Yazanlarda |
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam,
İnternet sitemde bir arkadaş aşağıda sunduğum yorumu gönderdi. Düşüncelerinizi paylaşırsanız sevinirim.
xxxxxxxxxx
syn Ali AKSOY
oryantalistlerin başlattığı ve bazı Müslümanlarca da kabul gören “kuran
dışında vahiy olmadığı ve sünnetin vahiy olmadığı” sloganları belli bir
mesafe kat etmiş ve Müslümanların düşüncelerini bulandırmıştır. Bugün
artık okulda, camide, çarşıda, pazarda bu türden insanları bulmak
mümkündür. Bu Müslümanlar, sanki kendilerinin hak yoldan ayrıldıklarını
müsteşrikler görmüşler de doğru olanı anlatıp onların hak yola
dönmelerini istiyorlarmış gibi onların fikirlerini alıyor kurana ve
hayata öylece bakıyorlar.bu kişilerin eğitim ve öğretimleri ve
entellektüel bakışları içine düştüleri durumu görmelerine
yetmiyor.Sünneti hafife alan veya inkar eden bu kimselerin itirazlarına
bakacak olursak, bütün meselenin çözüm noktasının “Kur-an’dan başka
vahyin” Resulullah’a inip inmediğidir.Resulullah’a Kur-an’dan başka
vahyin inip inmediğinden bahsedeceğim. Bunu yaparken de sünnetten değil
Kur-an’dan yola çıkacağız. Sünnetten yola çıkmayışımızın sebebi,
sünnette bu konu için deliller olmayışından dolayı değil, şüphenin
zaten sünnette olup inkarın bizzat kendisinde vuku bulmasından
dolayıdır.
1.delil
“Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o
sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca,
Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti.
Peygamber bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi.
Peygamber: Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi,
dedi.” (Tahrim 3)
Ayetten de anlaşıldığına göre Peygamber efendimiz, hanımlarından
birine gizli bir söz söylüyor. Hanımı da bunu annelerimizden diğerine
veya başka bir kimseye haber verince Allah-u zulcelal, Peygamber
Efendimize vahiyle durumu bildiriyor. Allah (cc)’ın bildirdiği bu
şeylerin bir kısmını, Nebi (as) hanımına bildiriyor, bir kısmını ise
bildirmiyor. Böyle bir durumla karşılaşan hanımı ise bunu kimin
bildirdiğini soruyor, Peygamber Efendimiz de “Bilen, her şeyden
haberdar olan Allah bana haber verdi”.
Peygamberimizin zevcesine bildirdiği kısım hakkında bazı rivayetler
söyleniyor olsa da bunlar bir yorumdan öteye gitmeyecektir. Söylemekten
vazgeçtiği kısım hakkında ise hiç bir fikrimiz yoktur ve olamazda.
Kur-an’ı Kerimin her hangi bir yerinde Allah (cc), Resulüne
bildirdiği bu şeyin metnini vermemiştir. Yani Resulullahın eşine
bildirdiği kısım ile bildirmediği kısmın metni Kur-an’da yoktur. Vahiy
ise Allah’ın Resulüne olan bildirilerini taşır. İşte, yine böyle bir
bildiriyi getirmiş olan Allah’ın vahyi, metniyle Kur-an’da mevcut
olmayıp “vahyi gayri metluv” vahiyle Resulullah’a bildirilmiştir. Allah
bildirdiğine şahadet ederken, Resul de “Bilen, her şeyden haberdar olan
Allah bana haber verdi”. (Ahzab 53) derken artık bundan öte bir
kimsenin, Kur-anın iki kapağı arasından başka bir vahyin Resulullah’a
gelmediğini söylemesinin, La ilahe illallah, Muhammedun Resulullah,
şahadetiyle bağdaşabileceğini söylemek mümkün değildir.
Haram ve helallerle hayatı bir intizam altına alınan insanoğlu
başıboş bırakılmamıştır. (Kıyame 36) O halde, yüce Allah’ın, hanımları
arasında ki basit bir konuşma için Kur-an’dan ayrı, Nebisine vahiy
indirdiğini kabul edip, külli kaideler içeren şu Kur-anın ayetlerinin
açıklanmasında Allah’ın vahiy göndermeyeceğini iddia etmenin ilim ve
irfan adına ifade edeceği hiçbir gerekçesi yoktur. Allah “indirdim”
derken “indirmedi” diyen bu insanlar acaba, Kur-an’dan bir hakikati
inkar etmenin sahibini nasıl bir konuma düşüreceğinin
bilincindelermi?çıkaracağını biliyorlar mı
2.delil
“Resûlüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik
ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah’tan kork! diyordun. Allah’ın
açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa
asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince
biz onu sana nikâhladık ki evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini
kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük
olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.” (Ahzab 37)
Peygamber efendimiz, halasının kızı olan Zeyneb binti Cahşı,
(Hadislerle Kur-anı Kerim tefsiri İbni Kesir c.12 sayfa 6544) Zeyd b.
Harise’ye nikahlamak istemişti. (Lubabun Nukul fi Esbabin Nuzum, Suyuti
s. 178,179 Medarikut Tenzil ve Hakakut Tenzil, Nesefi c.3 s. 304
Celaleyn s. 389 ) Fakat Zeyneb (ra) ilk önce tereddüt etmiş mazeret öne
sunmuştu. (Nubabul Nukul s. 178 ) Bunun üzerine şu ayet:
“Allah ve Resûlü bir konu hakkında hüküm verince, inanmış bir erkek
ve kadının kendiliklerinden seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve
Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab 36)
ayet nazil oldu. Bu ayetten sonra Zeyneb, Zeyd ile evlenmiştir.(
Nubabul Nukul s. 179)
Bir müddet iyi giden evlilikleri bozulmaya başlayınca Zeyd,
Resulullah (sav)’e gelir ve aralarını ayırmasını ister. Efendimiz (as)
Zeyd’e nasihat eder ve eşinden ayrılmamasını tavsiye eder. Aradan bir
müddet daha geçince yürümeyen evliliğin tefriki için Zeyd, Peygamber
Efendimize ikinci ve üçüncü defa gelir. Peygamber (as) her seferinde
nasihat edip eşini nefsinde tutmasını ve Allah’tan korkmasını Zeyd’e
tavsiye etmişse de artık başka çıkar yol kalmamıştı. Nihayet Zeyd ve
Zeyneb’in aralarını tefrik eder. Ama bütün bunlar olurken Allah
Resulünde bir korku bulunmaktaydı. Acaba bu korku neydi?
Doğrusu bu korkunun ne olduğu hakkında yenilmez yutulmaz öyle şeyler
söylendi ki; bilmem Resulullahı böyle büyük bir iftiraya layık
görebilmek için acaba (Resulullahın kadir ve kıymetini taktir
konusunda) ilim ve irfandan ne kadar uzak ve vicdansızlığın hangi uç
noktasında olmak gerekir.
Allah’ın kendisinde güzel örnekler bulunduğuna şahitlik ettiği
(Ahzab 21), Rabbi Zülcelalin terbiyesinde yetişen, kendisine itaatın
farz kılındığı, (Nisa 59, Ahzab 36, Nur 63, Nisa 80 ) ve bununda
imandan addedildiği (Nisa 65,115) insanlara namusları korumayı
öğretecek bir Resul olan Muhammed hakkında, oğulluğunun zevcesine göz
dikip “boşasa da ben alsam” demeyi, o şahsiyete layık görebilmek, kasıt
yoksa, bırakın da diyelim ki, büyük bir cehalettir.
Esasen bu gibi haberler zaten sahih olmadığı için (İbni Kesir age.
c. 12 s. 6544) biz burada, “küçüklüğünden beri beraber yaşadığı
Zeyneb’in güzelliğini yıllar sonra kapı ağzında mı gördü, oysa
Zeyneb’i, Zeyd’e isteyen de Resulullahın bizzat kendisidir”, diyerek
haberin metninin, İslam hakikatlerine uymayacağı bahisleriyle sayfaları
kabartmayı istemiyoruz. Allah Resulünün Makam-ı Mahmud’ta tâcı güneş
gibi parlamaktadır. Onun duruluğunda, aydınlığında hiç bir yarasa ruhlu
insanın iftiraları bulunmayacaktır.
Yukarıda Zeyd’in, Zeyneb’ten ayrılışının ilk habercisi olan
şikayetler başlayınca, Allah Resulünün nefsinde bir korkunun
başladığından bahsetmiştik. O halde nedir bu korku? Onu açıklamaya
çalışalım. Zeyd, cahiliyye de Resulullah’a köle olmuş, ama Resulullahın
azat edip kendisine evlatlık olarak aldığı bir sahabedir. Fakat Allah
Zeyd’in, Resulullahın evladı olmadığını, İslam da böyle şeyin
olmadığını ve evladı olmadığı için de kişinin evlatlığının eşini
boşadığı zaman, onunla evlenmesinde bir mahzur olamadığını göstermek
istemişti. Yani Allah (cc) evlatlığı ortadan kaldırmak istemiş ve
kişinin, oğulluğunun boşadığı hanımıyla evlenmesinde şer’an bir
mahzurun olmadığını göstermeyi istemiştir. Fakat cenabı Allah bu ilk
uygulamayı Resulullahın bizzat kendi nefsi üzerinde uygulamayı dilemiş
ve Resulullah’a, Zeyd’i Zeyneble evlendirip daha sonra Allah’ın onları
tefrik ettiği gün de Nebi (sav)in Zeyneb ile evlenmesini Peygamber
Efendimize emretmişti. Yani Resulullah (as), Zeyd’i Zeyneb ile
evlendirirken daha işin başında ne olacağını biliyordu. Konuyla alakalı
olarak İbn Kesirde şöyle bir rivayet geçiyor: İbn Ebu Hatim der ki,
“Bize babam… Ali b. Zeyd ibn Cüdandan nakletti ki o şöyle dedi:.
