve zamanının en tarafsız astronomi üstadlarından birisi olan Laland'ın l'Astronime adındaki büyük eserinin birinci cildindeki tarih kısmında şu parçayı nakletmekle yetinelim:

"Zerkali'nin astronomide çok önemli bir gelişme temin etmiş olan bu teorisi, Copernicus tarafından alınmış ve Horacius tarafından Ay'a uygulanmış ve daha sonra bu nazariyeye Newton ve Haley tarafından astronominin yeni esaslarına göre şekil verilmiştir. İşte bu nazariye Zerkali'yi asrın en yüksek astronomi kürsüsüne çıkarmıştır."

Son asrın astronomi tarihçileri de Laland'ın bu kanaatine iştirak etmişlerdir. Zerkali'nin astronomide mektep (doktrin) açan bir alim ve yalnız zamanının astronomi kürsüsünün değil, Sabit'ten Copernicus'a kadar geçen 6-7 asır zarfında bu kürsünün sahibi olduğunda şüphe yoktur.

Zerkali, sabır ve dikkatle incelemeler yaptı. Dünyanın Güneş'e olan uzaklığını hesapladı. Bununla da kalmadı, bu mesafeyi Güneş yörüngesine dayanan gün dönümleri ile gece ve gündüz eşitliğinin presesyonuna intibak ettirebilmek için Toledo'da 402'den fazla rasat yaptı ve sonunda presesyonun vüs'atini de aynı tarzda doğru olarak hesapladı.

Zerkali, rasathanesini kurdu ve astronomik cetvelini Toledo meridyenine göre düzenledi. Eldeki rasat tarihlerinden ve o zamanlardan kalma hey'et (astronomi) eserlerinden anlaşıldığına göre, Toledo'daki rasatlarına 1061'de başladı ve 1080'e kadar devam ettirdi.

Zerkali, Toledo, Cas-tille Kralo Alphonsa 6 tarafından istilâ edilince, Kurtuba'ya gitti ve rasatlarına orada devam etti. Kurtuba'daki bu rasatları vefatına kadar devam etti. (1087) Zerkali devrinde Endülüs Emevi Devleti, medeniyetin en parlak devirlerini yaşadı. Endülüs'ü istilâ eden Avrupalılar, o zamanlar, cehaletin koyu karanlığına gö­mülüydü. Bunun için de ilim merkezlerindeki medeniyet eserlerini ve ilmi birikim ve po­tansiyeli de imha ettiler. Yakıp yıktılar. Geriye kalan bir kısım eserler de oraya buraya dağıtıldı. İşte bu kalıntılar arasında en talihsiz eserlerden birisi de Zerkali'nin "Ziyc"i (astronomik cetveli)dir.

1450'de bir çok eksikliklerle Lâtince'ye tercüme edilen bu eserin bir nüshası Paris Bibl. Nat.'de bulunmaktadır. Tercümenin önsözünde, trigonometri cetvellerinin nasıl çıkarıldığı konusunda bilgi verilmekte ve buna bir de sinüs cetveli ilave edilmektedir. Eserde ayrıca, 35 sabit yıldızın katalogu ile beraber meyil (eğim) cetvelleri bulunmakta ve Safiha Usturlabı hakkında açıklamalara yer verilmektedir. Bu ziyc kendisinden sonra yapılan bütün ziyclere esas olduğu halde, maalesef Doğu İslâm eserlerinde buna pek rastlanmamıştır.

Çünkü astronomi ve matematiğe ait Endülüs eserleri, Doğu'ya az intikal etmiştir. İbn Kıfti, Zerkali'nin rasatlarından bahsederse de ziycinden söz etmez. İbn Hammad Endülüsi'nin bu rasatları alarak üç ziyc meydana getirdiğini anlatır. Kâtip Çelebi de, 1250 yıllarında tertip edilen bu ziyclerden Keşf-üz-Zünun'unda söz eder. Yazdığına bakılırsa eserleri bizzat görmüştür.

Zerkali'yi Batı'da şöhrete kavuşturan Alphone del Sabio X.'un çoğunluğu Müslüman astronomlardan meydana gelen komisyona düzelttirdiği ziyc olmuştur. Çünkü bu ziycde Zerkali'nin usulü esas alınmış ve evc-i şemsin hareketi kabul edilmiştir.

Toledo Cetvelinin tercümesinde usturlabtan da bahsedilir. Bu alet Batı'da "Zerkali Safihası" adıyla meşhur olan bir astronomi aletidir. İbn Kıfti bundan bahsederken, astronomi bilginlerini hayrete düşürdüğünü söyler. Keşf-üz Zunun ise bunu "Zarkala" olarak alır ve hakkında çeşitli risaleler (kitapçıklar) yazıldığını belirtir.

Afaki olan alet her yerin ufkunu temsil edecek surette ufuk dairesi hareketli yapılmış, menazıri usul ile vaziyet-i husufiye (ayın tutuluş durumu) resimlenmiş, udadeli, dairevi ve safihadan ibarettir. Paris, Bibi. Nat.'de bir örneği mevcuttur.

Bu aletin özelliklerinden bahseden Zerkali'nin risalesi (Kitab-ül amal bil-Safiha el-Ziciya) Lâtince, İbranice ve diğer dillere tercüme edilmiştir. Bu alet hakkında Mirim Çalebi de 2. Bayezid'in emriyle Farsça mükemmel bir eser telif etmiştir.

Zerkali, Battani gibi Arz'ın yalnız dörtte birinin değil, diğer bölgelerinin yerleşmeye uygun olduğunu söylemektedir. Zerkali'nin, yıldızların durumları hakkında eserleri vardır.

Bugün Arapça nüshası kaybolan sabit yıldızların hareketleri hakkında olan bir eserinin İbrahi tek tercümesi Paris'te Bibl. Nat. (1036.3)'te bulunmaktadır.

Ayrıca, F.Bouquet, tarihinde yüksek bir fen sanatkârı olan Zerkali'nin "Toleda Acibesi" diye meşhur olan bir saatin yapıcısı olduğundan da söz etmektedir. Fakat eser hakkında günümüze kadar gelen bir izahın bulunmadığını da kaydetmektedir. Zerkali ayrıca:

l- El-Amel-bis-Safihat-iz-Ziciyye, 2- Et-Tedbir, 3- El-Medhal ilâ İlm-in-Nücum, 4- Risaletin fi Tarikati İstikdam-is-Safihat-il-Müştereke li Ce-mi-ul Urud adlı eserleri de yazmıştır.

Yıldızların gözlenmesinde kullanılan ve görünüp kaybolma periyotlarının tesbitine yardımcı olan rakkas, yani sarkaç aletini keşfetti. Batılılar, bunu ünlü İtalyan bilim adamı Galile'ye (1564-1642) mal ederlerse de, yapılan araştırmalar, iddialarını çürütmektedir. İbn-i Yunus, sarkacı Galile'den tam yedi asır önce keşfederek, ilmi çalışmalarında kullanmıştır. Saatlerde sarkacı kullanan da yine İbni Yunus'tur. Fransız bilim tarihçisi Sedilat, Historie Genere des Arabes adlı eserinde bu hususları belgelendirmiştir. Nallino da araştırmaları neticesinde aynı sonuca ulaşmış ve bu hakikati itiraftan geri kalmamıştır. İbni Yunus dillerde dolaşan rivayetlere inanmaz, kesin olarak kanaat getirdiği şeylere itibar ederdi: Felsefesini üç ana noktada toplamıştı:



Asıl adı Ali İbni Ebu Said Abdurrahman İbni Ahmed İbni Yunus Ebu'l Hasan es-Se-defi'dir. İlim dünyasında ve tikemizde İbni Yunus, Avrupa'da ise "Aben Jonis" adıyla tanınmaktadır. Büyük İslâm astronom ve matematikçilerindendir. Zamanımıza kadar ulaşan eserleriyle ilim dünyasına büyük hizmetler sunmuştur.



Babası, devrin tanınmış hadis, alim ve ta-rihçilerindendi. Dedesi, İmam-ı Şafii hazret­lerinin yakınlarından ve ilmi meclisinde bulunan bir zattı. İbn-i Yunus, küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Din ilmi yanında, başta astronomi olmak üzere fen ilimlerini öğrendi. Mısır'da hükümsüren Fatımi Sultanlarından El-Aziz ve oğlu Hakim Biemrillah devirle­rinde tanındı. Fatımi hükümdarları, ilmi çalışmalarını teşvik ederek, Kahire civarında Cebel-i Mukattam Dağı'nda onun için bir rasathane yaptırdılar. Burası Bağdat'tan sonra İsam dünyasının ikinci büyük araştırma merkezi durumundaydı. İşte bu müessese İbni Heysem ve İbni Yunus gibi büyük bilginler yetiştirmiştir.



Fatımi hükümdarları, astronomi çalışmaları yapmasını sağladılar. Kendisine o devrin en mükemmel aletlerini temin ettiler.



İlim dünyasında Battani ve Ebu'l Vefa'dan sonra en ünlü İslâm gökbilimcisi olarak tanınan İbni Yunus'u, Battani ile aynı düzeyde görenler de az değildir. Ünlü fizikçi İbn'ül Heysem'in de hocası olan bu değerli ilim adamı, 1009 yılında Kahire'de vefat etmiştir.



İbni Yunus, 978 senesinde Kahire'de yaptığı gözlemler neticesinde ay ve güneş tutulmalarını en ince hasaplarla tesbit etti. Böylece büyük bir şöhrete erdi. Zira bu şekilde hassas ve dakik hesaplama, o zamana kadar yapılmamıştı. Yaptığı rasatlar sonucunda büyük ve mükemmel bir zic hazırladı. Bu eseri dört cilt olup, "Zic-ül Hakemi" adıyla meşhurdur.



Benzersiz ziyc İbni Hallikan, bunun büyük bir zic olduğunu, birçok ziycler gördüğünü, fakat onun gibisini görmediğini söylemektedir. Ziycin hazırlanmasına bizzat Halife el Aziz'in emir verdiği söylenir.



İbni Yunus'un Kahire'de Manatham Dağı'nda kurdurduğu Manatham rasathanesinde yaptığı gözlemler sonucunda hazırladığı bir ziyc, astronomi, fizik ve trigonometri açısın­dan oldukça önemlidir.



İbn-i Yunus, eserinde kendinden önce gelen astronomi alimlerinin ay ve güneş tutulmalarıyla ilgili yaptıkları hesaplamaları ve yıldızların hareketleriyle ilgili bilgileri ele alıp, mukayese etti. İyice tetkik ederek, kendi rasatlarıyla elde ettiği sonuçlarla karşılaştırdı. Böylece ayın hareketinin giderek değiştiğini ortaya koydu. Burçlar dairesinin meylini, güneşin parlaksını, itidal noktalarını en doğru şekilde tesbit etti.



İbn-i Yunus, ömrünün büyük bir kısmını yıldızlar ve özellikle gezegenleri tetkik etmekle geçirdi.



