zaza Katilimci Uye
Katılma Tarihi: 09 mart 2006 Gönderilenler: 54
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Lâ İlâhe İllâllah’a Kilitlenmek
İktibas Dergisi, Ramazan Yazçiçek, Sayı 309, Eylül 2004.
İki Cehennemi Yaşamak
Günümüz insanı, modernizm ile gelenekçilik arasında iki cehennemi yaşamaktadır. Modern olana teslimiyet ile geleneksel olanı sürdürmenin kuşatmasındadır insan. İnsanın, Allah tanımaz ütopyaya teslimiyeti, tükenmesidir. Çünkü pozitivist talep, manevî olan her bir değere düşmandır. İnsanın, olduğu hal üzere kalması, geçmişin ayıklanmamış geleneğine mahkumiyettir ki, modern olanın kuşatmasından daha az riskli değildir. Modern olanda tükenmek veya geleneğe tabiiyette devamlılık, doğru ile yanlışın harmanlandığı bataklığa rıza göstermektir.
Gelenek ve modern eğilimli değişik siyasal öneriler, ideal yönetim tanımlarında; eşitlik, adalet, özgürlük gibi kavramları ön plana çıkarmışlardır. Bir de bunların yanında ütopik tasarımlar vardır ve bunlar, ya özendirici ya da korkutucudurlar. Diğer öneri ve uygulamalarla birlikte bunların genel karakteri, vahyi ve insanî gerçekliği bir bütün olarak dikkate almamış olmalarıdır.
Bu bağlamda farklı izm ve yönelişleri, modernizm ve gelenekçilik iki üst kimliği altında toplayabiliriz diye düşünüyoruz. Üst ayrımını yaptığımız bu yönelimlerin ortak paydası, İslâm vahyinin dışında mutlak değer kriteri/leri üzerine oturmuş olmalarıdır.
Geçmişten günümüze vahyi devre dışı bırakan eğilimler geçici oldukları gibi tarih sahnesinden çekilmeleri de kaçınılmaz olmuştur. Çözümsüz oluşları da burada yatmaktadır kanaâtindeyiz. Başarıları mevziîdir, keza ortaya koydukları, kalıcı ve faydalı olmanın çok uzağındadır. Zira bu iki unsur, bir olgunun doğruyu işaret/temsil etmesi noktasında önemli hatta belirleyicidir.
Bugün tehdidi altında olunan globalleşme de unutulmamalıdır ki ne mutlak ne de tartışmasızdır. Zira tarih bir çok üretmelere şahit olduğu gibi bir o kadar da bunların tarih sahnesinden çekildiğine şahitlik etmiştir. Yine tarih güneş batmaz imparatorluklara tanıklık ettiği gibi kudretinden hiç bir şey eksilmeyecek sanılan nice firavunlara da tanıklık etmiştir. Zamanında nice yenilmez sanılanlar bugün papirüsleri süslemenin ötesinde bir işe yaramamakta çoğu kez isimleri bile hatırlanamamaktadır. Dolayısıyla ne dünün gelenekleri ne de günümüzün modern izmleri ebedidir.
İnsanın, modernitenin kuşatmasından ve geleneğin gizeminden kurtulma zorunluluğu vardır. Bunun, sosyaliteye direnme ile olmayacağı kanaâtindeyiz. Çözüm, tarihin çöplüğüne razı olmanın dışında bir yerde aranmalıdır. Bu zorunluluğu aşma, bir bilinç ve buna dayalı olarak da pratik geliştirmeden olası gözükmüyor. Dolayısıyla bireysel değişim ve toplumsal dönüşümü mümkün hatta zorunlu kılacak inşâî bir potansiyel keşfine yeniden ihtiyaç vardır.