Hüseyin oğlu Ali bana. “Allah’ın açığa vuracağı şeyi de içinde
saklıyor, insanlardan da gizliyordun.” Kavli hakkında ne dediğini
sordu. Ben de ona anlattım. Sonra dedi ki: “Hayır, Allah Resulü onu
Zeyd’le evlendirmezden önce, Zeyneb’in kendi eşleri arasında olacağını
çok iyi biliyordu. .Zeyd eşinden şikayet etmek üzere Peygambere
gelince, Resulullah ona Allah’tan kork ve eşine sahip ol, dedi. İşte
bunun üzerine Allah Teala Resulüne buyurdu ki: Ben, seni onunla
evlendireceğimi haber vermiştim. Sen ise“Allah’ın açığa vuracağı şeyi
de içinde saklıyorsun.” Suddi’den de bu şekilde söylediği rivayet
edilir. (Age c. 12 s. 6544-6545) İbn Cerir Taberi bu konuda şöyle
diyor: Zeyneb’in Peygamberle evlendirilmesini isteyen Allah Azze ve
Celle idi. (Age c. 12 s. 6545)
Rivayetlerin ışığında tekrar edelim ki, Zeyd’in Zeyneb ile
evlenmesini Peygamber (as)’a Allah (cc) emretmiş, ayrıldıklarında da
Peygamberin, Zeyneb ile evleneceğini daha işin başında biliyordu. Bu
evlendirme işini bizzat Cenabı Allah’ın emrettiği ayette:
“Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman…” Ahzab 36) ifadesiyle açıktır. Emir Allah’tan gelmiş, Resulullah uygulamıştır.
O günkü Mekkeli Arapların geleneklerine göre bir baba, evlatlığının
boşadığı eşiyle evlenemez idi. Bunu tarihi kayıtlarda görebileceğimiz
gibi bir sonraki ayette geçen
“…biz onu sana nikahladık ki (bundan böyle) evlatlıkları karılarıyla
ilişkilerini kestikleri zaman o kadınlarla evlenmek hususunda
mü’minlere bir güçlük olmasın.” (Ahzab 37) ibaresinden de anlamaktayız.
İşte şu açıklamadan sonra, sanırım Allah’ın Resulünü korkutan şeyin
ne olduğunu daha iyi anlayacağız. Resulullahın korktuğu şey; toplumun
çirkin gördüğü bir şey olan, babanın evlatlığının boşadığı eşiyle
evlenmeyi, Allah’ın emriyle bizzat gerçekleştirmekle karşı karşıya
kalma durumunda olması idi.
Düşünün, babanız size evlatlık bir kardeş alsaydı, sonra bir gün onu
evlendirip yuvalarını kursaydı ve daha sonra onlar ayrılınca babanız,
kardeşinizin bu hanımını nikahı altına alsaydı, bu size garip gelmez
miydi? Ben bunu, İslam’ın bu gibi engelleri ortadan kaldırdığı şu
ortamda söylüyorum. Bu garipsemenin boyutunu bir de Allah’ın Resulünün
dönemi içerisinde düşünün. Soy-sop ilminin revaçta olduğu, insanların
köle-hür statüsüne büründüğü asalet-sefalet kavramlarının topluma hakim
olduğu, kölelerin insan mı yoksa değil mi düşüncelerinin zihinlerde
dolaştığı dönemi düşünün. Herkesin birbirini tanıdığı bir ortamda,
toplumun ayıp olarak nitelendirdiği bir şeyi yapacaksınız. Allah’ın
Resulü utangaç bir bekar kızdan daha çok haya sahibi idi. Ve işte o
Nebi böyle bir ortamda (tabir caizse) toplumca ayıp addedilen bir işi
bizzat yaparak bunu Allah indinde ayıp olmadığını gösterecekti. O da
bir insandı Zeyd kendisine gelip de evliliklerinin yürümeyeceğini haber
verince, Allah’ın hükmüne bağlandığı anın yaklaştığını hissediyor ve
toplumun ayıp dediği şeyin, artık adım adım kendisine yaklaştığını
görmeye başlayınca korkusu ve kaygısı da başlıyordu. Ama Allah’ın
Resulü Zeyd’e Onu nefsinde tutmasını ve Allah’tan korkmasını tavsiye
etti. Bu hal üç kez tekrarlanınca Allah’ın Resulü onların arasını
tefrik etti. İşte toplumun ayıp dediği şeyi Allah’ın Resulü o haya
boyutunun genişliğinden dolayı insanlara söyleyemiyor, onlardan
gizliyordu. Konuyla ilgili ayet şöyle:
“Resûlüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik
ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah’tan kork! diyordun. Allah’ın
açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa
asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince
biz onu sana nikâhladık ki evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini
kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük
olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.” (Ahzab 37)
Buraya kadar olan açıklamalarımız ayet hakkındaki yüzeysel bilgi
idi. Şimdi gelelim vahyi gayri metluv’a delaletine. Dikkat ederseniz
ayette şöyle bir ibare geçmişti, “Allah’ın açığa vuracağı şeyi,
insanlardan çekinerek içinde gizliyordun..”
Peygamberin nefsinde gizlediğinin ne olduğunu tekrar edecek olursak,
Zeyd, Zeyneble boşandıktan sonra Resulullahın, Zeyneble evlenecek
olmasıdır. Allah’ın Resulü bunu insanlardan gizliyordu ve çekiniyordu.
İkinci delilimizin başında Resulullahın gaibi bildiğini
açıklamıştık. O halde soruyoruz: İleride Peygamber efendimizin Zeyneble
evleneceğini Allah (cc) Kur-an’ın herhangi bir yerinde vahyetmemişken
Peygamber Allah’ın açığa vuracağı bu gaibi bilgiyi nereden bildi? Oysa
İsa dahi olsa bir insanın nefsinde ne olduğunu bilmeyeceğini Kur’an
bize haber veriyor. (Maide116)
Peygamber Efendimizin ileride olacak olan böyle bir hadiseyi
bildiğini Allah (cc) ikrar ediyor ve diyor ki; “Allah’ın açığa vuracağı
şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyorsun.” Peygamber (as)’ın
nefsindekini bilgiyi ve bu bilgiyi Kur-an’ın herhangi bir yerinde daha
önce vahyedilmiş olarak da bulamayacağına göre bu bilgiyi nereden
buldu? Resulullah bir kahin değildir ve kahine gidip onu tasdik edenin
kafir olacağını da söylemektedir. (Resailüs Selefiyye, Şevkani,s.13)
O halde bu bilgi Resulullah’a, Allah (cc)’dan vahyin üç yoldan
biriyle gelmiş bulunmaktadır. (Şura 51) Ve bu bilgi Kur’anın iki kapağı
arasında bulunmamaktadır. Demek ki, Allah’ın Resulüne Kur-an’da
bulunmayan vahiyler de gelmektedir. “İmana yer bulabilmek için bilgiyi
inkar ettim” (Din felsefesi, Mehmet s. Aydın, s20) dediği gibi,
“Kur-an’ın sıhhatini korumak için sünnetin vahiy olduğunu inkar edip
terk ettim.” diyenler, acaba Kur’andan bir hakikati inkar ettiklerinin
farkındalar mı? Allah Zulcelal, bu cehalete hidayet buyursun
3.delil
“Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu
(yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun
olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına
çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda)
yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun
Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların
yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (Bakara 144)
Bu ayetle, Resulullahın Medine’de yöneldiği Beyt-ül Makdisten değil
de, gönlünün Kabe’yi arzuladığı açıktır. Eğer Beyt-ül Makdise kendi
isteğiyle dönmüş olsaydı, neydi onu Kabe’ye dönmekten men eden şey?
Neden Beyt-ül Makdise kendi isteğiyle döndüğü gibi Kabe’ye de
dönmüyordu?onlar diyeceklerdir ki; “Allah’ın Resulü önceki ümmetlere
veya kendi görüşüne uydu.” Yani onlar bu sözleriyle, Resulullahın
Beyt-ül Makdise yönelmesinin Allah’u Tealadan gelmediğini anlatmak
isteyeceklerdir. Bu, onların, dinde samimi olmadıklarının bir
sonucudur. Onlar hak zahir olunca işittik ve itaat ettik diyenler
değil, (Nur 51) ifsat etmelerine rağmen, “Biz ancak ıslah edicileriz”
(Bakara 11) diyecek kadar nankör olmalarındandır.
Oysa bu kimseler, Resulullahın hiç bir haram ve helal
koyamayacağını, eğer böyle bir şey kabul edilirse Allah’ın Resulünün,
ilah kabul edinilmiş olacağını söyler ve bu sözleriyle de bütün ulemayı
tenkit ederler. O halde bu kimseler söylesinler, Allah’ın Resulü
tecrübesinden veya Allah’tan bir haber gelmeden aklınca önceki şeriata
uyduğunu söylemekle acaba, Resulullahı ilah edinenler bizzat kendileri
olmuyorlar mı? Biz diyoruz ki, bu emir Allah (cc)’ın emridir ve
Resulullahda bu emre uymuştur.O her iki yöne de Allah’ın emriyle
dönmüştü. Zaten bundan öte bir yetkisi de yoktur. Resulullah (as)
namazda Kudüs’e yönelirken de bizzat Allah’a itaat ediyordu. Zira
kendisine vahyedilenlerden hiç dışarı çıkmaz, vahy gelmeden bir mesele
hakkında karar vermezdi. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum.
Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece
bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç
düşünmez misiniz?” (En-am 50)
“De ki: Ben ancak Rabbim den vahyolunana uyarım.” (Araf 203)
“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize
kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu
değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için
olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunan dan başkasına uymam. Çünkü
Rabbim’e isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” (Yunus
15)
“De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne
yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece
apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkaf 9)
Vahyedilenden başkasına uymam diyen Resulullah’a, hayır, uyabilirsin
deyip de Kudüs’e dönmesini kendi arzu ve hevasına bağlayanlar hata
etmişlerdir. Eğer Resulullah kendi heva ve hevesine uyduysa bu
kıbleden, yani Beyt-ül Makdis kıblesinden memnun olması gerekirdi. Oysa
Resulullah yahudilerin çıkardığı dedikodulardan dolayı kıbleyi,
İbrahim’in kıblesi olan Kabe’ye dönmeyi çok arzu ediyordu.