Yıldızların gözlenmesinde kullanılan ve görünüp kaybolma periyotlarının tesbitine yardımcı olan rakkas, yani sarkaç aletini keşfetti. Batılılar, bunu ünlü İtalyan bilim adamı Galile'ye (1564-1642) mal ederlerse de, yapılan araştırmalar, iddialarını çürütmektedir. İbn-i Yunus, sarkacı Galile'den tam yedi asır önce keşfederek, ilmi çalışmalarında kullanmıştır. Saatlerde sarkacı kullanan da yine İbni Yunus'tur. Fransız bilim tarihçisi Sedilat, Historie Genere des Arabes adlı eserinde bu hususları belgelendirmiştir. Nallino da araştırmaları neticesinde aynı sonuca ulaşmış ve bu hakikati itiraftan geri kalmamıştır. İbni Yunus dillerde dolaşan rivayetlere inanmaz, kesin olarak kanaat getirdiği şeylere itibar ederdi: Felsefesini üç ana noktada top­lamıştı:



1- Hakikate ulaşmak için, gerekli olan belge ve delilleri toplamaya dayalı ilmi prensibi kabul etmek.

2- Allah'ın yarattıklarında O'nun büyüklüğünü gösteren delilleri bularak imanı kuvvetlendirmek.

3- Meşru nimetlerden faydalanmak.

İşte bu duygu ve düşüncelerledir ki, İbni Yunus, ilme kendini adamış, bahsini ettiğimiz çalışmaları yapmış, ismini unutulmazlar arasına yazdırmıştır.



ESERLERİ

İbni Yunus'un yazdığı eserlerin bazıları şunlardır:

1- Kitab-uz-Zill: Sinüs ve kosinüs ile ilgilidir.

2- Zic-ül-Hakemi: En meşhur eseri olup, dört cilttir. Eser, seksen bir bölümden meydana gelmiştir. Asırlar boyunca sahasında müracaat kaynağı olarak kaldı. Gerek ilmi seviyesi, gerekse üslubunun açıklığı dolayısıyla 1804 senesinde Fransızca'ya tercüme edilmiştir. Eserin bir bölümü ise 1822 senesinde Leiden'de basılmıştır. Bir nüshası Kahire Kütüphanesi'nde mevcuttur.

3- Hitabu Gayet-il İrtifa: Namaz vakilerinin hesaplanmasıyla ilgilidir.

4- Kitab-ül-Meyl, 5- Tarihu A'yani Mısır, 6) Kitab-ut-Ta'dil-il-Muh-kem: Ay tutulmalarının tetkikiyle ilgilidir.

7- El-Ukud ves-Su'ud fi Evsaf-il Ud, 8- Kitabun anir-Rakkas.

Nasırüddin Tusi gibi birçok astronomi alimleri, İbni Yunus'un eserlerinden faydalandı. Kopernik ve Fransız bilgin Laplece de, İbni Yunus'un eserlerini inceleyerek çok istifade ettiler.



İbni Yunus bu ziycinde, 18 yıldızın gökküresindeki koordinat değerlerini bulmuştur. Trigonometri için büyük önemi olan dönüşüm (transformati-on) formüllerini ilk defa ilim dünyasına o kazandırmıştır.



Kendinden öncekilerin yıldızlar hakkında yazdıklarını kontrol etti, eksiklerini tamamladı.



İbni Yunus'un Hakimi adındaki ziyci, uzun bir mukaddeme (önsöz) ile 81 bölümden meydana gelmektedir. Mukaddemede her bölümün konuları açıklanmıştır. Yıldızlar, ay ve güneş tutulmaları ile ilgili gözlemler hakkında da geniş bilgi verilmektedir. Burçların eğimi çok ince bir ölçüyle ölçülmüştür. Astronomi alanında geniş bir kullanım sahası bulunan üçgenlerin bazı denklemlerinin çözümleri vardır.



İbni Yunus'un bir ziyci de bugün Kahire Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Bu eserin Doğu'da bir benzeri daha yoktur.



İlim dünyasına ışık tutan ziyc, Nasırüddin Tusi gibi bir çok astronomi bilginleri, İbni Yunus'un ziycinden çok faydalanmışlardır. Batı ile Kopernik'e kadar İbni Yunus gibi bilginlerin cetvellerinden faydalandı. Çünkü o zamanlar Avrupa, diğer ilimlerde olduğu gibi astronomi ilminde de Müslümanlardan çok geri idi. Gerek Kopernik, gerekse Fransız bilgin Laplace, İslâm alimlerinin eserlerini etraflıca incelediler ve istifade ettiler.



İbni Yunus'un gayesi, kendinden önce gelen alimlerin ortaya koyduğu bilgileri tashih edip, mükemmel bir hale getirmekti. Vardığı sonular ve yaptığı hesaplamalar, günümüzdekilere çok yakındır. Bu yüzden ilim tarihçileri onu Bettani ve Ebü'1-Vefa Buzcani'den sonra, en büyük astronomi alimi bilirler. İbni Yunus, yalnız astronomi ile meşgul olmadı. Asrında mutaber olan diğer fen ilimleriyle de ilgilendi. Matematik ilminin dallarıyla uğraştı. Zaten Zic-ül-Hakemi adlı eserinin bir bölümü matematiksel coğrafya ile ilgilidir. Trigonometride söz sahibi oldu. O devirlerde trigonometri henüz daha başlı başına bir ilim dalı halinde değildi. İbni Yunus bu ilmin başlı başına bir ilim haline gelmesi için esaslı çalışmalar yaptı ve bu yolda başarılı adımların atılmasını sağladı. Birçok bilginin çalışmalarına ışık tuttu. O ve l derecenin sinüsünü son derece dikkatle hesapladığı gibi, tanjant ve kotanjant cetvellerini de muntazam bir şekilde hazırladı ve çalışmalarında kolay bir hesaplama metodu geliştirdi. Bu metodla bütün hesaplar süratle yapılıyordu. Böylece logaritmanın keşfine giden ilk adımları attı ve haklı olarak ilim tarihçileri tarafından kabul edildi. Çünkü o, logaritmanın temel prensibi olarak çarpmayı, bölmeye çevirme usulünü bulmuş ve ilk defa kullanmıştı. Trigonometri için büyük önemi olan dönüşüm formüllerini ilim dünyasına ilk defa o kazandırdı. Onun, bu formülleri kullanarak hesap yapması, Ortaçağ bilginlerini şaşkına çevirdi. İbni Yunus, trigonometride birçok zor problemleri çözmeyi başardı.



Batılı bazı bilim tarihçileri, logaritmanın kâşifi olarak 1550-1617 seneleri arasında yaşayan İskoçyalı bilgin John Nepier'i kabul ederler. Halbuki, onun bulduğu bu formül, kendisinden tam yedi asır önce İbn-i Yunus tarafından kullanılan formüllerden ibarettir. John Napier, buradan hareketle, İb-ni Yunus'un bulduğu logaritmik formülleri geliştirmiştir.

İsmi, Ali bin Ebü'1-Hamz el-Kureşi ed-Dımeşki el-Mısri eş-Şafii olup, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Lâkabı ise Alaed-din'dir. İbn-i Nefis diye meşhur oldu. Hadis, fıkıh, tıp, lügat, mantık, siyer ve birçok ilimlerde söz sahibi olan İbn-i Nefis, 1210 (H.607) senesinde Türkistan'ın Kaş şehrinde doğdu. 1288 (H.687) senesi Zilkade ayında Mısır'da vefat etti. Malını mülkünü ve kitaplarını Kahire Hastanesi'ne vakfetti. Kabri, Mısır'ın Rahmaniyye bölgesindedir.

Şafii mezhebinde de yüksek ilimlere sahip olan İbn-i Nefis, tıp ilmini 7. asırda Nureddin Zengi'nin Şam'da kurduğu hastanede İbnü'd-Dahvan'dan öğrendi. Sonra Eyyûbi Sultanı Melik Kâmil tarafından Mısır'a davet edilince, oraya gidip yerleşti. Önce Naşiri, sonra da Mansuri şifahanesinde başhekimlik ve idarecilik yaptı. Birçok talebe yetiştirdi. Talebelerinden en meşhuru, cerrahi hususlarla ilgili bir eser yazan İbnü'l-Kuff'tur. İbn-i Nefis, ayrıca Kahire Mansuriyye Medresesi'nde Şafii mezhebi fıkhına dair dersler verdi.

İslâm dünyası tıp çevrelerinde meşhur olan İbn-i Nefis, asırlar boyunca emsali yetişmeyen üstün bir idarecilik ve tabiplik örneği ortaya koydu. Özellikle o dönemde tıp sahasında bin benzeri yoktu. İlaçlar hususunda İbn-i Sina'yı çok geride bıraktı.

İbn-i Nefis, hayatının büyük bir kısmını tıbbi araştırmalarla geçirdi. Teorik ve pratik olarak bu ilmi ilerletmeye çalıştı. İnsan vücudu ile hayvanların vücudu arasındaki sistem benzerliğini göz önüne alarak çalışmalarını anatomi üzerine teksif etti. Hayvanlar üzerinde yaptığı çalışmalar neticesinde, anatomi ile ilgili bazı sonuçlara ulaştı. Bunlar: l- Mukayeseli anatomi çalışmaları ile insan vücudu ve yapısı hakkında bize yeni ufuklar açacaktır. 2- Anatomi ilmi, öte yandan insan vücudundaki muhtelif organların çalışması ve sağladıkları faydaları tanımamızı temin edecektir.

İbn-i Nefis, özellikle kalbin ve teneffüs yollarının anatomisi üzerinde durdu. Böylece, kanın kalpten akciğerlere, akciğerlerden de kalbe geliş-gidiş sistemini inceledi. Metodu bizzat tecrübe ve müşahade etti. Böylece tıp sahasında taklitçilikten kurtulmaya, nazariyecilikten pratik ve tecrübeye geçiş devrini açtı. O zamana kadar genellikle Galen, Hipokrat ve İbn-i Sina'nın görüş ve izahlarına bağlı kalan tıp otoriteleri, bu üç tıp aliminin görüşlerini dışına çıkmıyorlardı. İbn-i Nefis, bunların birçok nazariyelerini esaslı bir ilmi tenkide tabi tuttu. Kendisinden önce yaşayan bu tabiplerin eserlerini inceleyerek yanlışlarını düzeltti.

Kan dolaşımını bulan alim

İbnünnefis'ti 1924 yılında Freiburg Tıp Fakültesi'nde ilim tarihinin çehresini değiştirecek bir hadise oldu. Muhyeddin et-Tantavi adlı Mısırlı genç bir Müslüman, Almanca harikulade bir doktora tezi hazırladı.

Bu genç doktorun tezi birkaç Alman profesörün dikkatini çekti. Çünkü tezde ilk defa küçük kan dolaşımını İbnünnefis adında bir Müslüman bilginin bulduğundan bahsediliyordu.

Profesörler, hemen Devlet Kütüphanesi'ne koştular. Eski el yazma eserleri karıştırdılar. Araştırma ve incelemelerde bulundular. Sonunda Tahta-vi'nin haklı olduğunu anladılar..


300 SENE ÖNCE

Evet, kan dolaşımını ilk defa bulan alim İbnünnefis'ti. Daha 1553'te Mi-guel Serveto, 1559'da Realdo Colombo, 1628'de Harvey kan dolaşımı hakkında tek söz etmeden asırlar önce, İbnünnefis, kan dolaşımını anlatmıştı.