Lâ İlâhe İllâllah’a Kilitlenmek
İnsanlık tarihiyle birlikte sürekliliği kesintiye uğramayan tek değer, vahyin işaret ettiği tevhidtir. Karşısındaki şirke de tanımını veren aslında yine tevhidin tanımıdır. Değişen sorunlara değişmeyen değerlerle çözüm bulma dinamizmi, çağı şekillendirme ve dizayn etmede başat rol oynama kabiliyeti, "lâ İlâhe illâllah" eksenli ebedî İslâm inancındadır. Gelip geçmiş izm ve paradigmalar, çağı şekillendirebilecek bir yaklaşım olmadıkları gibi bu potansiyele de sahip değillerdir. Aksine bunlar, tarihin/çağın şekillendirdiği zihin ürünü birer felsefî yaklaşımdan öteye gidememişlerdir. Ancak maddi ve manevi bütün unsurlarıyla medeniyet inşâ etmiş "lâ İlâhe illâllah" inancı, çağı şekillendirmeye ma’tûf epistemik ve tecrübî imkanlarıyla medeniyetini yeniden inşâ yetkinliğine sahiptir. Bu potansiyel onun İlâhi bir sistem oluşundan kaynaklanmaktadır.
Binaenaleyh çözüm vardır ve adeta göremeyeceğimiz kadar yakınımızdadır. Bu, "Lâ İlâhe İllâllah" hakikatıdır. Farklı bir ifadeyle değişim bilinci de, alternatif pratik de özün özetinde saklıdır. Buna ulaşmanın yolu, inananların inandıklarını söyledikleri asıllarına dönmeleri, inanmayanların ise iki cehennemden birine razı olmayarak çözüm keşfine çıkmalarındadır.
İslâm, tarih boyunca yaşama müdahale hedefli olmuştur ve müdahale karakteri de hiç değişmemiştir. İslâm, vahye rağmen merkeze alınanlara itibar etmediği gibi bireysel ve toplumsal yaşama müdahalesini hep tevhid; yani "Lâ İlâhe İllâllah" eksenli kılmıştır. Bu, ister kadîm dönemlerde olsun isterse modern toplumların problemlerine dayalı olarak gelişen sorunlar karşısında olsun fark etmez. Dolayısıyla İslâmî anlayışta süreklilik, üretilmiş değerlere karşı netlik ve kararlılığı muhafaza ile sağlanabilir.
Ancak günümüzde tehlike, "Lâ İlâhe İllâllah"ın, profan veya metafizik yönelimlere eklemlenmesindedir. Bizce İslâmî popülizm(!), sosyolojisi reddedilen diğer paradigmalardan daha az tehlikeli değildir. Bu sebeple adı ne olursa olsun İslâm, beşeri bir paradigmaya eklemlenmeden kendi inanç ve yöntem gerçekliği içerisinde sahiplenilmelidir.
İslâm, sosyal-siyasal hayata müdahaleyi gerekli gördüğü gibi bunun imanın zorunlu sonucu olduğunu gündeme taşımayı da ihmal etmez. Bu sebeple islâm, her sapmada vahye rücû edişi telkin eder. Vahye dönüşte öncelik, tevhîd ve ümmet bilincini yeniden ihya ile mümkündür. Çünkü sonraki sorunların çözümü bu merkezi noktanın doğru anlaşılmasına bağlıdır. Biz, bu ahenk ve bütünlüğü, "İslâmî bütüncü yaklaşım" olarak tanımlamış; bunu, İslâm’ın sosyal yaşama müdahale talebi yani bütüncü özelliğinin gereği olarak izah etmiştik. Buradan hareketle, "gökte İlâh olanın yerde de İlâh olduğu", "yaratmanın da emrin de Allah’a ait olduğu" hakikatini hatırlatmıştık. Bu ön değerlendirmeden sonra şimdi de, İslâm’a bütüncül yaklaşımın, ancak tevhide yani "Lâ İlâhe İllâllah"a kilitlenmek ile yaşama aktarılabileceğini izaha çalışacağız.
"Lâ İlâhe İllâllah" İmanî Zorunluluktur.