Resulullahın Kabe’ye dönmesini emreden ayetler bellidir. Peki Beyt-ül
Makdise dönmesini emreden vahiy nerededir? Kur-an’ın her hangi bir
yerinde Allah (cc), Resulünün Beyt-ül Makdise doğru namaz kılmasını
emretmiş değildir. O halde bu emir Resulullah’a hangi yolla gelmiş
olabilir? Elbette ki, vahyi gayri metluv olan vahyin ikinci yoluyla.
Demek ki, Resulullah (as) Kur-an’da mevcut olmayan veya mevcut olan
mücmel ifadenin kapsamını, detaylarını nefsinden veya tecrübesinde
değil, bizzat Allah Zülcelalden gayri metluv vahiyle almaktadır.
4.delil
Nadiroğullarının Peygamber Efendimizi öldürme teşebbüslerinden dolayı,
Müslümanlarla, Nadiroğulları arasında savaş olmuştur. (İbni Kesir,
c.14, s.7800.7804) Bunun üzerine, Allah Resulü, Nadiroğulları’nın
sağlam kalelerini muhasara etmiş, onların ümitlerinin kesilmesi ve
teslim olmaları içinde, Nadiroğullarının hurmalıklarının belli bir
bölümünün kesilmesini emretmişti. Bunun üzerine hurmalıkların bir kısmı
kesilmiş, fakat daha sonra aralarında ihtilaf çıkmıştır. Resulullah’a
gelip “Ey Allah’ın Resulü, kestiğimizden dolayı bize bir vebal,
bıraktığımızdan dolayı da bir günah var mı?” diye sormuşlardır. Bunun
üzerine Allah Azze ve Celle Haşr suresinin 5. ayetini inzal buyurdu.
(Lubabun nukul s.214, İbn Kesir c.14 s.7804) İnen bu ayetle Cenabı
Allah müminlerin düşmüş olduğu meseleye çözüm getirmiştir. Ayette Allah
(cc) şöyle buyuruyor:
“Hurma ağaçlarından, herhangi birini kesmeniz veya olduğu gibi
bırakmanız hep Allah’ın izniyledir ve O’nun yoldan çıkanları rezil
etmesi içindir.” (Haşr 5)
Ayetin ifadesinde de açıkça anlaşılacağı gibi, müminlerin arasında
tartışmaya yol açan hurmalıkların kesilmesi, bizzat Allah’ın emriyle
olmuştur. Kur-anın her hangi bir yerinde hurmalıkların kesilmesi
hakkında daha önceden inzal olan bir ayet yoktur. Olaydan, yani
tartışmadan sonra konuyla ilgili inen bu ayet tekdir. O halde
Resulullah, Allah’ın izniyle olan bu hurmalıkların kesilmesi emrini,
Kur-anda olmayan bu vahyi, vahyi gayri metluv olan vahyin ikinci
yoluyla almıştır.
Ne var ki, konuyu gereği gibi anlayamayanlar bu hususta da hataya
düşmüşlerdir. Müsteşriklerden veya Müslüman evlatlarından olan
inkarcılar şöyle bir itirazda bulunmaktadır: “İlk bakışta tamamen doğru
gibi görünen bu mantık yürütmenin, ayet yakından incelendiğinde
tartışmalı bir hal aldığı görülmektedir. Zira ayetten, ileri sürülen
mananın çıkarılması “izin” kelimesine, “müsaade etmek” anlamı verilmesi
esasına dayanmaktadır. Ancak bu kelime Arapça da bu anlamda
kullanılmakla beraber, onun asıl anlamı “bilmek, bilgisi dahilinde
olmaktır.” (İslam düşüncesinde sünnet, Hayri Kırbaşoğlu s. 265), diyen
yazar, söz konusu ayetin, ancak ilk anlamı kabul edildiği takdirde
delil olabileceğini öne sürmekte ve Mevdudi’den bir nakil alarak, kesme
emrinin Resulullah’a ait olduğunu söylemektedir. (age, s.266)
Doğrusu mezkur delilde öncelikli itirazın Müslümanlar tarafından geliyor olması bizi üzmektedir. Üstelikte hatalı olarak.
Olaya dikkatlice bir bakalım: Allah Resulünün emriyle sahabe hurma
ağaçlarının bir kısmını kesmişlerdir. Ama daha sonra aralarında ihtilaf
çıkmıştır. Konuyu Allah Resulüne arz ederek bir günah işleyip
işlemediklerini sormuşlardır. Zira bu onlara ağır gelmişti. (Lubabun
nukul s.214) Bunun üzerine Cenab-ı Allah, sahabenin bu ihtilafına dair
vahy göndermektedir. Dikkat edilirse, vahiy sahabenin söz konusu
durumuna binaen iniyor. O da, acaba “Biz hatamı ettik, bir günaha mı
girdik” demeleridir. Buna göre ayetin ifade edeceği husus, “Hayır, bu
sizin yaptığınız işten dolayı size bir günah yoktur. Zira bu, benim
emrim ve müsaademle olmuştur.” şeklinde olacaktır. Yani mesele,
Allah’ın olan şeylerden haberdar olması meselesi değildir. Bu yüzden
ayetteki “izin” kelimesine Allah’ın olan şeylerden, yani hurma
kesilmesi hadisesinden haberdar olması ve bilgisi dahilinde olması
manasını veremeyiz. Çünkü bu mananın, sahabenin yaptığı ve aralarında
çıkan “günah mı ettik acaba” tartışmasına cevap olacak bir konumu
yoktur.
Eğer Allah Zülcelalin bir şeyden haberdar olması, o şeyin helal
olduğuna delalet ediyorsa, Allah sarhoşun içkiyi içtiği anda da onun bu
içişinden haberdardır, ve bunun da o içkinin helal olduğu anlamına
gelmesi gerekirdi. Oysa içkinin haram olduğu bellidir. Yani Allah
Zülcelal, her kötülüğün yapıldığı esnada ondan haberdardır. Ama
Rabbimizin bir şeyden haberdar olması onun helal ve caiz olduğuna
delalet etmez. Bu yüzden ayetteki “izin” kelimesi bu davranışlarının
bizzat Allah tarafından müşahede edilmiş, izin verilmiş olması manasına
alınması ayetin sebebi nüzul açısından uygun olanıdır. Zaten izin
kelimesinin müsaade etmek manasına geldiğini beyan eden lügatlerde onun
bir şeyi helal kılmak, birine veya birilerine söz konusu meseleyi mubah
kılmak anlamlarının olduğu da belirtilmiştir. (Mu’cemul Vasit, bkz..
ezn mad)
Ayrıca konunun, Resulullahın ictihadıyla hiçbir alakası yoktur. Zira
Efendimiz (as) Allah’ın emri gelmeden bir görüş belirlemez, bir
meselede Allah’ın önüne geçerek meseleyi karara bağlama durumu yoktur.
Bunu da inşallah ileride açıklayacağız. O Resul (as), Allah’ın emrinden
başka bir şeye istinat etmez, Allah’u Tealanın emrini beklerdi.
Resulullahın emrinin Allah’tan geldiğini bilen ashabı kiramın
aralarında ihtilaf çıkması, onların bu davranışlarından dolayı kimseyi
tereddüde düşürmesin. Zira ashab gökten inmiş bir topluluk değildir.
Onlar da bizim gibi bir beşerdirler.
Sahabenin ihtilafına sebep olan nokta şudur: Resulullah yağmacılığı
nehyetmişti. Ben-i Nadir gazvesinde ki savaş bir hiledir. Peygamber
efendimiz bir ara sahabesine, hurmalıklardan belli bir bölümünü kesmeyi
emretmiştir. Bunun üzerine Nadiroğulları kalelerinden yüksek sesle
şöyle bağırdılar: “Ya Muhammed doğrusu sen, bozgunculuğu yasaklar ve
bozgunculuk yapanı kınardın. Hurmaları kesmek ve yakmakta ne oluyor
öyleyse? (İbn Kesir,c.14,s.7801,7804)
Ağaçlardan bir kısmını kesmekte olan sahabe onların bu sözünü
duyunca bazı kimselerin de bu sözden etkilenerek aralarında çıkan bu
ihtilaftan kalplerini ve gönüllerini tatmin etmek, günahtan emin olmak
için meseleyi Resulullah’a arz ederler. Cevap yüceler yücesi Allah
Tealadan gelir ve yaptıklarının bizzat kendi izni ile olduğunu Resulüne
belirtmiştir.
6.delil
Fetih süresi Hudeybiye’den ayrıldıktan sonra nazil olan bir suredir.
(Tefsir usulü, İsmail Cerrahoğlu, s81; Kur-anı Kerim ve Türkçe
Açıklamalı Tercümesi, Ali Özek başkanlığında, s510) Peygamber efendimiz
Kabe’yi ziyaret etmek istemiş ama müşriklerin muhtemel bir
saldırısından da çekinerek civar kabilelerinde bu ziyarete katılmaları
için haber göndermiştir. (Fizilalil Kur-an, Seyyid Kutub, c13 s 420)
Fakat bazı kabileler Allah Resulünün bu çağrısına icabet etmemiştir.
Daha sonra, Hudeybiye’den iki aydan daha az bir zaman sonra vuku bulan
Hayberin fethiyle (age c13 s451) elde edilen ganimetler taksim edilmeye
sıra gelince, Hudeybiye’de geride kalıp iştirak etmeyen bu bedevi
Araplar da ganimetten pay istemişlerdi. İşte bu konuyla alakalı olarak
Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır:
“Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar:
Bırakın, biz de arkanıza düşelim, diyeceklerdir. Onlar, Allah’ın sözünü
değiştirmek isterler. De ki: “Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz!
Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.” Onlar size: Hayır, bizi
kıskanıyorsunuz, diyeceklerdir. Bilakis onlar, pek az anlayan
kimselerdir.” (Fetih 15)
Ayette de görüldüğü gibi Cenab-ı Allah, Resulüne şöyle demesini
emrediyor: “De ki: “Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha
önce sizin için böyle buyurmuştur.” Oysa Cenab-ı Allah’ın önceden
indirmiş olduğu böyle bir emri Kur-an da mevcut değildir. Ama, Allah
(cc) bunu daha önce buyurduğunu Resulüne bildirdiğine şahadet ediyor. O
halde, Allah bunu Resulüne bildirmiştir ki, ayet buna şahittir. Bu
bildirisi Kur-an da mevcut değilse o zaman Kur-an dışında başka bir
yolla bildirmiştir ki, oda vahyi gayri metluv yoludur.