İbnünnefis'in kan dolaşımını keşfettiği gerçeği, 1953 yılında da Paris Tıp Fakültesi'nde bir tez halinde müdafaa edildi. Tezi takdim eden Dr. Her-pin, İbnünnefis'in bu büyük keşfini 1553'te Geneve'de yakılan İspanyol ilim adamı Miguel Serveto'dan üç asır önce yaptığı hususunda ısrar etmiştır.



Max Meyerhof, İslâm Ansiklopedisi'ne yazdığı İbnünnefis maddesinde, İbnünnefis'in, Galen ve İbni Sina'ya açıkça aykırı bir şekilde aşağı yukarı doğru bir tarzda küçük kan veya akciğer küçük kan dolaşımını Avrupalı Miguel Serveto (Michel Servet, keşfi 1556) ve Realdo Colombo (1559) tarafından kesifinden üç asır kadar önce keşfetmiş olduğunu belirtir. Ve eserlerinin bu şerhi dışında -Lâtince'ye çevrilmiş olmasının bu keşfin Avrupa'da bilinmediğini ifade eder. Mısırlı doktor Tantavi'nin bunu, (yazma asıl nüshası mevcut olan) İbni Sina'nın Tasrih'ine yazdığı şerhe dayanarak su yüzüne çıkardığını ifade eder.

A.Adnan Adıvar, "Osmanlı Türklerinde İlim" adlı eserinde küçük kan dolaşımıyla ilgili ilk fikirlerin İbnünnefis'e ait olduğu hakkında şu görüşlere yer verir:

"Bugün, Servetus'un kitabında Vesalius'un (1514-1564) öğrencilerinden, Colombo'nun (1519-1559) bilgi sahibi olduğu, hatta İbnünnefis'in tercümesiyle uğraşan bir kişi ile temas ettiği anlaşılmaktadır. Colombo, kalp dolaşımı konusunda önemlikatkıları olan bir araştırmacıdır. İtalyan anatomi okulunun diğer ünlü hocaları Follopio (1523-1562) ve Fabrizio (1533-1619)'da Papua'da çalışmışlar ve bunlardan sonuncusu, tıp eğitimini Padna'da yapan W.Harvey'in (1578-1657) en çok istifade ettiği kişi olmuştur. Böylece küçük dolaşım fizyolojisinin bir anda gerçekleşen bir buluşla çözümlendiği, kademeli katkıların söz konusu olduğu görülmektedir. Ancak ilk gözlem ve çözümlemeyi yapmış olmak ve daha sonraki araştırmacıların dikkatini bu noktaya çekmek şerefi de İbnünnefis'e aittir." tbnünnefis ta 13 asır önce 131-201 yılları arasında yaşayan Sokrat'tan sonra ikinci sırayı alan meşhur Yunanlı doktor Galen'in eserini inceledi ve onun yanlışlarını dahiyane bir şekilde düzeltti ve küçük kan dolaşımı hakkındaki görüşlerini şu şekilde ifade etti:



Kalp, şimdiye kadar sanıldığı gibi, sağ atriumun içindeki kanla değil, aksine cüzlerine damarlar vasıtasıyla dağılan kanla beslenmektedir.

(Böylece koroner dolaşımı ilk defa İbnünnefis farketmiştir.)

Kalbin sağ karıncığından pompalanan kan, akciğerleri beslemek için değil, akciğerlerde temizlenmek için yayılır. Sağ karıncık ile sol karıncık arasında geçiş yoktur. Kalbin, yaradılışı icabı bir cismi sertliği vardır. Bazı bilginlerin dediği gibi, ne görünür bir geçiş, ne de Galen'in inandığı gibi kanın akışını sağlayacak olan gizli bir geçit vardır. Bunun zıddına, kalbin gözenekleri ve mesanesi kapalı ve kalındır. Sağ karıncıktan çıkan kirli kan, akciğer atar daman yoluyla akciğer torbacıklarına geçer. Orada hava ile karşılaşan kan, en son damlasına kadar temizlenir. Daha sonra hayatın devamlılığını sağlamak için havayla temizlenen kan, akciğer toplar damarıyla kalbin sol kulakçığına geçer."

Bu keşif İbnünnefis'e oldukça büyük değer kazandırdı. M.Meyerhof İb-nünnefs'in kıymet kazanmasının sebebini şöyle açıklar: "O, bütün Ortaçağ boyunca en büyük tıp otoriteleri olan Galen ve İbni Sina'nın yanlış fikirlerinden birine karşı yalnız başına savaşmak cesaretini gösterebilmiştir." İbn-i Nefis, küçük kan dolaşım sistemini tam anlamıyla izah etmiş, akciğerlerin yapısını ve görevini aydınlatmış ve kılcal damarların mevcudiyetini de ispat etmiştir.

İşte İbnünnefis, küçük kan dolaşımını bu kadar açık ve basit bir şekilde anlatmıştı. Daha sonra yaşayan Miguel Serveto veya Micheal Servet'in, İbnünnefis'ten farklı olarak söylediği tek şey vena pulmonalislerdeki kanın daha açık renkte olmasıydı.

Çok iyi Arapça konuşan ve tıbla ilgili bir seri eseri tercüme eden Michel'in, aradan üç yüz sene geçtiği halde İbnünnefis'ten haberdar olmamasına imkân yoktu. Belki de İbnünnefis'in, Batı'da tanınmamazlığından faydalanarak onun görüşlerini kendine maletmişti. İbnünnefis'in görüşlerini anlattığı İbni Sina'nın büyük tıp eserine yazdığı Şerh, eğer Servet'in eline geçmemiş olsaydı, bugün onun bir nüshası Madrit'te Escoriol Kütüphane-si'nde halâ bulunur muydu? Aslında bu ilk defa olan bir şey de değildi. O kadar ki, Batı (Avrupa) dillerine tercüme edilen kitapların bir kısmının Batılı birinin ismiyle yayınlandığı çok görülmüştür. Hatta 12. yüzyılda İspanya'nın Sevil şehrinde bu korsanlığın yasaklanmasına dair bir ferman bile çıkarılmıştır.

İbnünnefis'in eserinin Batı dillerine tercüme edilmeyişi, Batı'da tanın-mamasının tek sebebidir. Onun eserlerinden sadece bir şerh, Lâtince'ye çevrilmiştir. Fakat diğer bir şerhinin Hintçe'ye çevrilmesi az da olsa bu eserin ilim tarihinde hürmet ve alâka görmesine sebep olmuştur.

İbni Sina'nın Tasrih adlı tıp kitabına yazılan şerhlerin en değerlisi, şüphesiz ki İbnünnefis'in Şerhi'dir. Asırlar geçmesine rağmen, geç de olsa, onun eserinde yer verdiği görüşler, ilim dünyasında gereken hürmeti görecektir.

İbnünnefis, gözün yapısı ve görme olayını da inceleyerek modern anlamda açıklığa kavuşturdu. Ona göre; "Göz organı, görmenin aleti olup, bizzat görücü olan, göz değildir. Görme olayı esasında, gözde teşekkül eden görüntülerin sinirler yoluyla beyne ulaşması sonucu beyindeki idrak kısmı tarafından algılanarak meydana gelir. Göz, bizzat hareket etmez. Ona bağlı olan sinirler vasıtasıyla hareket eder. İki gözden gelen bu görüntüyü taşıyan sinirler beyinde birleşirler. Bu birleşme çapraz (chiasma aptigue) biçimindedir. Göz organı üç tabakadan meydana gelir. Ortadaki şeffaftır. Adeleleri de altı tanedir. Üç veya beş değildir.

Bunun yanında göz hastalıklarını da inceleyen İbnünnefis, iltihaplanmaların tedavi usullerini ve ilaçlarını bildirmiştir. İlaç olarak, kimyevi maddeler yerine daha çok taze ve faydalı gıdaları kullanıyordu.

Zamanın büyük tıp alimi olan İbnünnefis, daha çok insan organizması üzerine tesir eden faktörleri araştırdı. Hastalıkların tedavilerinden çok, esas sebepleri üzerinde durdu. Aynı zamanda ortopedi branşının da kurucuları arasında yer aldı.

Tıpla ilgili eserlerinin yanında, usul-i fıkıh, mantık ve tıbba dair çok kıymetli eserler veren İbnünnefis, tıp alanındaki eserlerinin çoğunu kendince yazmış. İlimlerin inceliklerini bildiği için, başka eserlere başvurmamıştır.


O zamanlar Kahire'de 1200 tane sıcak hamam vardı. Bir gün bunlardan birinde güzel bir zeytinyağlı sabunla yıkanırken, Arşimed gibi hamamdan fırlayarak dışarı çıktı. Hemen kâğıt, kalem, mürekkep getirterek, nabız hakkında bir makale yazmaya başladı. Bitirince de tekrar hamama dönerek yıkanmasına devam etti.

Çok yönlü bilgiye sahip olan İbnünnefis, meşhur Galen'le, İbni Sina'nın bütün fikirlerini ezbere bilirdi. Hocası ed-Dahvar ve meslektaşları, Galen'in metodunu benimserlerken, o tenkit etmekten çekinmedi. Zayıf noktalarını ortaya koydu.

İbnünnefis, gözlem ve deneye çok önem verirdi. Fen ilminde ancak gözlem ve deneyler neticesinde elde ettiği sağlam bilgileri kabul ederdi. Gerçeğe ulaşmak için muhakkak meselenin temeline inerdi. Yazmadan önce tekar tekrar deney yapardı. Bu konuda kendine o kadar güvenirdi ki, "Eserlerimin benden sonra onbin sene yaşayacaklarını bilmeseydim, onları asla kaleme almazdım" derdi. Bununla birlikte, ihtiyatı da elden bırakmaz, "Bir eser yazma iddiasında bulunanlar, gereken mes'uliyeti de yüklenmelidir" demekten çekinmezdi.

Ona göre, izah edilemeyen bir keşif ilmilik kazanamazdı. Onun isbat edilmesi gerekirdi. İbnünnefis, "...Bu kan saflaştıktan sonra zorunlu olarak adardamarla akciğere kadar geçmek mecburiyetindedir" diyordu. O, bu neticeye akıl yürütmekle, prensiplerden neticelere ulaşmakla varmıştı.

Talebelerine eskilere ait herhangi bir fikir ve tezi anlatırken, olduğu gibi anlatmaz, tarih ve değerlerini dikkate alırdı. Hür araştırma fikrine sahipti. Antik medeniyetin o zamana kadar itibar gören nazariyelerine karşı çıkmaktan çekinmezdi. Bu konuda oldukça cesurdu. Kendi fikir ve düşüncelerini güven ve azimle savunurdu. Şu sözler onun hareket tarzını açıkça ortaya koyar:

"Biz organın fonksiyonunu açıklamak için teorilere uygunluğuna veya önceden benzer vak'alar geçip geçmediğine bakmaksızın, titiz bir gözlem ve doğru bir araştırmaya dayanmalıyız."

MUKAYESELİ ANATOMİ

Böylece İbnünnefis, Harvey'in ciddi olarak sahip çıkamadığı Hipokratik tarzla tabiatı araştırdı. Çeşitli hayvanların yapı değişiklikleri açıktı. İbnünnefis, mukayeseli bir anatomiye ihtiyacımız bulunduğu, değişikliklere dikkat etmemiz gerektiğini söylüyordu.