Tevhid, birlemek; Allah’tan başka İlâh olmadığına inanmaktır. Bu tanım İlâh kavramının anlamıyla yakından ilgilidir. İlâh, yaratmada eşi ve dengi olmadığı gibi emr, irade, kudret ve otoritesinde de eşi ve ortağı olmayandır. Hangi anlamda olursa olsun; ister umut ve korkuların sevk ettiği duygusal yönelişler şeklinde, ister Allah katında bir vesile ya da aracı arama tavrı içinde, isterse toplumsal ve siyasal planda egemen beşeri yasa ve düzenlere uyup, itaat etmek şeklinde olsun Allah’tan başkasını bu mevkiye koymak Allah’tan başkasını İlâh edinmektir. Kur’an’ın bize öğrettiği İlâh kavramının anlam bütünlüğü; İlâhın bir tek İlâh olduğu, yaratanın ancak "O" olduğu, yaratamayanların yaratan gibi olmadığı, O’nun göklerin ve yerin İlâhı olduğu; rızıklandıranın, gaybı bilenin, evirip çevirenin, yaratma gibi emrin de kendisine ait olduğu şeklindedir. Tevhid inancında dualar Allah’a yapılır ve dualara ancak O cevap verebilir. Yaratan, diriltecek ve daha sonra hesaba çekecek O’dur. İzni olmadan hiç bir şefaât ve şefaâtçinin fayda vermediği es-Sâmed olan da O’dur. Dilediklerini rahmetiyle yargılayacak da yine O’dur.
"İlâhınız bir tek Allah’tır. O’ndan başka İlâh yoktur."
Kur’an-ı Kerim muhatabını terbiye etme ve onu hareket adamı kılma merhalelerinin hiç birinde "lâ İlâhe illâllah"tan bahsetmeyi ertelememiştir. Bireysel ve toplumsal yaşamın her merhalesinde kılavuz "o" olmuştur. Bu hassasiyet, Peygamberimizin de her söz ve pratiğinde aşikardır. Zira bu inşâ parolası, salt bir akide olmayıp yaşamın tümüne müdahaleyi hedefleyen İlâhi yönlendirme bütünüdür.
"Lâ İlâhe İllâllah", iman ile küfrün yol ayırımıdır. Varlığın gayesi/yaratılışın gerekçesi olan kulluk, ancak "Lâ İlâhe İllâllah" hakikatinin doğru anlaşılması ile gerçekleşebilir. Bu kabul, sözün telâffuzundan öte anlamıyla birlikte gereklerine teslim olmakla sağlanır. İnsan-Allah, insan-çevre ilişkisi, bu hakikatin içselleşirken sosyalleşmesi üzerine anlam kazanır. Bu tercih öylesine ehemmiyet arz eder ki, "o" doğru anlaşıldığında her şey doğru anlaşılacak; "o" yanlış anlaşıldığında her şey yanlış anlaşılacaktır. Zira bu hakikat bir defaya mahsus bir kabul itirafı olmayıp karşılaşılan her bir sorun karşısında kendisine yeniden başvurulması gerekli bir ölçü, formül hatta mutlak bir kriterdir. Yaşama dair değişkenler karşısında tevhidin gözetilmemesi, doğru yoldan sapma riskini kaçınılmaz kılacaktır. İlkokulda öğrenilmeye başlanan harfler ve rakamlar yaşamın sonraki her bir okuma-yazma eyleminde nasıl zorunlu ise "müslümanca" duruş belirleyebilmek için de yaşamın her anında "lâ İlâhe İllâllah" öylece bir zorunluluktur.