7. DELİL:
İlahi sıfatlara sahip tek varlık, Allah Zülcelaldir. İnsanların
davranışlarını haram-helal yönünde kayıt altına almak ilahi bir sıfatı
iktiza ettiği için bunu yapacak tek varlık da Allah’tır. Allah (cc)
sıfatlarında hiçbir kimseyi ortak etmediği için haram ve helal
belirlemede de tektir ve bunun tersi bir düşünceye sahip olanları da
kınamıştır.
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir dini getiren ortakları
mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm
verilirdi. Şüphesiz zalimlere can yakıcı bir azap vardır.” (Şura 21)
İşte sıfatlarında hiçbir ortak tanımayan Allah Sübhanehu, Resulünü
kendine ortak tanımamış, bilakis onu da koyduğu dine itaatle sorumlu
tutmuş ve bu yüzdende Peygamber Efendimize hitaben:
“De ki: Ben, Rabbim’e isyan edersem gerçekten büyük bir günün (kıyametin) azabından korkarım.” (En’am 15) buyurmuştur.
O halde dinin kaynağı Kadiri Mutlak Allah (cc) dır. Resul,
Rabbimizin emirlerinden bize ulaşmasında kul ile Allah arasında bir
elçidir. Dinin bir kısmında Allah’a ortak değil. Diğer bir ifadeyle
Resul, Allah’ın mücmel olarak bildirdiği bir hükmü, tecrübesi veya
başka herhangi bir anlayışıyla yorumlama, tefsir etme, değerlendirme
veya yönlendirmede bulunamaz. Aksi taktirde Resulü, kendi
değerlendirdiği düşüncesine itaatten sorumlu tutulması söz konusu olup,
Allah insanlara şirk koşmayın derken bizzat kendisi bir aday teklif
etmiş olacaktır. Bu konunun daha iyi berraklaşması için biz,
Peygamberliğin vakıasını ileride tekrar ele alacağız. Ama burada
hararetle vurgulamak isteğimiz nokta, dinin koyucusunun ancak Allah
Zülcelal olduğudur.
Resulün Rabbinden gelen dine hiç kendi indinden belirleme yetkisi
yoktur. İnsanlığa ışık tutmuş, onları saadete ulaştırmış ve ulaştıracak
olan Kur-ana herhangi bir şey eklemesi mümkün müdür, desem siz elbette
ki hayır, diyeceksiniz. Esasen doğrusuda budur. Peki, bu Kur-anın
açıklamasında Resul, acaba kendi indinden bir şey katıp onu kendi
tecrübe veya başka herhangi bir anlayışıyla yorumlama, tefsir etme,
değerlendirme veya yönlendirmede bulunabilir mi, desem ne dersiniz?
Dinin yegane kaynağı olan Allah’u Teala, dinin mücmel ifadeleri kendine
has kılıpta acaba geri kalanını Resulün inisiyatifine mi terk etti?
Vacibül Vücut olan Allah’a iman eden her müminin buna vereceği
yegane cevap “Hayır” olacaktır. Çünkü Kur-ana bir şey eklemesine
Allah’ın razı olmadığı gibi Resulun eklemesi, Kur-anın tefsiri,
açıklaması yani beyanında da olmayacaktır. Nitekim Cenab-ı Allah
Kur-anın beyanının kendisine ait olduğunu bildirmektedir.
“Resûlüm!) Onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma.
Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize
aittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et.
Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize aittir.” (Kıyamet 16-19)
Dini oluşturan iki kaynağının Kur-an ve onun açıklaması olan
sünnetinde yalnız kendisine ait olduğunu bildiren Allah (cc) din
alanında da Resulüne ortaklık teklif etmemektedir. Resulünde diğer
insanlar gibi bir kul olduğunu ve Rabbisinden vahyedilene uymakla
görevli olup cehennemin münziri ve cennetin de mübeşşiri olduğunu Allah
(cc) Kur-anda buyurmaktadır.
“De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım.” (A’raf 203)
“De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey
değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan
edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” (Yunus 15)
Resulün vahiyden başkasına uyacak hali yoktur. Şimdi, şöyle bir soru
soralım: Eğer Resul, Allah’ın Kur-anını kendi tecrübe ve bilgisine
dayanarak açıklamış olsaydı ve yanlışlık yapsaydı, bir konuda Allah’ın
muradının hilafına beyanda bulunsaydı, Kur-anın manasını değiştirerek
nefsinden bir şey uydurmuş olmazmıydı? Ve böylece, vahye uymamış, fakat
tecrübesine uymuş olmayacak mıydı? Oysa Allah (cc) yukarda ki ayetlerde
onun durumunu belirtip Resulünün vaziyetini o hal üzere ikrar
buyurmuştur. Zira Allah, şayet Resul din adına bir şey söyleseydi onu
helak ederdi. Ama Resulün nefsinden dini yorumlamasını kabul edipte
sonucu Allah’ın sözünü tatbik etmemesine bağlamak, Allah’a kudret
noksanlığı atfetmek demektir. (İbn Kayyım el-Cevziyye, Et-Tibyan Fi
Aksamil Kur-an)
Oysa Allah’u Teala Kur-anda Resulünün, Allah’ın kendi dininde
söylemediği bir şeyi söylemesi halinde Resulünü ani bir ceza, dünyevi
bir azapla helak edeceğini belirmiştir:
“Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, Elbette
onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (onu
yaşatmazdık). Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.” (Hakka 44,47)
Peygamber Allah’ın dininde, Allah Zülcelalin bir vahy gelmeden söz
söylemeye yetkisi yoktur. İşte Resulullahın içtihad etmediği hakikatı
ve gerçeğinin esprisi de burada yatmaktadır.
Zira, Peygamber bile Allah-u Tealanın nefsinde olanı bilemeyeceğini
Kur-anda bildiren Allah’ın dininde, Resul, bilemediği Allah’ın
zatındaki hükmü beklemeden meseleyi bir karara bağlaması, görüş
belirtmesi, o husustaki Allah’ın muradını, kastını, değiştirmek ve aksi
bir yöne de karara bağlaması demektir. Bu ise, Resul için olacak şey
değildir.
“Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize
kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu
değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için
olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü
Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.” (Yunus
15)
İşte, buradan hareketle diyoruz ki Resulullah, vahyin geciktiği
zamanlarda içtihad da bulunup, o hususu kendi görüşüyle bir karara
bağlardı, şeklinde düşünenler, Allah’ın ortak tanımadığı şu dini
mübinin de, yukarda ki saydığınız bütün ayetlerin hakikatlerine rağmen
vahiyden başka hiçbir şeye uymayıp, Allah’tan vahy gelmediği zaman
kendisine meseleler sormaktan sahabesini men eden Allah Resulüne (İslam
Fıkhında Rey Taraftarları, M. Esad Kılıçer s16-17), Allah’ın sözünün
önüne geçerek indinden görüş belirtme cehaletini caiz görmüşlerdir.
O halde diyoruz ki, Allah’ın külli kaideler içeren Kur-anından ayrı
olarak yapılacağını belirttiği Kıyamet suresinin 19. ayetinde ki beyan
görevi yine Allah’a aittir. Ve bunu da Resul insanlara Allah’tan alarak
belirtecektir. Nitekim Begavi’nin Buhari’den yaptığı bu ayetin
tefsiriyle ilgili rivayet: “Onu senin dilinle beyan etmek bize aittir.”
(Lubabut Tevil Fi Meanit Tenzil, Alauddin Ali Muhammed b. İbrahim
Mu’cemut Tefasir adlı tefsir kitabının 6 cildinde mündemiçtir. S412)
şeklinde geçmektedir. Lubabut Tevil Fi Meanit Tenzil adlı tefsirin
sahibi ise bunu şöyle tefsir eder: “Yani onu, senin dilinle insanlara
beyan etmek bize aittir. Böylece de sen Cibrilin sana okuduğu gibi
sende bunu insanlara okursun. Ve yine bu ayet şöyle de tefsir
edilmiştir. Eğer Kur-anın herhangi bir manası kapalı gelirse onu sana
biz beyan ederiz. Kur-anda ki ahkamı, helalı, haramı beyan etmek bize
aittir.”
Beyan lügatte, bir şeyin hakikatini, içyüzünü gösteren söz demektir.
(Mu’cemül Vasit bkz. B-Y-N mad.) Demek ki, Kur-anın külli kaideler
içeren ayetlerini açıklayacak beyanda Allah Azze ve Celleye mahsustur.
Din belirleme, dini kaideler belirleme ancak, Allah’a mahsustur. İşte
insan hayatını dini kaidelerle, haram-helal yönünde kayıt altına almak
Resulün indinden değil, Allah’ın indinden olacaktır.
Bu kaidelerde iki türlüdür; biri Kur-an, diğeri de Kur-anın beyanı
sünnet. Resul, bu iki kaynağı insanlara ulaştırmakla mesuldür. (Maide
67) İşte bu hakikati ifade ederek Allah Resulü şöyle buyuruyor: “Dikkat
edin bana Kur-an ve benzeri verildi.” (Ebu Davut Süneni 6)
Ne var ki, sünnet münkirleri bu hadisle alay etmişler, duydukları
zaman gülüp geçmişlerdir. Alay ettikleri şeyin bizzat Allah’ın dininden
kati olarak küfrü icap ettirdiğini düşünerek onların bu hallerine bakan
insanlar, niyetlerinde samimi olmadıklarını ve hakikatleri onların
kalplerine gösterme imkanına kavuştukları hallerde yüzlerinin kızarıp
inkarlarında devam ettiklerini görmek mümkündür.
Oysa Resul, bana Kur-an verildi ve birde benim onun gibi bir
benzeriyle dine ekleme yapma hakkım var, demedi. Bilakis, “Bana Kur-an
ve benzeri verildi.”