O, peşin hükümlerden kaçınan, doğru gözlemlere dayanan, hür ve müstakil bir yorumcu idi. Küçük kan dolaşımım keşfetmesinde bu özelliklerinin büyük rolü vardır.
HASTALIĞIN SEBEPLERİNİN ARAŞTIRILMASI

Kendi devrinde tıp ilminin önderi durumunda olan İbnünnefis, daha çok insan organizması üzerinde etkili olan faktörleri araştırdı. Tıbbı tedaviden daha çok, hastalıkların ana sebepleri üzerinde durdu. Diyebiliriz ki, o, tıpta hastalıkların sebepleri üzerinde ilmi çalışmalar yapan ve eserler yazan ilk bilgindir. Ortopodi ilminin de kurucularındandır.

Eserleri

1- Eş-Şamil fit-Tıb: İbnünnefis'in yazdığı en büyük tıp kitabıdır. Üç yüz cilt halinde yazmayı planladığı bu eserin ancak seksen cildini tamamlayabilmiştir. Bu eser günümüze kadar ulaşmamıştır.

2- Kitab-ül Muhazzab fi'l-Kuh: Göz hekimliği konusunda da oldukça önemli bir eseridir. Bugün hâlâ bir nüshası Vatikan Kütüphanesi'nde bulunmaktadır.

3- Mücez: En çok tanınan eseridir. Dört ana bölümden meydana gelen eser, İbn-i Sina'nın Kanun'unun bir çeşit özetidir. Birinci bölüm; tıp ilminin, ilmi ve ameli, yani teorik-pratik kaideleri ve esasları hakkındadır. İkinci bölüm, ilaçlar ile gıda maddelerinin tarif ve tıbbi tasnifiyle ilgilidir. Üçüncü bölüm, insan bedeninde görülebilen hastalıkların teşhis ve tedavileri; üçüncü bölüm ise belli uzuvlara mahsus olmayan hastalıklar ile bunların teşhis ve tedavileri hakkındadır. Eser ilk defa 1828 senesinde Kalkü-ta'da basılmıştır. Yazma nüshaları, dünyanın hemen her büyük kütüphanesinde mevcuttur. Zamanımıza kadar Hind hekimleri tarafından hararetle tetkik edilmiştir. Esere asırlarca pek çok şerh (açıklamalar), haşiyeler (dipnotlar), talikler (ekler) yazılmıştır.

Bu esere Cemaleddin Aksarayi Hal'ül, Mücez adıyla şerh yazdı. Ayrıca Muslihiddin Sururi ve Edirne Darüşşifası Baştabibi Ahmet bin Kemal (kanuni devri) Türkçe'ye çevirdi.

YAZDIĞI ŞERHLER

Yazdığı şerhlerden bir kısmı şunlardır:

1- Hipokrates'in Fusul'üne yazdığı şerh; Şarkta çok kullanılan bu eserin birçok yazma nüshaları vardır. 1881 'de İran'da basılmıştır.

2- Hipokrates'in bulaşıcı hastalıklar adlı eseri üzerinde yazdığı şerh: Bu eserin bir nüshası İstanbul Ayasofya Kütüphanesi 3642 numarada kayıtlı bulunmaktadır.

3- İbni Sina'nın Kanun'u üzerine yazdığı şerh: Kanun'un en değerli şerhlerinden birisidir. Britis Museum'da bulunmaktadır.

4- Huneyn Bin İshak'ın Mesail fi't-Tıbbı'na yazdığı şerh: Lieden Kütüphanesi'nde 1296 numaralı yazma içerisinde bulunmaktadır.

İbni Sina'nın Tasrih'ine yazdığı şerh: Yazma olarak günümüze kadar gelen bu eseri ilk defa Mısırlı doktor Muhyiddin Tantavi ortaya çıkarmıştır. Küçük kan dolaşımını anlattığı bu eserinde İbnünnefis, Calinos ve İbni Sina'nın bu konudaki görüşlerine karşı çıkmaktadır.

Bütün bunlardan sonra, İbnünnefis'le ilgili maddeyi insaflı bir Avrupalı olan Batı Almanyalı Dr. Sigrid Hunke'nin şu satırlarıyla bitirelim:

"Bugüne kadar İslâm ilim tababeti hakkında kesin hüküm; Müslümanların bağımsız olmadıkları, papağan gibi Yunanlıları taklit ettikleri şeklinde idi. 13. asırda yaşayan bir İslâm aliminin küçük kan dolaşımını keşfetmesi, adeta tekrarlanmaktan zevk duyulan bu görüşün ne kadar düşüncesizce ve haksız olarak söylendiğini bize gösterdi."

"Tantavi'nin bu buluşu yine gösterdi ki, İslâm alimleri, teorilere uygunluk derecelerine ve önce vukua gelip gelmediklerine bakmadan, kritik deneme, titiz gözlem ve peşin hükümsüz araştırmaya gayret gösterme hususunda Ortaçağdaki Hıristiyan meslektaşlarına göre daha azimli ve daha kararlıydılar."

DİĞER İLİMLERDEKİ ESERLERİ

İbnünnefis'in diğer ilimlerde de şu eserleri vardır:

1- Sire: Peygamberimizin hayatını anlatmaktadır. Bir nüshası Kahire Kütüphanesi'nde mevcuttur.

2- Muhtasar fi İlm Usul-il Hadis: Hadis ilminin prensiplerini anlatmaktadır.

3- Fazıl İbn Natık: H.Ritter'in bahsettiğine göre, İbn-i Sina'nın Hayy İbn-i Yakazan'ına karşılık kaleme aldığı teolojik bir reddiyedir.

4- Şirazi'nin Tenbih'ine yazdığı şerh: Fıkıhla ilgilidir. Eser günümüze kadar gelememiştir.

5- İbni Sina'nın İşarat ve Hidaya fi'1-Hikme'sine yazdığı bir şerh: Bu eser de felsefidir. Fakat zamanımıza kadar ulaşamamıştır.

İbnünnefis'in eserleri incelendiğinde, tamamiyle ilmi tecrübe ve pratik bir yaklaşımla mevzuları ele aldığı görülür. İlmi haysiyet ve tenkitçilik,

gözlem ve müşahade, onun sarıldığı ve tavsiye ettiği temel prensiplerdir. Metodu ve üslubu ile modern ilimler ve tıp üstadıdır. Kendisi bu konuda; "İlim adamına yakışan, körü körüne geçmişte yapılanlara muhalefet etmek olmadığı gibi, onları körü körüne taklit etmek de değildir. Aklı, tecrübeyi kullanarak, ilmi araştırmalar yaparak, gerçeklere ulaşmaktır" demektedir.

Onbeşinci asırda, Arabistan'da yetişmiş meşhur Müslüman coğrafyacısı ve denizcisi haritacılığıyla ün yapmıştır. Pusulayı Avrupa'ya tanıtan İslâm bilginleri arasında yer al­mıştır.

İsmi, Ahmed bin Macid bin Muhammed bin Amir, lâkabı Şihabüddin'dir. Eserlerinden anlaşıldığına göre, 15. asrın ilk yarısında, takriben 1435 (H.839) senesinde Arabistan'ın Umman sahilindeki Culfan bölgesinde doğdu. 1501 (H.907) senesinde vefat etti.

Kendisi gibi alim olan babası ve dedesinden din ve fen bilgilerini öğrendi. Küçük yaştan itibaren denizciler arasında yetişti. Denizcilik ilim ve sanatını ve tarihini iyice öğrendi. Aynı zamanda iyi bir edip oldu. Portekizli ünlü denizci Vasco de Gama'ya rehberlik ederek gemisiyle onu Hindistan'a götürdü.

Vasco de Gama, 1497-1499 yılları arasında yaptığı Hindistan yolculuğunda İbni Macid'in bilgisinden faydalanmış, hatta onu gemisine kaptan tayin etmişti.

Vasco de Gama, Doğu Afrika sahillerindeki Molindi'den itibaren Hindistan'a varıncaya kadar İbni Macid'i hiç yanından ayırmadı. Çünkü onun o bölgeleri çok iyi bildiğini, bu konuda çizilmiş haritaları bulunduğunu biliyordu. Yolculuk boyunca hep onun izahları ışığında hareket etti ve böylece Hindistan'a ulaşmayı başardı.



Birçok araştırmalarda bulunan İbni Macid, bazı deniz cisimlerinin, ağaç ve balıkların yaydığı fosfor ışınları sebebiyle bölge tayini yapılabileceğini, bunun astronomik hesaplamalarda, yıldızların mesafelerini tayinde yanıltıcı etkisi olabileceğini keşfetti. Astronomik hesaplamalarda usturlab aletini çok mükemmel bir şekilde kullandı. Pusula bozulduğu zaman değişik metodlar-la yönün nasıl tayin edilebileceği hususunda önemli bilgiler ortaya koydu. Pusulanın tam ve doğru bilgi vermesi için gerekli hususları tespit ederek açıkladı.



Sr. R.F. Burton (1821-1870)'un bildirdiğine göre, İbni Macid, Afrika sahillerinde, geçen yüzyıla radar pusulayı icad eden kişi olarak biliniyordu. (Bu o bölgede yaşayan insanlara pusulayı İbni Macid'in öğretmiş olmasından olsa gerek) Yoksa pusulanın icadı Çinlilere dayanmaktadır. Müslümanlar, Çinlilerden ilkel nitelikte aldıkları pusulayı geliştirip mükemmelleştir-diler. Pusulayı Avrupa'ya tanıtan da Müslümanlar oldu.

Yazdığı eserlerinde, kendinden önce gelen bütün deniz bilimcilerinin ortaya koydukları bilgi ve teknikleri özetledi. Bunlara ilave olarak kendi araştırma, inceleme ve tecrübeleri sonucu elde ettiği yeni bilgi ve neticeleri de kaydetti. İbn-i Macid, nazari bilgilerden çok; pratik bilgilere önem verdiğinden, eserlerinden Batlamyus coğrafyasına uymadı. Eski Yunanlıların ortaya koydukları nazariyelere de itibar etmeyerek, tecrübe ve müşahadelerinin sonuçlarını ortaya koymaya çalıştı. Eserlerinde, Hindistan, Endonezya, Kızıldeniz, Akdeniz bölgeleri ile ilgili çok ilgi çekici bilgiler ve hikâyelere yer vermiştir.



İbni Macid eserinde, pusulayı gerçekte icad edenin Hz. Davud olduğunu söylemektedir. Bilindiği gibi, demircilerin piri (üstadı, rehberi) olan Davud Aleyhisselâm, demiri hamur gibi yumuşatma, ona istediği şekli verme mucizesinin sahibiydi. Öyleyse, insanlık tarihinde sanayinin temellerini atan da Davud peygamberdir. O, demirden kazma, kürek, zırh gibi alet ve eşyalar yaptığı gibi, ilk defa pusulayı yapmış ve insanlığa hediye etmiştir. Yeri gelmişken burada şunu hemen belirtelim ki, manevi ilimlerin olduğu gibi, maddi keşif ve buluşların kaynağında da muhakkak bir peygamberin mucizesi bulunmaktadır. Çünkü peygamberler sadece dini konularda değil, dünya işlerinde de insanın önderleridir. İlk gemiyi Nuh (as), ilk saati Yusuf (as)'un yaptığını biliyoruz. Bunun gibi ilk pusulayı da Davud peygamber yapmış, manevi alanda olduğu gibi maddi alanda da inananları ilerlemeye teşvik etmiştir.