Hafızada tutulması açısından vermek istediğim bir örnek de çarpım tablosu (kerrat cetveli)dur. Çarpım tablosu, ilkokul matematiğinde öğrenilir. Bu bilgi, daha sonra bir tarafa bırakılmayıp matematiksel işlemlerde esas alınır. Bir işlemin en basitinden en karmaşığına kadar doğru yapılabilmesi için bu cetveli ilk öğrenildiği değerleriyle kullanma zorunluluğu vardır. İşte öylece "lâ İlâhe İllâllah"ta önce ve sonra bir zorunluluktur ve yaşamın her anında ve de alanında gerekli ve değişmez bir ölçüdür. Hülâsa yaşamak için nefes almak nasıl bir zorunluluk ise doğru inanç ve istikamet için de "lâ İlâhe İllâllah" öylece zorunluluktur. Zira o, bir yapıyı ayakta tutan; temel, sorunlu sütunlar gibi hayat-memat meselesidir.
Lâ İlâhe İllâllah, Mücadeleye Rengini Vermiştir
İlâhi mesaja muhatap olan insanın karşılaştığı ilk çağrı, yaratanın biricik Rabb olduğu uyarısıdır. Ve son emir de tevhidin, toplumsal boyuttaki karşılığı olan dini Allah’a has kılmadır. Bu, Allah nezdinde dinin ancak İslâm olduğu ve ondan başka dinin kabul olunmayacağı çağrısıdır.
Peygamberlerin mücadele tarihine baktığımızda herşeyin kendisiyle anlam bulduğu, her tavrın kendisine endekslendiği nokta, tevhid yani "lâ İlâhe İllâllah" olmuştur. Peygamberimiz, bu değeri hep canlı tutmuş, onun, arı-duru saflığı hep muhafaza edilmiştir. İlk gelen hakikatle birlikte son hakikatte de bu nokta vurgulanmıştır.
Peygamberimiz (s), son hastalığının ızdırabı içinde ümmetini tevhide karşı duyarlı olmaya çağırıyordu. Yaşamının son anında dahi O’nun, "lâ İlâhe İllâllah" hakikatini canlı tutmaya çaba sarf ettiğini görmekteyiz. O, kendisinden sonra muhtemel şirk tehlikesine karşı ümmetini uyarırken, tevhid toplumunun oluşmasının da ancak "lâ İlâhe İllâllah"a kilitlenmek ile mümkün olabileceğini öğretiyordu bizlere.
Kur’an’ın muhatabına kazandırdığı bu hassasiyet davet tarihine adeta rengini vermiştir. Davetin her safhasında "lâ İlâhe İllâllah" mührünü görmek mümkündür. "Lâ İlâhe İllâllah" bütünlüğü, iki temel başat karakter ile ön plana çıkar. Bu özellikler, netlik ve kararlılıktır. Bu temel ayraçlar İslâm davet tarihi boyunca, tevhid akidesinden ayrılmaz prensipler olmuşlardır. Bu bütünlüğün, akide, amel ve hareketi kapsadığı kanaâtindeyiz. Bütün bunlara yön ve renk veren aslî unsur yine "lâ İlâhe İllâllah"tır.
Mücadele tarihinde peygamberlere yapılan nice teklifler vardır ki salt aklî değerlendirmeyle bakıldığında cazip, hatta nihaî hedefe götürücü gibi gözükebilir. Bunların içinde, mal-mülk, başkanlık, kadın ve daha başka dünyalık teklifler olduğu bilinen gerçeklerdir. Peygamberimiz (s)’in kendisine yapılan tekliflere verdiği cevaplar tarihsel birer vakıadan öte ümmetin önüne konulan yol işaretleridir. Bu örneklik bütün İslâm tarihi boyunca yaşanmıştır. Dolayısıyla bu örnekler sonraki kuşaklar için haberî olmaktan öte inşâî nitelik taşımaktadırlar. Bu sebeple ilkeselliğe riayet, dönemsel olmayıp neredeyse bütün peygamberlerin davet aşamalarında vardır; dolayısıyla evrenseldir.
İslâm, olaylara faydacı bir yaklaşımla bakmayı baştan reddeder. Ayrıcalıklı statülere; başkanlık, reislik, zenginlik gibi fırsatlara ulaşmak, ‘istediğini gerçekleştirmek için imkan’ olarak düşünülebilir. Ancak bütün bunlar kolaycı ve sınırlı mantık ürünü yaklaşımlardır ve Peygamberî tarz olmadığı görülmektedir.