Yani Allah (cc) bana bu iki yönlü vahiyde bulundu demek istemiştir
8.delil
Allah (cc), Enfal suresinin başında, ganimetin kendisi ve Resulüne
ait olduğunu beyan eder. Sonrada Müminlerin vasıflarından bahseder.
Daha sonra Cenabı Allah Müminlerin halleri ile bir teşbihte bulunur ve
Bedir Savaşı öncesine döner. Şöyle buyurur:
“Onların bu hali,) müminlerden bir gurup kesinlikle istemediği
halde, Rabbinin seni evinden hak uğruna çıkardığı (zamanki halleri)
gibidir.” (Enfal 5)
Biz esasen önceki delillerimizde Nebinin, sadece vahye uyduğunu,
vahye göre hareket ettiğini bazı ayetlerin eşliğinde izah etmiştik.
İşte buradan da Cenabı Allah’ın gönderdiği emirle Resulullah Bedir
Gazvesine çıkıyor. Cenabı Allah, emriyle yola çıkan Resulünün çıkışını;
“….Rabbinin seni evinden hak uğruna çıkardığı…” ifadeleri ile izah
ediyor.
Kur-anda Allah’u Tealanın bu emri, Resulüne çıkması için gönderdiği bu vahyi mevcut değildir.
O halde, Resulün (as), evinden çıkmasını emreden Allah’ın vahyi Peygamber Efendimize vahyi gayri metluv olarak gelmiştir.
Oysa; Allah Resulü bir işte kendisinden izin isteyene izin
verebileceğine dair Allah Zülcelalin emri gelmiştir. (Nur, 62) Fakat,
Resulullah, burada, Bedir’e çıkışta bazı kimselerin çıkmaya hiç de
gönlü olmadığı halde, onlara izin vermedi. Nitekim Allah’u Teala bunu
Kur-anda açıkça belirtmektedir:
“Onların bu hali,) müminlerden bir gurup kesinlikle istemediği
halde, Rabbinin seni evinden hak uğruna çıkardığı (zamanki halleri)
gibidir. Hak ortaya çıktıktan sonra sanki gözleri göre göre ölüme
sürükleniyorlarmış gibi (cihad hususunda) seninle tartışıyorlardı.”
(Enfal 5-6)
İstişare etmesi istenen Allah Resulüne savaşmaya zorlayan, istişare
sonucuna uydurtmayan, fakat Müminleri razı edene kadar onları
dinlemeyen ve nihayet kılıçları çektirene kadar direttiren şey neydi?
Allah (cc); “istişare et” “izin isteyene izin ver” derken, Müminleri
savaşa sokup ta onlardan bazılarının ölümüne sebep olmak bir Peygamber
için olacak şey değildir. Yoksa Resul, Allah’ın emrine isyan etmiş
(haşa), Onun emrinin önüne geçecek, dinde dilediği gibi hareket etme,
inisiyatifini mi ortaya koymuştu?
Hayır! Bunların hiç biri değildir. Vahiyden başka hiçbir şeye tâbi
olmadığına şahitlik eden Allah (cc), Resulünün kervan değil orduyla
savaşmasını emretmiş, bu hususta Allah’ın önceden sonuca bağladığı
muradı yerine getirilmiştir. Yani Resule savaşa çıkması için vahiy
gelmişti.
Oysa Kur-anda böyle bir vahiy mevcut değildir. Gerek bu vahiy
gerekse Allah’ın (cc) vaat ettiği “iki taifeden biri” müjdesi Kur-anda
mevcut olmayıp vahyi gayri metluv yoluyla gelen vahiylerdir. Şöyle
buyuruyor yüce Allah:
“Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş
ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın
(kervanın) sizin olmasını istiyordunuz.” (Enfal 7)
Mealini verdiğimiz bu ayette cenabı Allah’ın daha önceden vaat
ettiği “iki taife” sözü vardır. (Geniş bilgi için tefsirlere
bakılabilir) Bu iki taifeden maksat biri kervan, diğeri de Ebu Cehil’in
başkanlığında gelmekte olan ordudur. Cenabı Allah, önceden karara
bağladığı, bunun tahakkuku için Resulünü evinden hak ile çıkarıp Bedir
meydanında buluşturduğu küfür ordusunun arkasını kesmeyi önceden murad
etmişti. Allah (cc) bu orduyu istiyordu. Bunun içinde Müminlere:
“Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş
ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu;” şeklinde hitapta
bulunuyor. Bu hitap, Kur-anda daha önce geçmiş bulunmaktadır, yani,
Allah’ın “yaptım” dediği hitabı Kur-anda yoktur. Çünkü bu hitap vahyi
gayri metluv ile bildirilmiş, cenabı Allah, bu yolla Müminlere vaatte
bulunmuştur.
9.delil
Devam eden ayetlerde Allah’u Teala, karşılaşan iki ordunun durumundan
bahsetmektedir. Müminler kendilerinin az, kafirlerin çok olduğunu
gördükleri zaman yegane dayanakları olan Allah’a dua etmekteler.
Onlarla beraber Resulullah ta dua etmektedir.
Geçmişte olan bu hadiseyi müminlere anlatan ve böylece onlara olan nimetini hatırlatan Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peş
peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul
buyurdu.” (Enfal 9)
Oysa Kur-anda bu vaat mevcut değildir. Zira bu vaat de Cenabı
Allah’ın, Kur-anda değil vahyi gayri metluvla vahiy etmiş Resulüne
bildirmiştir.
10.delil
Öte yandan Kur’an’da, “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e
itaat edin. Sizden olan emir sahiplerine de (itaat edin). Eğer bir şey
hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onun çözümünü Allah’a ve Resulü’ne
havale edin”[9] buyurulmuştur.
Burada “itaat edin” emri Allah Teala için ayrı, Hz. Peygamber
(s.a.v) için ayrı zikredilmiş, bir diğer ifadeyle ikinci husus ile ilk
husus atıf harfi ile birbirinden ayrılmıştır. Lügat kaidesi, atıf harfi
ile birbirinden ayrılan hususların birbirinden farklı olmasını
gerektirir. Dolayısıyla Allah’a itaat ile Resul’e itaat, birbirine
karıştırılmaması gereken hususlardır. Allah Teala’ya itaat Kur’an’a
itaat iken, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat Sünnet’e itaattir.[10]
11 delil
meryem süresi 4-10 4, O şöyle demişti: “Rabbim!
Şüphesiz kemiklerim gevşedi. Saçım sakalım ağardı. Sana yaptığım
dualarda (cevapsız bırakılarak) hiç mahrum olmadım.”
5, 6. “Gerçek şu ki ben, benden sonra gelecek akrabalarım(ın
isyankâr olmaların)dan korkuyorum. karım ise kısırdır. Bana kendi
tarafından; bana ve Yakub hanedanına varis olacak bir çocuk bağışla ve
onu hoşnutluğuna ulaşmış bir kimse kıl!”
7. (Allah şöyle dedi:) “Ey Zekeriyya! Haberin olsun ki biz sana
Yahya adlı bir oğul müjdeliyoruz. Daha önce onun adını kimseye
vermedik.”
8. Zekeriyya, “Rabbim!” “Hanımım kısır ve ben de ihtiyarlığın son noktasına ulaşmış iken, benim nasıl çocuğum olur?”
9. (Vahiy meleği) dedi ki: “Evet, öyle. (Ancak) Rabbin diyor ki:
“Bu bana göre kolaydır. Nitekim daha önce, hiçbir şey değil iken seni
de yarattım.”
10. Zekeriyya, “Rabbim, öyleyse bana (çocuğumun olacağına)bir
işaret ver”, dedi. Allah da, “Senin işaretin, sapasağlam olduğun halde
insanlarla (üç gün) üç gece konuşamamandır” dedi.
Hepimiz biliyoruz ki hz zekeriya tevratla hükm etmiştir ona bir
kitap gelmemiştir.ayetlerden de anlaşılacağı üzere hz zekeriya ile
allah cc arasında geçen bu konuşma vahiy olmasına rağmen kitabında yer
almamıştır.yani diğer peygamberlerdede kendilerine verilen kitabın
dışında vahiy geldiğine delildir. bunlar gibi peygamberlere verilen
kitapların dışında vahiy vardır.Onlarca ayet delil vardır.
Yukarıdaki yazında;Din, (Kuran ile eksik kalıp, Peygambere haricen
indirilen vahiyler ile tamamlanır dediğniz anda, mevcut dininizin eksik
olduğunu, Peygamberimizin hadislerini hiç bir şüpheye yer bırakmayacak
şekilde yazdırmaması sebebi ile bütün müminler için telafisi imkansız
bir kötülük yaptığını kabul etmiş olursunuz.) diye yazmışsın şimdi
soruyorum peygambere as kuranı cem edip mushafa dökmeyerek kötülükmü
etmiştir? hz ebubekir ben peygamberin yapmadığını yapmam diyerek kuranı
mushafa yazmadığı için kötülükmü etmiştir? kur anın korunması nasıl
olmuştur? onlarca yüzlerce hafızların ezberledikleri kuranın mushafa
yazılması peygamberin vefatından yıllar sonra yapılması kuranın
korunmuşluğuna zelal vrmiyorsa sahih ve mütevatir hadislerin yaklaşık
200 yıl sonra yazılması neden onların delilliğine gölge
düşürsün?Hadislerin doğruluğunu yanlışlığını yanlış kuran anlayışı
ilemi kuran süzgeçinden geçirerek anlayacaksın.allahın hareket ve
iradesi yanlış kuran anlayışı olanların donuk beyinli olanların
kapasitesi ilemi sınırlanacak?onların dar görüşlülüğünemi
hapsedeceksin?
Netice
Sünnet Kur’an’ın –haşa– rakibi değil, beyan ve tefsir edicisidir.