ESERLERİ

Kithab-ül-Fevaid. En önemli eseri olup, bir giriş ile on iki bölümden meydana gelmektedir. İbn-i Macid, bu eserinde, gemicilik, denizcilik hakkında gemicilikte kullanılan aletler, denizde yıldızlar vasıtasıyla yön tayini, sahillerin tesbiti, rüzgârları, med ve cezir olaylarını, güneş ve ay tutulmalarını ve bunların hesaplamasını açıklamıştır. Astronomi, coğrafya ve matematik konularında denizcilerin okuması ve bilmesi gereken eserlerin tanıtımını yapmıştır.

Beytülibreyi, yani gemilerde kumanda odasının ve pusulanın önemini, gemilerin inşa metodlarını ve teçhizatım ve personelin nasıl yetiştirileceğini izah etmiştir. Seyrüseferde istifade edilecek çeşitli işaret ve alametleri anlatmakta, muhtelif denizlere ait kuş ve balıklar ile bu yörelerin tanınmasını izah etmiştir. Arabistan, Afrika, Kızıldeniz, Hind Okyanusu ve Büyük Okyanus sahillerini, belli başlı büyük adaları ve sahillerini, Bahreyn, Madagaskar, Cava, Sumatra, Seylan, Zengibar adaları ile sahilleri hakkında bilgi vermektedir.


Diğer önemli eseri Haviyet-ül-İhtisar'dır. Bin beyitten meydana gelen eser, on bir bölüm halindedir. Eserde, gemilerin yaklaşabileceği deniz sahillerindeki işaret ve alametleri, denizciler için lüzumlu astronomik bilgiler, vakitler, gün, hafta, ay ve yılların hesaplanması üzerinde durulmaktadır. Kameri ve Şemsi yılın izahı yapılmaktadır. Muhtelif deniz yollarını tarif ederek, sahillerin mesafelerini belirtmektedir. Zamanın hesaplanması ve müsafelerin ölçümü ele alınmıştır. Burçlar ve yıldızlar vasıtasıyla takvimin ve zamanın hesaplanması metodları izah edilmiştir.

İbn-i Macid'in yazdığı diğer eserlerin bilinenleri şunlardır: l- El-kasidet-ul-Müsemmat bil-Hediyyeti, 2- El-merasi alâ Sahil-il Hind-il Garbiyye, 3-Şerh-uz Zehebiyye, 4- Kitab-ül Menafi.
Ünlü Osmanlı denizci Şeydi Ali Reis, Muhit adlı eserinde, İbn-i Macid'in eserlerinden istifade etmiştir.

Diyebiliriz ki, denizcilik sahasında çok ileri giden Müslümanların önde gelen bilginlerinden birisi olan îbn-i Macid, ne yazık ki genç nesillerimize tanıtılamamıştır. Tarihin sayfalarını karıştırdığımızda, her şeyin Batı'dan alınmadığını, aksine birçok şeyi Batı'ya bizim öğrettiğimizi göreceğiz. Bize düşen, çalışkanlığımızla şanlı ecdadımıza layık olabilmektir.

İbn-i Karaka, büyük İslâm bilginleri arasında anılması gereken biridir. XI. yüzyılın ikinci yarısında Mısır'da yaşadı. Çocukluğu güçlüklerle geçti. Fakat çok zeki ve çalışkandı. Durmadan bir şeyler araştırıyor, okuyor, etrafında olup bitenleri dikkatle inceliyordu.

Çocukluğundan kalma bu aşırı öğrenme merakı, vakti gelince onu bilginler arasına soktu.

Kahire'de beş metre çapında bir torna tezgâhı yaptı. Bu, dünyada yapılan ilk torna tezgâhıydı. Bakır levhalar, demir daireler artık kolaylıkla kesiliyor, bunlar usturlabdan günlük ihtiyaçlara kadar her yerde kullanılıyordu.

HARİKA TORNA TEZGÂHI

Kitaplardaki tariflere göre İbn-i Karaka'nın torna tezgâhı, günümüzün torna tezgâhlarına benziyor, hemen hemen aynı sistemle çalışıyordu. Devrin hükümdarı, İbn-i Karaka'nın tezgâhını görünce hayretle sordu:

"Bu aleti daha küçük yapsaydın, daha az zahmet çekmez miydin?"

İbn-i Karaka şu cevabı verdi:


"Eğer ben bu tezgâhın bir ucu ehramlarda (piramitler), diğer ucu Nil nehrinin öte tarafındaki Tannur'da bulunacak kadar büyük yapabilseydim, zahmetim daha da azalırdı. Aletler ne kadar büyük olursa, çalışmalar o kadar rahat ve o derece iyi netice alınır. Kâinatın büyüklüğü ile karıştırılırsa bizim yaptığımız aletlerin küçüklüğü meydana çıkar."

O devirde Müslümanlar çeşitli araştırma, inceleme ve deneyler yapıp icatlarda bulunurken, Avrupa, bilginleri cezalandırıyor, ilim düşmanlığı yapıyordu. Ne yazık ki, İbn-i Karaka hakkında daha detaylı bilgilere sahip değiliz. Hatta ne zaman doğduğunu, kimlerden ders aldığını, başka nelerin icadıyla uğraştığını bilmiyoruz. Bildiğimiz şu ki, İbn-i Karaka, bugünkü teknolojinin ilerlemesine çok faydası dokunan torna tezgâhının icatçısıdır. Avrupa, torna tezgâhını Müslümanlardan öğrenmiştir.

mi, Cemşid bin Mes'ud bin Mahmud et-Tabib el Kaşi olup, lâkabı Gıyaseddin'dir. On dördüncü asrın sonlarına doğru Maveraünnehir bölgesinde bulunan Kaş şehrinde doğdu. Uluğ Bey Ziyci adlı eserin önsözünde, 1429 senesinin sonbaharında Semerkand'da öldüğü bildirilmektedir.

Gıyaseddin Cemşid, ilk tahsiline Kaş'ta başladı. Babası, zamanın önde gelen din ve fen alimlerindendi. Önce sarf, nahiv ve fıkıh ilmini öğrendi. Fıkıh ilminde söz sahibi oldu. Mantık, belagat, matematik ve astronomi ilimlerini tam manasıyla tahsil etti. İlim aşkına uzun süren seyahatlere çıkar ve azimli çalışırdı. 1416 senesinde Karakoyunlu Sultanı İskender'in hizmetinde bulundu. Uluğ Bey tarafından Semerkand'a davet edildi.

Cemşid, önce Nasirüddin Tusi'nin eserlerini inceledi. Kutbüddin Şirazi'nin eserlerini tetkik ederek, ziyadesiyle istifade etti. Meraga'da yapılan rasathanede çalışarak, astronomi cetvellerini (ziycleri) yeniden düzenleyip ortaya koydu. Böylece astronomide yeni ufukların açılmasını sağladı.

Yıldız cetvellerini, yeryüzünden uzaklarını, güneş ve ay tutulmasının hesaplarını, bunların hesaplanmasında kullanılacak olan Tabak-ül-Menatık adlı aletin yapılış ve kullanışını izah etti.

Avrupalı ilim tarihçileri, yıldızların ve gezegenlerin yörüngelerinin daire şeklinde olma­yıp, elips şeklinde olduğunun keşfini Kepler'in başarılarından sayarlar. Halbuki, ondan yüz sene önce Gıyaseddin Cemşid, bu ilmi hakikati Nüzhet-ül-Hedaik adlı eserinde izah etmiş ve ortaya koymuştur.

mi çalışmaları ve dirayetiyle, fen ilimlerinde araştırma, gözlem ve deney usulünün gelişmesini sağladı. 1406, 1407 ve 1408 seneleri için ay tutulmasının hesaplamalarını gayet hassas olarak yaptı. Ayın ve Utarid'in yörüngelerinin eliptik düzlemde olduğunu açıkça ispat etti. Böylece, Kepler'in bunu kendine mal etme iddiası geçersiz ve asılsız kaldı.

CEMŞİD VE MATEMATİK

Günlük hayatımızda önemsiz gibi görünen bazı küçük şeyler olmasa, çağdaş teknoloji bugün bulunduğu noktadan yüzyıllarca gerilerde, belki de "solda sıfır" olurdu. Dilimizde "değersizliğin ifadesi" olan "solda sıfır deyimi", ondalık kesirlerde virgülün solunda kalan sıfır için kullanılır.

Ondalık kesirin icat edilmediği bu dünyada; en küçük kesirli alış verişlerden uzay teknolojisine kadar hemen hemen her alanda korkunç çetrefilli durumlar yaşanırdı.

Hele bu işlemlerin Roma rakamları veya bayağı kesirlerle yapıldığını düşünmek bile istemiyoruz. "Virgül", yazıda da önemlidir ama, bazen olmasa da olur. Gelgelelim ma­tematikte virgülü kaldırmak, neredeyse matematiği ortadan kaldırmak demektir.

Gıyaseddin Kâşi, astronominin yanında, ilmi çalışmalarını daha çok matematik alanında yoğunlaştırdı.

Virgülü, aritmetik işlemlerde ilk defa o kullandı.

İlim tarihinde, aritmetikte ondalık kesir sisteminde virgülü ilk defa kullanma şerefi, Gıyaseddin Cemşid'e aittir. Risalet'ül Muhitiyye adlı eserine bakıldığı zaman, bu gerçek apaçık görülecektir.

ONDALIK KESİR SİSTEMİNİ BULAN BİLGİN

Aritmetikte ilk defa ondalık kesir sistemini keşfeden ve bu konuda eser veren odur. Ondalık kesir kuralını ilk defa o kullanmış, bunlar üzerinde toplama, çıkarma, çarpma ve bölmeler yapmıştır.

Halbuki, ondalık kesirlerin keşfi, Simon Stefan'a atfediliyordu. 1948 senesinde Alman bilim tarihçisi Pouluckey, yaptığı araştırmalar sonucu, ondalık kesirlerin asıl Cemşid'in bulduğunu ispatladı ve ilim alemine kabul ettirdi. Cemşid, Simon Stefan'dan yüz altmış sene önce yaşamıştır. O, ondalık sayılar üzerinde dört işlemi uyguladı. Avrupa'da ise, bu sistem ancak 16. asırdan sonra kullanılabildi.

Bu konudan bahseden Risalet-ül-Muhitiyye adlı eserinde, daire çevresi ile yarıçap arasındaki oranı çok açık bir şekilde göstermiştir. Ondalık sayılarda virgül işareti kullanmadan, sayının tam kısmı üzerine sihah (tam sayı) kelimesini koymak suretiyle sayının tam kısmının, ondalık kısmından ayrıldığı ilk defa bu eserde görülür.

Onun bulduğu bu değer, kendinden önceki matematikçilerin bulduğu değerden daha doğrudur. Ticari hesaba dair eserinde ise ondalık kesirlerde o, sihah tabirleri yerine virgül kullanmıştır.