Allah Resulüne (s) yapılan uzlaşı tekliflerine verdiği cevaplar da maalesef sonraki kuşaklar tarafından gereği gibi değerlendirilmemiştir. Bu tekliflerin, davetin en zorlu dönemlerinde yapılıyor olması da manidardır. Ancak yaşanılan zorluklar takınılması gerekli tavrı değiştirmiyordu. Peygamberimiz, Ebu Cehil’in, "bizden istediğin nedir?" sorusuna verdiği cevapta net ve kararlıdır: "Sadece putlardan vazgeçip Allah’u Teâla’ya ibadet etmenizdir." Ebu Cehil’in, "sen bizden başka bir şey isteyemez misin?" teklifine karşılık ise Allah Rasûlü; "gökyüzünden güneşi indirip elime koysalar yine bu sözden yani "lâ İlâhe İllâllah"tan vaz geçmem" diyordu. Peygamberimiz, mücadelenin her aşamasında tevhidî tavrını tekrarlamıştır. O, "lâ İlâhe İllâllah"a muhalif çözüm (!) önerilerine yönelik, "Ben huzur ve rahat aramaya görevli değilim. Hicrette Allah-u Teâlâ’nın emrini beklerim. Ne emrederse ona göre hareket ederim" diyerek stratejisinin de Allah (c)’ın emirine dayalı olduğunu bildirmiştir. Görülüyor ki, davanın, başı da sonu da aynı hakikattır. Bununla da yaşanılanların, anın haberî olmakla birlikte sonraki kuşaklar için inşâî bir nitelik taşıdığı tescil edilmektedir.
Peygamberimizin Ebu Cehil’e cevabındaki "Sadece putlardan vazgeçmeniz", farklı ifadelendirmeyle; "Allah’tan başka İlâh olmadığına inanmanız" uyarısını onlar çok iyi anlıyorlardı. Onlar, dini, bütünüyle Allah’a has kılmanın, hayatlarına nasıl bir değişim getireceğinin farkındaydılar. Nitekim davetin zorlu yıllarında, "Mekke halkının, "Ya Muhammed! eğer dilersen biz senin tanrına tapalım. Sen de bizim tanrılarımıza tap" dediklerinde, Allah, ümit ve direniş telkiniyle, "yalnız Allah’a kulluk et" diye emrediyordu. Tevhid mücadele tarihinde çok farklı değişim gerekleri bu olgu ile anlam kazanmış, değişimin yönünü bu kelime belirlemiştir. Rasûlullah (s), "Ey insanlar lâ İlâhe İllâllah deyin felâhı bulacaksınız" derken, Ebu Lehep ise ardından giderek; "bu adam sizi Lât ve Uzzâ’dan uzaklaştırıp bid’ate ve sapıklığa götürmek istiyor. Sözlerini hiç dinlemeyin ve O’na itaât etmeyin. Bu yalancıdır" diyordu. Ebu Lehep bunu söylerken kendisinden istenenin kuşkusuz sadece lafızdan ibaret bir kabul itirafı olmadığını iyi biliyordu. Arap toplumunda akrabalık bağı son derece ehemmiyetliydi. O’nun, böyle bir yapıda karşı çıkmayı göze alması, değişim talebinin boyutunu ortaya koymaktadır. O’nun, Kur’an’da ismiyle zikredilmeye taşıyan canhıraş karşı çıkışı bundandı. O, Peygamber yakını olması itibariyle mesajı etkisiz kılmaya çalışırken, buna mukabil Peygamberimiz(s)’de yakınlarına rağmen dinin değişmezlerini yani lâ İlâhe İllâllah’ı tekrarlıyordu.