Özellikle dinin tebliği ve Kur’an’ın beyan ve tefsiri sadedinde varit
olmuş sünnetlerin vahiy kaynaklı olduğu vakıası göz önünde
bulundurulduğunda bu tür sünnetler ile Kur’an ayetlerinin kaynağının
aynı olduğu sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Kur’an’ın beyanı sadedinde varit olan ve hüküm bildiren sünnetlerin
vahiy kaynaklı olduğu gerçeği kabul edilmeden sağlıklı bir Kur’an ve
Sünnet tasavvuruna sahip olmak mümkün değildir. Sünnet’i sadece
Kur’an’da yer alan hükümlerin tefsiri sahasıyla sınırlandırmak, her
şeyden önce Kur’an’a aykırı bir tutumdur. Zira Sünnet’in fonksiyonunun
bu şekilde sınırlandırılabileceğini Kur’an’a dayanarak isbat etmek
mümkün olmadığı gibi, vakıa da bunun tersini göstermektedir.
syn ali aksoy ben sizin niyetinizden şüphe etmiyorum.hatta doğru
bildiklerinizi savunarak islam adına birşeyler yapma azmi ve
heyecanınızı takdirle karşılıyorum. ancak bu heyecanınız elbette birgün
sönecek. Bu gerçekleşmeden önyargılarınızı bırakıp kur anı tarafsız
birşekilde değerlendirmenizi dilerim. güç ve kuvvet allahtandır yardım
allahtandır.
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bu da verdiğim cevap ama, bahsi geçen konuda ben de daha fazla bilgilenme ihtiyacı içerisindeyim.
İlgilenenler için şimdiden teşekkür ederim.
Selam ve dua ile...
xxxxxxxxxxxxx
Allah razı olsun. Bizleri ve sitemizin ziyaretçilerini bu yazınızla
aydınlattığınız için teşekkür ederim. Aşağıdaki link altına da benzer
bir yazı koydunuz ve yayınladık.
http://aliaksoy.wordpress.com/2007/03/22/hadis-i-kutsi-vahy- olupta-kuranda-olmayan
Şimdi;
İddialarınızın tamamını Kuran'a dayandırmanız, yazınız içerisinde "uydurulmuş rivayetlerden" bahsederek bunu bir vakıa olarak kabul
edebilmeniz gayet güzel.
Ben Rasulullah'ın söylediği her şeye iman ederim. Bilirim ki, O kendi heva ve hevesinden konuşmaz.
Onun yaptığı ve emrettiği her şeye razıyız. Bunun aksi düşünülebilir
mi ? Hem iman ettim deyip hem de Resule itaat etmemek mümkün mü ?
Mesele, hangi sözün ve davranışın gerçekten Peygamberimize ait olduğu hususundaki açık şüphedir.
Sizin yazınızın içerisinde de uydurma rivayet ve yakıştırmalardan
bahsedilmiştir. Siz ne haddinize ki "Peygamber yahut ashabına ait
olduğu söylenen" bir kısım sözler için uydurma / asılsız diyebilirsiniz
? Ama demişsiniz. Bunu yaparken de bazı kıstasları göz önünde
bulundurmuşsunuz. İşte bizim yaptığımız da budur. Yoksa kimsenin ben
Peygambere itaat etmem dediği ve Allah saklasın "diyeceği" yok.
Hadis adı altında Peygamberimize iftira derecesine varan sözler /
uydurmalar hususunda sitemizde ve onların kaynak sitelerinde yeterince
açıklama mevcuttur.
Peygamberimizin vahiyle hareket ettiği hususunda sizinle hem
fikirim. Bu vahyin adı ve türü ile çok ilgilenmiyorum. Zira Allah,
Resule itaat edin buyurdu. Bu söz benim için meseleyi kapatıp atar.
O'nun heva ve hevesinden konuşmayacağını da buyurdu. Fakat burada bir
istisna da koymalısınız. Vahiyle hareket etti demek, bir robot gibi her
ne yaptı ise bunu vahiyle gelen izin üzerine yaptı anlamına gelmez.
Evinin bir odasından diğerine geçerken vahiy beklememiştir herhalde.
Vahiyle hareket ayrım getiren / özellik arzeden konularda olabilir.
Yoksa, "İhtiyar geldi diye yüzünü ekşitti" sözünü Allah kendi emri
hakkında söylemiş olur. Yahut, "Neden onlara izin verdin" sorgusu da
kendi emri hakkında vukuu bulmuş olur. Bu konularda hem fikir
olduğumuzu düşünüyorum.
Meselede ayrışacağımız yer, Kuran'da yazılı olmayan ve din adına
helal ve haram tayin eden hususların "vahiyle" bildirilip dine ilave
yapılıp yapılmadığı hususudur.
Linkini verdiğim yazıda da açıkça anlatıldığı üzere, Peygamberimize
ait olan pek detaylı bazı meselelere Kuran'da yer verilip, "recm -
taşlayarak öldürme" gibi ağır bir cezadan hiç bahsedilmemesini nasıl
izah edersiniz ? Bu hususta da sitemizde yeterince yazı ve açıklama
mevcuttur.
Sadece Peygambere ait olacak bir gece namazını Kuran'da emir ile
bildiren Allah, neden diğer "helal ve haramları" başka yollarla
bildirsin ?
Keza, Kuran'da yer almayan "helal ve haramlar" "vahyi gayri metluv"
ile Peygambere bildirilmiştir inancı kabul edildiğinde, bunların açıkça
korunmaya alımamış olmasını, hatta bunlar hakkında ilahi korumanın da
vaad edilmemiş olmasını nasıl izah edersiniz ? Peygamberimizin
sağlığında neden Kuran ayetleri yazılmıştır da, insanlar için güya
helal ve haramlar bildiren hadisler yazılmamıştır ?
Kısaca siz benim ne demek istediğimi çok iyi anlıyorsunuz, ben de sizi çok iyi anlıyorum.
İlgi ve duyarlılığınız için teşekkür ederim. Görüşlerinizi her daim bekleriz. ( Not: Yazıya yorumlarınızı aşağıdaki link ile de iletebilirsiniz)
http://aliaksoy.wordpress.com/2007/03/24/mezheplerimiz
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
Alperen Admin Group
Katılma Tarihi: 09 nisan 2005 Gönderilenler: 2974
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selam Ali
Kıymetli Dostum, adamlar çarpıtma yapıyor. Hem de
göz göre.
Vahiy nedir? Onu
bilmek lazım öncelikle. Kurumsal vahiy ile bireysel vahyi de birbirinden
ayırmak lazım.
Vahiy Yüce Allah’ın yarattıkları ile
haberleşmesinin adı. Genel bir ifade. Yüce Allah arılara da vahyediyor,
yeryüzüne de. İletişim anlamında. Musa’nın annesine de vahyediyor, İsa’nın
havarilerine de. Yani bireysel düzeyde. Fakat bir de kurumsal vahiy var.
Peygamberlere özel ama illaki Peygamberlikleriyle ilgili.
Peygamberlerin ve/veya arkadaşlarının özelleriyle
ilgili vahiy, bireysel vahiy veya diğer adıyla ilham ile diğeri birbirine
karıştırılıyor ve ortaya büyük bir yanlış çıkıyor.
Yazarın verdiği ayetler dikkatle incelenirse
görülür ki kimisi bireysel vahiyle yani kişisel bilgilendirmeyle ilgili kimisi
de konuyla uzaktan yakından ilgili değil.
Son Peygamberimizin ve diğerlerinin bireysel ve
kişiye özel bilgilendirilmesine örneklerin bizlere Kur’anla duyurulması Rabbimizin
onlarla kurumsal olmayan kanaldan da iletişimde olduğunu göstermektedir ve
bizlere de dersler içermektedir.
Bir kitap: Vahiy Savunması /
Kur'an Dışı Vahyin İmkansızlığı VAHİY
SAVUNMASI / KUR'AN DIŞI VAHYİN İMKANSIZLIĞI KİTABI ÜZERİNE
İlgili Konu: Mütevatir
Hadis Var mıdır ?
__________________ Yunus 105. Şu da emredildi: "Yüzünü dine bir hanîf olarak çevir. Sakın müşriklerden olma!"
|
Yukarı dön |
|
|
Alperen Admin Group
Katılma Tarihi: 09 nisan 2005 Gönderilenler: 2974
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Vahyi Gayri Metlüv Hangi Asl'a Dayanmaktadır?
Mehmet DURMUŞ (www.kuranislami.com)
Muhterem M. Said Çekmegil Beyefendi, dergimizin Ekim - 1996 sayısında
benim, vahyi gayri metlüv ile ilgili kanaatime katılmadığım ortaya koyan
itirazî bir yazı lutfetmişlerdi. öncelikle üstadın, görüşlerine
katılmasak da, yazısındaki nazik ve seviyeli üslöbundan dolayı teşekkür
etmek istiyorum. Ve bu üslubun, bütün ilmî tartışma taraftarlarınca
örnek ittihaz edilmesini temenni ediyorum.
Öyle anlaşılıyor ki, sayın Çekmeğin kendi deyişiyle, yoğun çalışmaları
arasında, kendisini böyle bir yazı yazmaya iten sebep, bizim, vahyi
gayri metlüvle ilgili "tamamen asılsız bir varsayım" şeklindeki ifademiz
olmuş. Eğer, "katılmıyorum" deseydi bir şey denmeyebilîrdi" diyor sayın
Çekmegil.
Biz, Allah Rasulü'ne Kur'an'dan başka bir vahiy daha geldiği inancına,
"asılsız bir varsayım" demekle zaten kendi kanaatimizi izhar etmiş
oluyoruz. Yani amacımız zaten katılmadığımızı belirtmektir. Yoksa hiç
kim-seye düşüncelerimizi dayatmak gibi bir niyetimiz hiç olmamıştır. Bu
iddia sonuçta bize aittir, kimse paylaşmak zorunda değildir. Kaldı ki,
her cümlemizin basma "benim kanaatime göre...", "görüşüm odur ki" gibi
bir şerh eklememiz gerekmez kanısındayım.