CEMŞİD VE CEBİR

Gıyaseddin Cemşid, ayrıca, yüksek dereceden nümerik denklemlerin yaklaşık çözümleri konusunda orijinal buluşlarıyla da şöhret bulmuştur.

Cebirde de yeni buluşları vardır. Bilhassa Uluğ Bey'e sunduğu "Miftah-ül Hisap" adlı eserinde, herhangi bir dereceden kök almalarını açıklamıştır ki, bu, Batı ilim dünyasında ancak 300 yıl sonra İsaac Newton tarafından ulaşılabilen neticedir.

Miftah-ül Hesab adlı eserinde herhangi bir dereceden kök alma yollarını hesapladı. Binom açılım olarak matematikte bilinen formülden istifade edilerek gerçekleştirilen bu kök alma işlemlerinin keşfi, Batı aleminde Newton'a atfediliyorsa da bunu Newton'dan üç asır önce Cemşid'in bulduğunu ve ilk defa binomial denklemleri çözdüğünü Derek Stewart, Sources of Mathematics adlı eserinde ilim dünyasına açıklamıştır.

CEMŞİD VE TRİGONOMETRİ

Cemşid (pi) sayısının 9. rakama kadar olduğu değerini ( =3,1415926535898732) l derecelik yayın sinüs değerini bugünkü değerlere göre 18 ondalık sayıya kadar doğru olarak hesaplamıştır.

Trigonometride "El Kâşi Eşitliği" adıyla şöhret bulan temel formül de onun buluşudur. Trigonometrinin temel formüllerinden olan sin "Aş3 Sin A+4 Sin 3A şeklindeki bu formül onun adıyla anılmaktadır. Aritmetik ve trigonometride yeni keşiflerinden bahseden eserleri "Risalet-ül Muhitiyye" ile "Risalet-ül Veter ve'l Ceyb"dir.

Cemşid, yalnızca ondalık kesri, kesin sonucu olmayan problemlerin yaklaşık çözümünü ve mükerrer logaritmayı (iterati ve algorism) icad edip, Pi sayısının gerçekten doğru bir hesaplamasını yapmakla kalmamış, bir hesap makinası icad eden ilk kişi olma mazhariyetine de ermiştir.

O aynı zamanda Newton'un adıyla anılan iki terimli denklemi de çözen ilk kişiydi.

Bu denklemin (a+b) n+an+cnlan-1b+cn2 an-2 b2...+cnnbn şeklinde çözümü, onun sayılar ilmi konusunda belki en önemli Müslüman metni olan Miftah el-hisab (aritmetiğe Anahtar) adlı kitabında yer almaktadır. Cemşid altmışlık sayı sistemine dayanan aritmetiğe bir şahaseri olan Risalet el-mu-hitiyye (Çember Hakkında Kuşatıcı Risale)'nin de yazarıdır.

CEMŞİD VE ASTRONOMİ

Gıyaseddin Cemşid'in Semerkant rasathanesinin kurulmasında büyük hizmetleri olmuştur. (1421)

Rasathanenin ilk müdürü de odur. Uluğ Bey (1394-1449)'in Ziyc'inin hazırlanmasında büyük emeği geçmiştir.

İLMİ KİŞİLİĞİ

Uluğ Bey, ondan bahsederken, "Önceki ilimlerin mükemmelleştiricisi", "Meselelerin çetrefil noktalarının çözücüsü" der ve Semerkant çevresinde "Allâme Cemşid" unvanıyla anıldığını anlatır.

Batı bilim dünyasında 17. yüzyıl sonlarına kadar tesirini sürdüren ve yirminci yüzyıla kadar dikkatleri üzerine toplayan bilgini meşhur eden eserleri olmuştur.

Bilhassa matematik sahasında Batı ilim dünyasının adından söz ettiği Gıyaseddin Cemşid, 8 ile 16. yüzyıl bilim tarihini incelediğimizde matematik ve astronomi alanında en önde gelen bilgin olarak karşımıza çıkar.

Zamanında astronomi ve matematik öylesine ileri gitmişti ki, Avrupa bu seviyeye ancak 17. yüzyıl sonlarına doğru ulaşabilmiştir.

ESERLERİ

Gıyaseddin Cemşid, matematik ve astronomi alanında birçok eser yazdı. Yazdığı kitaplar, bilhassa 16 ve 17. asırda devrin ünlü ilim adamları tarafından uzun seneler temel müracaat kitabı olarak kullanıldı. Eserlerinden bilinenleri şunlardır:

Risalet-ül Muhitiyye: Ondalık sayılarla ilgili kurallara ve Pi sayısının değerine bu eserde yer verdi.

Arapça yazılan eser, İstanbul ve dünyanın birçok kütüphanesinde mevcuttur. Çeşitli yabancı dillere tercüme edilmiştir.

Kitabu Miftah-il-Hisab (Hesap Anahtarı): Bir mukaddime ile beş bölümden meydana gelen eserin, birinci bölümünde tam sayılarla hesaplama, ikinci bölümünde kesirli sayılarla hesaplar, üçüncü bölümünde astronomide kullanılan hesaplar, dördüncü bölümünde topografik olan hesapları, beşinci bölümünde ise bilinmeyenli hesaplar anlatılmaktadır.

Risalet-ül-Kemaliye veya Süllen-üs-Sem'a (göğün dereceleri): Gök cisimlerinin dünyadan uzaklığı, büyüklükleri ve boyutlarından bahseden bu eser, Mustafa Zeki tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiştir.

Yazma nüshaları İstanbul ve Avrupa kütüphanelerinde bulunmaktadır.

Kitabu-Ziye-il-Hakani fi Tekmili ziye-il-İlhani: Nasirüddin Tusi'nin yazdığı Ziye-il-İlhani adlı eserde incelenen yıldızların koordinatlarını kendi rasadlarına göre düzenlemiş ve tamamlamıştır. Nüzhet-ül-Hadaik: Kendi bulduğu Takabül-Menatık adlı bir rasat aletinden bahseder.



__________________
De ki: «Ey ehl-i kitap! Tevrat'ı ve İncil'i ve size Rabbiniz tarafından indirilmiş olanı ikame edinceye kadar hiçbir şey üzerinde değilsinizdir.» ALLAH HERŞEYİN EN DOĞRUSUNU BİLİR.
Yukarı dön Göster el_turki's Profil Diğer Mesajlarını Ara: el_turki
 
el_turki
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 15 mayis 2008
Gönderilenler: 425
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı el_turki

Bir dünya düşünün ki, temizlik yapmak şöyle dursun, onu yapmaya bile günah diyor.



Doktorluğu en şerefsiz bir meslek, adeta cellatlık sayıyor. O kadar ki, tıp fakültelerini dahi kapattırıyor.



Böyle bir şey olabilir mi diyeceksiniz? Evet, ne yazık ki, tarih bu çirkin gerçeği yaşamıştır. Ortaçağın Avrupa'sı, bu akıl ve insanlık dışı yaşayışın içindeydi. Avrupalı papazlar, 1163 tarihinde "Papazlar Meclisi"nde aldıkları bir kararla, tıpla ilgili bütün okulları kapattırmışlardır. Onlara göre doktorluk, cellatlığa yakın şerefsiz bir meslekti. Doktorlar birer sihirbaz ve yalancıydı. Doktorluk suçtu. Papazlara göre banyo yapmak büyük bir günah, hatta suçtu.



Ortaçağın Avrupa'sı bu utanç verici, yüz karası hayatı yaşarken, 7. yüzyılda İslâm Peygamberi, "Her derdin devası vardır, araştırınız, bulunuz" diyor, maddi ve manevi temizliğin en güzel prensiplerini koyuyordu.





İslâm dünyası, Peygamberinden, dininden aldığı azim ve şevkle, her il- j me olduğu gibi, tıp ilmine de dört elle sarılmış, bu alanda yeni yeni keşif ve buluşlar yapmıştı.



Ortaçağ Avrupa'sında doktorluk yasaklanırken, Avrupa'nın İslâm dünyası aynı çağda dev adımlar atıyor, büyük doktorlar yetiştiriyordu. Bu doktorlardan biri de Ebu'l-Kasım Zehravi idi.





İsmi Halef bin Abbas ez-Zehravi olup, künyesi Ebû'l-Kasım'dır. Kurtu-ba yakınlarındaki Ez-Zehra'da doğduğu için Zehravi ismiyle meşhur oldu. Batı ilim aleminde Ebü'l-Kasis, Bukasis ve Al-Zahravis olarak bilinir. 930 (H.318)-1013 (H.404) seneleri arasında yaşamıştır.

Zamanında ilim ve kültür seviyesi en yüksek olan Kurtuba Üniversite-si'nde öğrenim gördü. Özellikle tıp ilminin nazari ve tatbiki sahalarında derinleşerek söz sahibi oldu. Zehravi'nin yaşadığı devirlerde ilim ve teknikte çok ilkel bir seviyede bulunan Avrupa ülkeleri, Endülüs İslâm Üniversite-si'nden aldıkları temel bilgilerle aydınlanma yolunu tutmuşlardı. İçlerinden zeki olanlar ilim lisanı olan Arapça'yı öğrenmek suretiyle bazı mühim ilmi eserleri kendi dillerine tercüme ediyorlardı. Bu dönemde yetişen Zehravi, önce Endülüs Emevi halifelerinden Üçüncü Abdurrahman ile, sonra yerine geçen İkinci Hakem devrinde saray doktoru olarak çalıştı ve hükümdarların özel tabibi oldu.



Müslüman cerrahların babası olarak kabul edilen Zehravi, daha çok cerrahi sahasında başarılı ve meşhurdur. Modern cerrahinin öncülüğünü yapan Zehravi'nin devrinde, Avrupa'da bu ihtisas, hekimler tarafından üstün görülmediği için, uygulama sahası açılmamıştı. Avrupa'nın aksine, İslâm aleminde; makbul, yaygın ve revaçta bir ilim olduğundan, tatbiki başarılı neticeler veriyordu. Cerrahiye ilk önem veren alim, meşhur Razi idi. Ali bin Abbas onun yolunu takip etmiş, sonra da İbn-i Sina yetişmiştir. Endülüs'te de İbn-i Zühr bu sahada temayüz etti. Tıp ve cerrahiyi birleştirerek, tıb ilminde hamle yaptı.



Fakat cerrahinin başlı başına bir ilim haline gelmesi, Zehravi sayesinde olmuştur. Zira o, sadece nazariyelerle uğraşmadı. Bizzat ameliyatlar yaparak, metodlar ve aletler keşfetmeyi ve bunları maharetle kullanmayı başardı. Avrupa'da İslâm alimleri ve ilimlerinin ışığı sayesinde teşekkül eden rönesans hareketinde Zehravi'nin de büyük tesiri ve rolü oldu. O devirde Avrupa'da Zehravi'nin eserleri ve bunlarda ortaya koyduğu tıbbi ve cerrahi usuller de temel müracaat kaynağı idi.