Sözün Özü
Sözün özü, "lâ İlâhe İllâllah" hakikatinin doğru anlaşılması her meselenin doğru anlaşılmasını sağlayacaktır. Çünkü o söz, var oluş hakikatinin önü ve sonudur. O söz, özdür. ‘Kopmak bilmez kulp’ olarak ona kilitlenmek, ona tutunmak zorunluluğumuz vardır. İslâmî kimliğin başlangıcı olan iman için "lâ İlâhe İllâllah" gerekli olduğu gibi, İslâmî mücadelenin sonu olan şahitlik de vefa da yine "lâ İlâhe İllâllah" ile mümkündür. Bu mübarek kelime salt bir akide olmayıp yaşamın tümüne müdahaleyi hedefleyen İlâhi bir yönlendirmedir. İslâm açısından sorunların farklılaşması çözüm arayışında başvuru kaynağını değiştirmemektedir. Adres vahiydir. Bunun özeti de "Lâ İlâhe İllâllah"dır. Lâ İlâhe İllâllah’ı sorunlara uyarlamak, tecdidtir. Her peygamberde gördüğümüz kendi kavminin sapmasına yönelik, "lâ İlâhe illallah" mesajının tekrarıdır. Çünkü çözüm ondadır. Peygamberliğin sona ermesiyle ihya hareketlerinde de sorunlara Lâ İlâhe İllâllah ile çözüm arama esastır. Bu mübarek kelimenin süreç içerisinde içinin boşalması; yükümlü olunmayan, tekrarlanan, anlamsız bir söze(!) dönüşmesi, onu olduğu yerde bırakmayı değil bilakis daha bir kaygı ve coşkuyla bu kelimeye yönelmeyi ona kilitlenmeyi zorunlu kılmaktadır. Çünkü inanmayanların sorunu onunladır. Biz de inanıyoruz ki çözüm ondadır. Modernlik ve gelenek kıskacında ızdırap çeken günümüz insanı için çare öze dönüştür. Zira köpük gider öz kalır. O halde ilk günkü gibi, ertelemeden, hem de şimdi: Lâ İlâhe İllâllah. 1- Bkz.: Yazçiçek, Ramazan "İslam’a Bütüncü Yaklaşım ya da Tevhid", İktibas Dergisi, Ankara, 2004 s: 305, s. 30-37. 2- Bakara, 2/163; Bkz.: Maide, 5/73; En’am, 6/19. 3- Bkz.: Mevdudî, Kur’an’ı Kerimde Dört Terim, Türkçesi:Cahit Koytak, Seçkin Yayınları, İstanbul, 1990, s. 23-50; Mevdudî, İslâmîKavramlar, Türkçesi: Süleyman Akyüz, Pınar Yayınları, İstanbul, 1991; Kutup, Muhammed La İlâhe İllallah, Çev.: M. Lütfü Özbey, İhtar Yayıncılık, İstanbul, 1996; Kavram, "Tevhid" , İktibas, Ankara, 2004, s: 307, s. 8-18. 4- Zariyat, 51/ 56. 5- Bkz: Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, Terc.: Mehmed Sofuoğlu, Ötüken. İstanbul, 1987, 9/4133. 6- İbn İshak, Siyer, Yayına haz.: Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Çev.: Sezai Özel, Akabe Yayınları, İstanbul, 1988, s. 257, 267; Siret-i İbn-i Hişam, Terc. Müterc.: Hasan Ege, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1985, 1/389. 7- Mahmud Esad Seydişehri, Tarihi Dini İslâm, Sadeleştiren: A. Lütfi Kazancı, Osman Kazancı, Marifet Yayınları, İstanbul, 1995, s. 420 8- Tarih-i Taberî Terc. Müellifi: Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Can Kitapevi, Musatfa Can, İstanbul, 1982, 2/ 369. 9- Zümer, 39/64,65,66. 10- Mevdudi, Tevhid Mücadelesi, Türkçesi: Ahmed Asrar, Pınar Yay. İstanbul, 1985, 3/170.
|