Diğer taraftan, sayın Çekmegil'in ileri sürdüğü gibi, böyle bir kanaate,
ilmî hiçbir etüd yapmadan ansızın ulaşmış olmadığımız gibi, - zaten bu
sadece bizim kanaatimiz de değildir - "kardeşlerimize yerli yersiz
yüklenme" gibi bir niyetimiz de hiç olmamıştır. Amacımız, dinimiz
islam'ın doğru anlaşılması uğrunda vüs'atimiz oranında hizmetkar
olmaktan başka birşey değildir. Kaldı ki muhterem Çekmegil'in kendisi
de, yazdığı birçok kitapla birçok insanı gücendirmiş (!), kendisinin
mezhepsizlik, sünnet inkarcılığı gibi ithamlarla suçlanmasına neden
olmuştu! Oysa biz biliyorduk ki, onun amacı böyle değildi, kardeşlerine
yüklenmeyi de amaçlamıyordu.
Biz bu yazıda vahyi gayri metlüvün varlığına delil olarak sunulan bazı
öncülleri tartışıp, bunların algılanışındaki yanılgıya dikkat çekmeye
çalışacağız. Bunun için ilk önce, vahyi gayri metlüvden ne anlaşıldığını
ortaya koymaya gayret edeceğiz, arkasından, Necm suresi/ 3. ayetinin ne
anlama geldiği üzerinde duracağız.
Vahyi Gayri
Metlüv Nedir?
"Vahyi gayri metlüv" kavramını kabul edenler genelde vahyi iki kısma
ayırmaktadırlar.
1)
Vahyi metlüv: Tilavet edilen, okunan, yani Allah'dan Hz. Peygamber'e
inzal edilen vahiy. Ki bunun Kur'an'dan başka bir şey olmadığı açıktır.
Buna "vahyi celî" (açık, zahir vahiy) adını da vermişlerdir.
2)
Vahyi gayri metlüv: Tilavet edilmeyen, okunmayan vahiy. Buna da vahyi
hafî (gizli vahiy) demişlerdir. Bu durumda vahyi hafî ya da gayri
metlüv, Kur'an olmamaktadır. Mesela kudsî hadis denen bir tür hadis (?)
vahyi gayri metlüv cinsinden kabul edilmiştir.
Vahyi gayri metlüv derken kastedilen şey şudur:
Allah, Rasulü Hz. Muhammed'e Kur'an'ın dışında ikinci bir vahiy daha
gönderiyordu ve O'na bazı haberleri bildiriyor, bazı sırları ifşa ediyor
veya birtakım işleri şöyle şöyle yapmasını emrediyordu. Bu anlamda
Rasulullah'ın, bu tür vahye istinaden söylemiş olduğu sözlere kudsî
hadis dendiği gibi, işlediği fiiller de vahye müstenid olmuş oluyordu.
Kısacası, kimine göre Rasullullah'ın bütün hayatı, kimine göre sadece
dinî alandaki işleri vahye müsteniddir.
Sayın Çekmegil, "Rasulullah'ın söylediği her söz, yaptığı her iş vahye
müsteniddir" görüşüne de; Kur'an dışı vahiy yoktur diyenlere de
katılmamakta, ikisinin ortasında bir yol tutmaktadır.
Vahyi gayri metlüv mefhumu, öyle zannediyorum ki İmam Safî île birlikte
güncelleşmiştir. Safî, sünnetin vahiy ürünü olduğuna inanmaktadır. O
şöyle diyor:
"Ben, dininden, aklından ve ilminden razı olduğum birini işittim.
Diyordu ki, (Rasulullah), mül'ane isteyen karı-koca ve benzeri konularda
ancak Allahu Teala'nın emri île hüküm verdi. Allah O'na iki şekilde
vahyetmiş olabilir: Birincisi, O'na indirilen ve insanlara okuduğu
vahiydir, ikincisi ise, Allahu Teala'nın O'na şöyle şöyle yap diye
emretmiş olduğu elçiliktir." (1)
Safî, bu görüşte olanların delilinin muhtemelen Nisa suresi 113. ayeti
olduğunu zikreder. Daha sonra, Rasul'ün sünnetinin, Allah'ın, hikmetten
O'na ilham ettikleri olabileceği üzerinde durur.
Bu
anlayışın gereği olarak imam Safi, Rasulullah'ın haram kıldığı bir şeyin
de Allah'ın izniyle kıyamete kadar haram olduğunu kabul eder(2) . Zira
ona göre sünnet de sonuçta vahiydir.
İşin doğrusu biz vahyi gayri metlüv adı altında Allah Rasulü Hz.
Muhammed'e (sav) Kur'an dışında bir başka vahiy geldiğine inanmıyoruz.
Akşını iddia edenlerin bunu kanıtlamalarının mümkün olmadığı görüşünü
taşıyoruz. Yalnız "Kur'an dışı vahiy" derken, arıya vahyedilmesi gibi
Kur'anî hikmetlerin konumuzla doğrudan alakası olmadığım düşünüyoruz.
Zira tartıştığımız sorun, arının fıtrat kodlarıyla alakalı bir vahiy
değildir.
Şimdi, sadece Said Çekmegil Hoca'nın değil, daha başkalarının da yanlış
algıladıklarına inandığımız, hatta kimilerinin ayeti tamamen mecraından
saptırdığını düşündüğümüz Necm suresinin 3-4. ayetlerinin anlamı
üzerinde duracağız. Böylece vahyi gayri metlüv'ün mukni kanıtı sanılan
ayeti celilenin öyle olup olmadığım anlama imkanım elde etmiş olacağız.
Rasulün Okuduğu
Şey, Vahyedilen Kur'an'dan Başka Birşey Değildir
Kur'an-ı Mübin'den anladığımıza göre Mekke putperestleri Hz. Muhammed'in
"şair" (21/5; 37/36; 52/30; 69/ 41), "mecnun" (15/6; 68/51), "öğretilmiş
mecnun" (44/ 14) ve "kahin" (52/29) olduğunu düşünüyorlardı. Allahu
Teala değişik biçimlerde onların bu saçma yakıştırmalarına cevap
veriyordu. Muhammed'e gelen ilmin şiir olmadığı, buna gerek de olmadığı
gibi (36/69), kendisinin de bir şair, mecnun ve kahin olmadığını
hatırlatıyordu (69/41-42; 68/2; 52/29).
Necm suresinin ilk ayetlerinde anlatılmak istenen de müşriklerin aynı
saçma ve kindar iddialarına karşı bir cevaptan başka birşey değildir.
Yani, Mekke putperestlerinin "Muhammed cinlendi, ona şiir öğretiliyor, o
bir kahindir" gibi ithamlannın doğru olmadığı üzerinde durularak. O'nun
kendi heva ve hevesiyle, kendi kalından birtakım şiirsel düzmeceleri,
vahiydir diye arzetmediğini bildiriyor. O'nun Kur'an diye okuduğu şey
doğrudan doğruya vahiydir. Biz ilk dört ayetin yorumunu şöyle anlıyoruz:
"İndiği/battığı zaman andolsun o yıldıza ki, arkadaşınız, yani içinizden
biri olan, kendisini çok iyi tanıdığınız, kırk yıldır beraber
yaşadığınız ve kendine 'emîn' lakabını verecek kadar güvendiğiniz
tanıdığınız Muhammed, kendisini daha önceden nasıl bilir idiyseniz hala
öyledir! O, kendine vahiy geldi diye sapmış, azmış, ne dediğini
bilmeyen, (haşa) saçmalayan birisi değildir. O, kendi hevasından, kendi
arzularıyla, kendi kuruntularıyla konuşmuyor. O'nun size okuduğu
ayetler, kendi yakıştırdığı sözler olmayıp Rabbi tarafından O'na inzal
edilen vahiydir. Size okuduğu o ayetler Allah'ın kelamıdır,
Kur'an'dır!".
Necm suresinin ilk inen surelerden olduğunu gözönünde tutarsak;
putperestlerin, o güne kadar çok iyi tanıdıkları, kendisiyle bir alıp
veremedikleri olmayan Muhammed (sav)'e, vahyin inzal süreciyle eş
zamanlı olarak "mecnun", "şair" ve "kahin" dedikleri bir ortamda bu
ayetlerle sözümona. "Muhammed vahiy dışı konuşmaz, söylediği her söz,
yaptığı her iş vahye müsteniddir" anlamının kastedilmiş olmasının bir
manası olamaz ama; "O size ayetleri hevasından söylemiyor, o Kur'an
vahyedilmiş bir vahiydir" anlamını çok ama çok büyük bir manası
olmalıdır! Zira bu anlam, fiilen mevcut bir tartışmaya cevap
oluşturmaktadır.
Her ne kadar üstad Çekmegil. "doğru bulduğumuz görüşlerimize katılan
ilim adamları, Necm suresinin 3. beyyinesine dayanarak muknî izahlar
getiriyorlar" diyorsa da (3) biz de aynı ayetin tefsiri için
baktığımızda bazı müfeskirierin bizim anladığımız manada muknî izahlar
yaptıklarım görüyoruz.
Örneğin müfessir Taberî şöyle diyor: "Allahu Teala diyor ki, Muhammed bu
Kur'an'ı hevasından konuşmuyor (yani o ancak vahyedilen bir vahiydir).
Bu Kur'an diyor. Allah'ın kendisinden O'na vahyettiği bir vahiyden
başkası değildir" (4).
Fahreddin Razi de ayetle ilgili çok geniş izahlar yapmakta ve tercihini
şu yorumuyla bizim kastettiğimiz yönde kullanmaktadır: "Zira o, (Allah)
Teala'nın sözüdür. Sanki Allahu Teala şöyle söylüyor: O Kur'an
Muhammed'in kelamı, Muhammed'in nutku değil, o ancak bir vahiydir... O
cinlenmedi, O'na cin dokunmadı, O bir kahin de değildir, "ve ma ğava":
Yani O'nunla azgınlık (ğavayet) arasında bir alaka yoktur. O şair de
değildir. Zira şairlere ancak azgınlar uyarlar. Bu durumda ayet
müşriklerin, 'onun sözü kahinin sözüdür, şairin sözüdür' tezlerini
reddetmek için inmiş olur" (5).
Razi, bazı müfessirlerin peygamberin bütün sözlerini vahye dayalı olarak
konuşmuş olduğu kanaatlerine bu ayette delil bulunmadığını da
vurgulamaktadır. Zaten böyle bir iddianın Peygamber'in içtihat etmediği
anlamına geleceğine, halbuki vakıanın bunun tam tersi istikamette
olduğuna dikkat çekmektedir. Buna da tahrim olayı gibi bazı ictihadi
kararlarını örnek vermektedir (6).