J.AE. Condel, tıpta mahir olan Ebu'l-Kasım'ın, İsa Bin İshak'la birlikte vezirin evinde fizik, matematik ve astronomi sohbetleri yaptıklarını, üçüncü Abdurrahman'ın özel doktoru olduklarını, gece-gündüz de­meden hastaların evlerine müracaat ettiklerini, avlularını doldurduklarını, onları tedavi etme faziletini gösterdiklerini anlatır.



İbn-i Hazm (994-1064)'in ifadelerinden anlaşıldığına göre, o zamanın en verimli ve en ciddi şekilde tıpla uğraşan doktoruydu.



Ebu'l-Kasım'ı daha çok şöhrete kavuşturan "et-Tasrif" adındaki eseridir. O, bu eseriyle Ortaçağ'ın Batı tıp dünyasına hakim oldu. Doğulu ilim adamlarından çok Batılı ilim adamlarından takdir topladı.



Meşhur fizyolojist Haler'in ifadesiyle; "onun eserleri 14. asırdan önce yaşamış bütün cerrahlar için yegâne kaynak"tı. Avrupa asırlarca onun eserlerini inceleyip, yazdıklarından faydalandı ve ona dayanarak çeşitli buluşlar yaptı. Ebu'l-Kasım, kendi devrinde yapılması imkânsız sayılan birçok ameliyat yaptı. Ameliyatlarda kullanılmak üzere çeşitli aletler keşfetti ve resirnlerini çizip kitabına koydu. Bunu yapan ilk doktor Ebu'l-Kasım Zeh-ravi'dir.



Zehravi, daha o devirlerde birçok günlük acil hallerde cerrahi usullerini başarı ile tatbik etmiş, burun ameliyatları yapmış, gümüş nitratı kullanmıştır. Dağlama yoluyla da önceleri hiç yapılmamış birçok cerrahi tedaviyi başarmıştır. Hayatının büyük bir kısmını doğduğu yer olan Medinet-üz-Zeh-ra'da tıp ve eczacılık araştırmaları ile geçiren Zehravi, ayrıca din ve zamanın diğer fen ilimlerini de tahsil etmiştir. O, cerrahi uygulamalarda çok hassastı. Ameliyatlarda kullandığı aletleri kendisine has bir metodla mikroplardan temizledikten sonra kullanıyordu. Bu işte, bilinen ve madde'üs-safra denilen bir maddeden faydalandı. Günümüzde yapılan araştırmalar, bu maddenin bakterileri imha edici özelliğe sahip olduğunu ispatlamıştır.



Cerrahiyi bağımsız bir ihtisas dalı haline getiren Ebu'l-Kasım'dır. O, tıbba emsalsiz bir yükseliş kazandırmış, kendi patentini basmıştır. Batı'da, cerrahi onun sayesinde anatomi ile kader birliği yapmış, daha sonraki büyük keşifler için modern tıpta rehberlik eden nihai yolu hazırlamıştır.



Cerrahide kullanılan 200 kadar aletin resmini çizmiştir. Bu, o zaman için oldukça harika bir buluştu. Çünkü Ebu'l-Kasım'ın çizdiği bu aletler, bizzat cerrahide kullandığı aletlerdir.



Böbrek taşlarının nasıl çıkarılacağını ilk defa o tesbit etti. Bu ameliyatı ilk defa o gerçekleştirdi. Yaptığı ameliyat, çağımızın en ileri gelen operatörlerinin yaptıkları ameliyatla aynı idi.



Ayrıca, Ebul'l-Kasım öyle bir soba gerçekleştirdi ki, damıtmada yakıtını otomatik olarak tamamlıyordu.



Yaraların dağlanması, idrar torbası içindeki taşları parçalayarak çıkarmak, canlı hayvanlara tecrübe maksadıyla ameliyatlar yapmak, kadavrayı kesip parçalamak gibi, yeni fikir ve metodlar denedi.



O, bir ailede müşahade ettiği birçok vak'alar sonunda hemefoliye dair izahlarda bulundu. Bu açıklamalar bu mevzuya zenginlik kazandırdı.



Ebu'l-Kasım, Percival Pott (1713-1789)'dan 7 asır önce artrit ve fıkra tü-berkülozlanyla meşgul oldu.



Yaraların kotarizasyonu ile mesanede taşların giderilmesinden başka, seksiyon ve viviseksiyontodlarla da yetinmedi. Yunanlıların geri bir seviyede bıraktıkları tıbbın kadın hastalıkları dalında yeni usûl ve aletlerle büyük gelişmeler kaydetti.



El veya diz vak'alarmda ayak durumu ile çapraşık durum veya ilk defa kendisinin müdahalede bulunduğu çocuğun çeşhe durumunda doğuma yardımcı yeni metod ve müdahaleler buldu.



Kadın hastalıkları dalında yeni usul ve aletlerle büyük gelişmeler kaydetti.



"Ceninin ters doğumuna müdaheyi" yine ilk defa o tavsiye etti. Bu metod doğumu oldukça yardımcıydı. Halbuki Soranus ve selefleri buna cesaret edememişlerdi. Ancak, asırlar sonra Stuttgartlı jinekolog Walcher (1856-1935) buna teşebbüs etti ve bu usül "Valcher Durumu" adıyla şöhret buldu. Böylece müslüman bir bilginin buluşu yine bir Avrupalı doktora mal ediliyordu.



Vaginal taş ameliyatını tıp dünyasına o kazandırdı. Ayrıca Ebu'l-Kasım, özel bir vaginal aynadan başka "Collum"un sûn'i şekilde genişlemesine yarayan, doğumda büyük bir yardımcı olan kolpeurynter aletini de icad etti.



Poliplerin çıkarılmasında çengel uyguladı. Hizmetçisine başarılı bir tra-keotomi ameliyatı yaptı.



Büyük Fransız cerahı Pare, 1552 yılında yaptığı bir ameliyatla şöhrete kavuştu. Bu ameliyatta Pare, büyük damarları bağlamıştı. Herkes bunun, dünya tıp tarihinde bu konuda yapılmış ilk ameliyat olduğunu sanıyordu. Oysa aynı ameliyatı Ebu'l-Kasım, Fransız cerrah Pare'den 550 yıl kadar önce gerçekleştirmişti. Avrupalılar bunu da kendilerine mal ettiler. Pratisyen cerrahlarına sûn'i dikişi, kürk dikişi, karın yaralarında sekiz dikişi, bir ipliğe geçirilen iki iğneli dikişi, bu münasebetle kendi bağırsakları ile yapılan dikişi, bağırsak ameliyatında catcut (katkötü) o öğretti.



Bütün ameliyat dikişlerinde, bilhassa karın çukuru altındaki cerrahi müdahalelerde, havsalayı yatakta ilk defa yüksek tutan o oldu. Avrupa bu usulü ondan öğrendi.



Trendelenberg durumunu ilk defa tavsiye eden Ebu'l-Kasım'dır. Ancak, 20. yüzyıl başlarında Alman cerrahı Friedrich Trendelenberg (1844-1924), bunu ortaya koyabilmiş, daha doğrusu Ebu'l-Kasım'ın buluşuna sahip çıkıp, kendine mal etmiş, Ebu'l-Kasım'ın ismi unuttu-rulmuştur.



Zehravi'nin en çok meşgul olduğu ve çağdaşlarını da en fazla yoran hastalıklardan biri kanserdi. Onun, bu hastalık için ortaya koyduğu tedavi usulleri günümüze kadar uygulana gelmiştir. O, akciğer iltihaplanmaları üzerinde çalışmış ve ameliyatla göğsü yarıp dağlama yoluyla bunu tedavi etmeyi başarmıştır. Ameliyatla böbrek taşlarını düşürmeyi ilk defa gerçekleştiren yine odur. Yaptığı ameliyat günümüz operatörlerininkiyle aynı idi. Göz, kulak, burun, boğaz ve diş cerrahisine önderlik etti ve ilk defa fıtık ameliyatını gerçekleştirdi.



Ebu'l-Kasım Zehravi, ameliyatlarda kendine has anestezi metodlarını tatbik etti ve bunun için banc otundan faydalandı. Mafsal iltihaplarını tetkik ederek, tedavisi üzerinde durdu, varis, yani damar genişlemesi hastalığı üzerine çalışmalarda bulundu.



Ameliyat sırasında mum ve alkol kullanarak kanamayı durdurmayı başardı.



Açık kırıklarda, yaranın bakımı için alçı sargısından bir pencere kesip açma metodu da ona dayanır. Alçı sargısını yumuşak şeylerle doldurma da Ebu'l-Kasım'ın keşfidir.



Ebu'l-Kasım Zehravi, cerrahlar için anatomi bilgisinin son derece gerekli olduğunu savunmuş, ameliyat yapılacak kısım iyi bilinmedikçe ameliyata girişilmemesini tavsiye etmiş, anatomi bilmeden yapılan ameliyatların çok vahim neticeler doğuracağını anlatmıştır.



Ayrıca onun, ok yaraları ve diğer bir kısım yaraların tedavisinde oldukça orijinal buluşları bulunmaktadır.



Zehravi, ayrıca birçok diş operasyonlarını tarif etmiştir. Bunlar arasında diş çekme, tesbit etme, kökünü besleme ve takma dişle ilgili bilgiler vermiştir.



Zehravi, çürük dişlerin kırılmadan çekilebilmesi için kurşunla doldurulup çekilmesi fikrini ortaya atan ilk doktordur.



Diğer metallerin ağız içinde kimyasal reaksiyona gireceğini düşünerek altın tel kullandı. Demir, bakır ve altından yapılmış cerrahi aletlerini esaslı bir şekilde geliştirdi. Cerrahi ameliyatlarda dikişler için kullanılacak ipek ipliği imal etti. Burun içindeki fazlalık et parçalarını temizleyip almak için ilk defa senanın denilen orijinal bir alet yaptı. Yine ilaçları mesaneye vermek için madeni şırıngayı ilk defa o yapıp kullandı.



Dişler, kırık çıkıklar, bağırsak dikişleri, diz masfallarındaki kangrenler, damarların anevrismanlarının tedavisi gibi daha birçok konuda Ortaçağ'ın en büyük cerrahlarından biri sayılan Fransız cerrah guy de Chauliac, onun fikirlerinden faydalanmıştır. "Magna Chirurgua" adını verdiği eserinde en az iki yüz defa Ebu'l-Kasım'dan söz eder.



Ebu'l-Kasım ez-Zehravi'nin Lâtince'deki ismi Albucasis idi. Bu, Arapça Şekli kadar, Batı'da ünlüydü. Zehravi, Müslüman cerrahların en büyüklerindendi. Nitekim Kitab et-Tasrif veya Concessio adlı bir tıp ansiklopedisi olan kitabının otuzuncu bölümü yüzyıllar boyu cerrahlar için kılavuz kitap olmuştur. Cerrahinin İslâm tıbbında o döneme kadar verilmiş en sistematik bir değerlendirmesi bu bölümde yer almaktadır; metne ayrıca Zehravi tarafından kullanılan aletlerin tasvirleri eşlik etmektedir.



Ebu'l-Kasım Zehravi'yi meşhur eden, Avrupa'da cerrahinin temili olan Tasrif adlı eseridir. İlk ciltten meydana gelen eser, dokuz yüz sayfadır. Eserin asıl adı Et-Tasrif Limen Acize an'it Te'lif tir.



Otuz bölümden meydana gelen eserin birinci ve ikinci bölümlerinde hastalıkların genel değerlendirmesi yapılarak tedavileriyle ilgili bilgiler verilmektedir. Üçüncü bölümden yirmi beşinci bölüme kadar olan kısımda, ilaçların terkibi anlatılmaktadır. Yirmi altıncı bölümde hastalık, sağlık ve yiyecek rejiminden bahsedilmektedir. Yirmi sekizinci bölümde ise basit ilaçlarla yiyeceklere ayrılmıştır. Kitabın en önemli kısmını otuzuncu bölüm meydana getirmektedir. Burada, cerrahlıkla ilgili bilgiler anlatılmaktan.



Te'lif in seksenden fazla yazma ve basılı kopyası vardır. Birçok defa Lâtince'ye ve İbranice'ye tercüme edildi. Eserin birinci ve ikinci kısımları 1519 senesinde Ausburg'da Lâtince olarak basıldı. Cerrahi ile ilgili cüz'ü meşhur Gerard de Cremona tarafından Lâtince'ye tercüme edilmiştir. Bu bölümü Fatih Sultan Mehmed Han zamanında, Amasya Hastanesi Başhekimi Sabuncuzade Şerefeddin tarafından bazı ufak tefek ilavelerle Cerrahiye-i İlhaniye adıyla Türkçe'ye tercüme edilmiştir.



Avrupa'da cerrahinin temelinin atılmasına sebep olan bu eser, Salerno, montrepelleier ve diğer Avrupa tıp fakültelerinde asırlarca ders kitabı olarak okutulmuştur. Ebu'l-Kasım Zehravi'yi, Müslümanlardan çok, asırlarca eserlerinden istifade eden Avrupalılar tanımışlar, buluşlarını ve tedavi şekillerini kendilerine mal etmişlerdir.



Zehravi'nin eseri, Cremona'lı Gerard'ın Lâtince tercümesi sayesinde Ba-tı'da geniş ölçüde tanında ve İtalyan ve Fransız cerrahları üzerinde hayli etkili oldu; kendisine gösterilen ilgi, eserin modern döneme kadar yaşamasını sağladı.



Tasrif'te sünnet bahsi:



"Sünnet, diğer yaralarda olduğu gibi dokunun devamlılığını sağlamadan ibarettir. Fakat özellikle erkek çocuklara belirli bir amaçla yapıldığı için, en emin ve kolay yolu düşünmeliyiz. Eskiler, dinlerinde uygulanmaması sebe-biyle sünnetten bahsetmemişlerdir. Bizim tecrübe ile elde ettiğimiz bazı bilgilerimiz vardır. Ben, hekim ve berberlerin yaygın olarak sünneti ustura ve makasla yaptıklarını, halka, iplikle bağlayarak tırnakla inzisyon yaptıklarını gördüm. Bütün bu metodları denedim ve iplik bağlanarak makasla yapılan sünnetten daha iyi metod bulamadım. Sünnet ustura ile yapıldığında, prepusyumun iki katlı olması sebebiyle deri kaydığından üstteki deri kesilir, alta kesilemez. Bu da yeniden, ağrılı ikinci bir insizyonu gerektirir.





Sünnet bir halka (faika) ile yapıldığında, genellikle ucunun halkanın deliğine girmesi sebebiyle glans penisin kesilme tehlikesi vardır. Tırnakla yapılan sünnette, tırnak çoğu zaman deriyi sıyırır ve ameliyat boşa gider. Çocuğun derisi doğuştan sünnetli olabilir. Böyle bir vak'ayı ben gördüm.



Tecrübelerim, iplik ligatürü ve makas kullanılarak yapılan sünnetin üstünlüğünü göstermiştir. Makasın deriyi tam olarak kesmesi için alt ve üst ağızlarının aynı olması gerekir. Makası elinizle sıktığınızda, iki kesici kenarın birbirine uygunluğu sayesinde, aynı anda aynı miktar kesilir. Penisin ucuna da iplikle bir ligatür yapılırsa, muhtemel hatalar önlenmiş olur.





Ameliyatta takip edilecek yol, önce, özellikle her şeyi anlayabilecek yaştaki çocuklara, bütün yapacağımız işin, penisin ucuna iplikle bir düğüm atıp ertesi günü çözüp çıkarmak olduğuna inandırmaktadır. Sonra çocuğu anla-göre mümkün olduğu kadar eğlendirip cesaretlendirin. Ameliyat sırasında, ayakta dik olarak durmasını temin edin. Ameliyatta kullanılacak aletleri çocuğun görmemesi için saklayın. Bilâhare glans görününce-ye kadar prepusyumu geriye itin. Ortaya çıkan kirli maddeleri temizleyin. Daha sonra (glansı arkada hapsetmek amacıyla) prepusyum ilgili yerden bağlanır. İkinci bir iple de ilk ligatüre yakın bir yerden bağlanır. Baş ve işaret parmağınızla ikinci ligatürü çekin ve iki ligatur arasını kesin. Bu işlemden sonra hemen deriyi geriye itin, glans ortaya çıkarılır. Glansın şişmesini önlemek amacıyla biraz kanın akmasına müsaade edin. Kesilen sahayı yumuşak bir bez parçasıyla silin ve üzerine su kabağı tozu (bu denediklerimin en iyisidir) veya un serpin. Tozun üzerine iyi kalitede taze gül yağından imal edilmiş gül suyunda pişirilmiş yumurta sarısına batırılmış keten sarılır. Bir gün sonra çıkarılır ve yara iyi oluncaya kadar aynı uygulamaya devam edilir.



Sünnet için uygun makas tipi: Makas düz ve keskin burunlu, kıvrımsız ve ekseni düz olmalıdır. Sap uzunluğu bıçak ağzı uzunluğuna eşit olmalıdır.



Sünnette sık meydana gelen bir komplikasyon, prepusyum derisinin alt tabakasının kesim sırasında, kısmen veya tamamen içe dönmesidir. Bu durumda hemen, sünnetli bölge şişmeden tırnakla dönen deri çekilir ve bir in-zisyon yapılır. Eğer, deri kıvrımını tırnakla tutamıyorsanız, bir kanca ile tutup inzisyon yapılır. Eğer üç gün sonra hâlâ glansta şişlik ve ödem varsa, effüzyon gerçekleşinceye kadar bekleyin. Sonra ihtimamla deri kıvrımını kesin.



Glansa dikkat edin. Ucundan dikkat edin. Ucundan biraz kesilmesi ona zarar vermez. Bu durumda yaraya pudralarla ilgili çalışmada tarif ettiklerimiz içinden birini tatbik edin.



Gereğinden fazla derinin kesilmesi veya derinin büzüşmesi de zararlı olamaz. İyileşinceye kadar bahsettiğimiz tedaviler uygulanır."



Tamamını vermediğimiz metinden de anlaşılacağı gibi, Zahravi kendi devrinde yapılagelen sünnet çeşitlerini incelemiş ve kendi deneyleri sonucu en ideal ameliyat şeklini ortaya koymuştur. Bunun yanında çocuğu ürkütmemenin yollarını, sünnet pozisyonunu, kullanılan makasın şeklini bize detaylarıyla anlatmıştır

__________________
De ki: «Ey ehl-i kitap! Tevrat'ı ve İncil'i ve size Rabbiniz tarafından indirilmiş olanı ikame edinceye kadar hiçbir şey üzerinde değilsinizdir.» ALLAH HERŞEYİN EN DOĞRUSUNU BİLİR.
Yukarı dön Göster el_turki's Profil Diğer Mesajlarını Ara: el_turki
 
el_turki
Uzman Uye
Uzman Uye


Katılma Tarihi: 15 mayis 2008
Gönderilenler: 425
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı el_turki

m.ö 200 lü yıllarda yaşayan arşimet suyun kaldırma kuvvetini buluyor.hamam sefası sürerken.dünya ne garip biryer..
nuh aleyhisselam gemi yapıyor.hemde arşimetten çok çok önce.

__________________
De ki: «Ey ehl-i kitap! Tevrat'ı ve İncil'i ve size Rabbiniz tarafından indirilmiş olanı ikame edinceye kadar hiçbir şey üzerinde değilsinizdir.» ALLAH HERŞEYİN EN DOĞRUSUNU BİLİR.
Yukarı dön Göster el_turki's Profil Diğer Mesajlarını Ara: el_turki
 
hasanoktem
Admin Group
Admin Group


Katılma Tarihi: 10 eylul 2006
Gönderilenler: 2837
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP Alıntı hasanoktem

 

http://www.hurriyet.com.tr/teknoloji/17612488.asp?gid=381

Kağıttan ince, çelikten 10 kat güçlü

DHA
22 Nisan 2011
Kağıttan ince, çelikten 10 kat güçlü

İngiliz bilim adamları kağıttan ince olmakla beraber çelikten 10 kat daha güçlü bir süper madde üretti.

Daily Mail’in haberine göre, araştırmacı Ali Reza Ranjbartoreh’in liderliğindeki bir ekip tarafından üretilen ve “grafen kağıdı” adı verilen süper madde çelikten 10 kat daha güçlü olmasına karşın çok daha hafif ve esnek olarak nitelendi.

Yeni süper maddenin başta otomobil ve uçak üretimi olmak üzere ticaret ve mühendislik alanlarında çığır açması bekleniyor. Ali Arıza Ranjbartoreh, süper maddenin, sayılan bütün özelliklerine ek olarak çevre dostu ve düşük maliyetli olduğunu bildirdi. Grafen kağıdı, ham grafitin işlenip kimyasallarla saflaştırılarak nano ölçekte şekillendirilmesiyle elde ediliyor.

Ortaya çıkan madde çelikten 6 kat hafif olup, yoğunluğu 6 kat daha düşük. Buna karşılık çelikten 6 kat daha sert ama 13 kat daha fazla esneme yeteneğine sahip bulunuyor.


TEKNOLOJİNİN YARATTIĞI ZENGİNLER



__________________
Andolsun, size öyle bir kitap indirdik ki sizin bütün şeref ve şanınız ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? ENBİYA 10
Yukarı dön Göster hasanoktem's Profil Diğer Mesajlarını Ara: hasanoktem
 

Eğer Bu Konuya Cevap Yazmak İstiyorsanız İlk Önce giriş
Eğer Kayıtlı Bir Kullanıcı Değilseniz İlk Önce Kayıt Olmalısınız

<< Önceki Sayfa 2
  Yanıt YazYeni Konu Gönder
Yazıcı Sürümü Yazıcı Sürümü

Forum Atla
Sizin yetkiniz yok foruma yeni mesaj ekleme
Sizin yetkiniz yok forumdaki mesajlara cevap verme
Sizin yetkiniz yok forumda konu silme
Sizin yetkiniz yok forumda konu düzenleme
Sizin yetkiniz yok forumda anket açma
Sizin yetkiniz yok forumda ankete cevap yazma

Powered by Web Wiz Forums version 7.92
Copyright ©2001-2004 Web Wiz Guide
hanif islam

Real-Time Stats and Visitor Reports Sitemizin Gunluk, Haftalik, aylik Ziyaretci  Detaylari Real-Time Stats and Visitor Reports

     Sayfam.de  

blog stats