Abdurrahman ibnül Cevzi de tefsirinde, Peygamber'in hevasından
konuşmadığı şeyin Kur'an olduğunu belirtmiştir (7). Kadı Beyzavî, Hazin
ve Zemahşerî gibi müfessirler de burada sözkonusu edilenin Kur'an vahyi
olması gerektiğine dikkat çekmişlerdir. Günümüz müfessirlerinden Prof.
Dr. Süleyman Ateş de ayeti böyle anlayanlardandır (8).
Vahyi Gayri Metlüvü Mümkün Kılmayan Bazı Deliller
I-
Allah, Kitabında "Zikr'i biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz"
(15/9) buyurmuştur. Ayette kastedilen "ez-Zikr"in Kur'an olduğu açıktır.
Allah, kitabını koruma taahhüdünde bulunmuştur. Bunun dışında, koruma
vadinde bulunduğu bir başka kaynak görmüyoruz. Sayın Çekmegil kitabında,
Kadı Beyzavî'nin ayetteki "ez-Zikr"in Kitap ve sünnet olduğu şeklindeki
görüşüne yer vermişse de, sanıyorum burada bir yanlışlık var. Zira
Beyzavî, 15/9. ayetin tefsirinde "zikrin Kur'an olduğu görüşünü
işlemektedir (9). Hatta Hazin, İbni Abbas ve Nesefî tefsirlerinde de
"zikr"in Kur'an olduğu açıklanmaktadır (10) Hazin ve Beyzavî, Allah'ın
zikr'i tahrifden, ilave ve eksiltmeden, tağyir ve tebdilden korumayı
vadettiği izahını getirmektedirler (11).
Kur'an'ın korunduğu ve nazım/metin itibariyle (müslümanların yorumları
haricinde) noksansız olarak günümüze kadar geldiği açıktır. Oysa
Kur'an'ın dışında korunmuş bir kaynak bilmiyoruz. Rasulullah'ın, kendi
döneminde, sözlerini yazmaktan menettiği bilinmektedir. Ve bilinen kesin
bir gerçek olarak, Rasulullah'ın sözleri tahrif, tağyir, tebdil edilmiş,
zaten bu haliyle de O'nun hayatından yüzyıl sonra derlenmeye
başlanmıştır. Bu tablonun içine "kudsî hadisler" denen sözde ilahî
hadisler de dahildir!
Eğer Rasulullah'a vahiy hafî gelmiş olsaydı, bunları yazdırmamakla,
korunmasını düşünmemekle Rasulullah'a, görevini ihmal etme zaafiyeti
isnat edilebilirdi. Halbuki Allah risaletinden herhangi bir şeyi
gizlemesi, duyurmaması halinde Allah'ın elçiliğini yapmamış olacağını
duyurmaktadır (5/67). Allah'a karşı herhangi bir şey uydurması halinde
ise Peygamberin can damarını koparırdık şeklindeki ilahi tehdidi ile Hz.
Peygamber'in nasıl bir vazife ile tavzif edildiğine dikkat çekilmektedir
(69/44-46).
Ezcümle, Hz. Peygamber'in söz ve fiîllerinin vahiy ürünü olduğunu
söyleyip de bunların aynı zamanda korunmamış olduğunu düşünmek, vahyin
korunmamış olduğunu söyleme anlamına gelir. Bu ise doğru değildir.
Allahu Teala Peygamberine "Sana ağır bir söz vahyedeceğiz" (73/5),
"...Seni gönderdik ki sana vahyettiğimizi onlara okuyasın" (11/30)
buyuruyor, İsra/88, 89. Şura/7, Bakara/2 gibi ayetlerde Kur'an'ın ne
için gönderildiği ve Kur'an'ın önemi vurgulanmaktadır. Bu ayetlerdeki
vurgudan, Peygamber'e vahyedilen şeyin yalnız Kur'an olduğunu anlamak
mümkündür. Kur'an'ın nüzulü döneminde de inanan Kur'an'a inanmakta,
reddeden Kur'an'ı reddetmektedir. Hz. Peygamberle Mekkelilerin arasını
açan Kur'an'dı (10/16).
II- Allah'ın Elçisi Hz. Muhammed aynı zamanda bir kul idi. O da bir
beşerdi ve ancak kendisine vahyolunan Kur'an'a tabi olmaktaydı. Bu
gerçek 6/50. ayette çok net bir biçimde ifade edilmektedir. Ayrıca bir
başka ayette, müşriklerin Hz. Peygamber'e "Ya bu Kur'an'dan başka bir
Kur'an getir, ya da bunu değiştir" dediklerine yer verilir. O ise bunun
mümkün olmadığını, zira ancak kendisine vahyolunana uyacağını söyleyerek
cevap vermektedir (10/15).
Bir beşer olarak Peygamber (sav) de elbette kendi re'yi ile karar verme
hürriyetine sahipti. O da içtihat yapardı. Kur'an'ı doğru bir biçimde
hayata aktarıyordu. Kur'an zaten anlaşılır bir kitaptı. Hele de Elçi o
kitabı anlamazsa kim anlayacaktı ki?! Bununla beraber, savaş, barış,
esirler, ganimet, evlilik hayatı, miras gibi konularda içtihat etmesi,
ashabı ile istişare etmesi gereken konular elbette olacaktı. Bu şahsi
kararlarında yanıldığı an Allah O'nu düzeltiyordu. Bu anlamda Hz.
Peygamber sürekli Allah'ın kontrolü altındaydı. Yani O'nun sünneti
Allah'ın takririnden, onayından geçmekteydi.
Allahu Tealanın Peygamberini düzeltmesi yine Kur'an'da yer almıştır.
Bu
şekilde düzeltmesine örnek olarak Tabük seferine katılmak istemeyen
münafıklara izin vermesi (9/43);
Bedir esirierinden fidye alınması (8/67-68);
Rasulullah'ın eşlerinden gördüğü bir muamele sonucunda helal bir şeyi
kendisine haram kılması (66/1);
Hz. Zeyneb'in Zeyd'den boşanmasından sonra onu nikahlamayı düşündüğü
halde Hz. Peygamber'in, insanların levminden çekinerek açığa vurmaması
(33/37);
A'ma bir kişinin gelmesine yüzünü ekşitmesi (80/1-10) gibi olayları
gösterebiliriz.
Bütün bu olaylarda, bilahare ikaz edici olarak gelen Kur'an ayetlerinin
üslubuna baktığımızda görüyoruz ki, Hz. Peygamber, sadece kendisine
gelen Kur'an vahyine sahipti. O'nun da her insan gibi toplumsal, siyasi,
askeri v.b. ilişkilerden edindiği birtakım tecrübeleri vardı. Toplumun
örfünden tamamen soyutlanmış değildi. Örfün, şeriatla çatışmayan kısmını
almakta beis görmüyordu. Vahiyden kazandığı nebevî kişilik ile bu tür
tecrübeleri mezcettiği zaman elbette doğru kararlar verebilirdi. Yanlış
kararları ise vahiy ile düzeltiliyordu.
Eğer ki Kur'an dışında bir ikinci vahiyle yönlendirilmiş olsaydı,
yukarıda verdiğimiz örneklerde Allahu Teala vahiyle yönlendirdiği kulunu
tekrar vahiyle düzeltmiş olurdu. Daha doğrusu, azarlamış, yerine göre
sert ikazlarla tekdir etmiş olurdu ki böyle bir çelişkiyi Allah adına
düşünmek bile mümkün değildir. Allah her türlü noksan sıfatlardan
beridir.
III- Öte yandan Allah Rasulü, örnek edinmemiz gereken, dini kendisi gibi
yaşamamız gereken bir kişiliktir. O'nda bizim için üsve-i hasene vardır.
Biz sünneti de böyle anlıyoruz. Yani Rasulullah'ı Kur'an'ın pratiği, bir
yaşayan Kur'an olarak değerlendiriyoruz. Fakat, kendisi Kur'an'ın
dışında ikinci bir tür vahiyle sürekli kontrol edilen, desteklenen,
yöneltilip/yönlendirilen bir Elçi'nin, nasıl "bizim gibi bir beşer"
(18/110; 17/93) olduğu ve bizim O'nu nasıl örnek edinebileceğimiz
sorusu, doğrusu sorulmaya değer bir sorudur. Kur'an hükümlerinden bizim
de kendisi gibi sorumlu olduğumuz bir Elçi, bizden. hiçbir zaman
gideremeyeceğimiz bir farkla avantajlı olursa, onu taklit etmemiz nasıl
mümkün olabilir? Bu, peşin peşin Rabbimize karşı birtakım verili
mazeretlerimizin bulunması anlamına gelir herhalde.
Çok iyi biliyoruz ki Hz. Peygamber de, "kendîsine vahyolunana uyduğunu"
(10/15) duyuruyor. Biz de O'nun örnekliği eşliğinde O'na vahyolunana
uymak durumundayız.
İsra suresinin 73-75. ayetlerinde hem Rasulullah'a vahyedilen vahyin bir
tek (Kur'an) olduğu vurgulanmakta; hem de, O'nun müşriklerin telkininden
neredeyse etkilenmek üzere olduğuna dikkat çekilerek, bir beşer olarak
zaaflarının da bulunduğuna işaret edilmektedir. Ama Allah O'nu sebatkar
kılmıştır da böylece sözkonusu tehlikeden kurtulmuştur.
IV- Peygamber bir postacı olmadığı gibi, bir makina da değildir.
Kamuoyunda "mealci" olarak bilinen bir ekolün Peygamberi bir postacı
olarak görmelerini şiddetle eleştiren bazı kişilerin, vahyi gayri metlüv
varsayımını kesin bir inançla kabullenmeleri, peygamberi postacıdan da
öte bir makina, bir robot seviyesine indirgemek değil de nedir? Zira,
eşine söyleyeceği "karnım aç" sözünden tütün da, bir krala göndereceği
davet mektubuna varıncaya kadar, hemen her sözü ve her davranışı vahye
dayanan bir peygambere "postacı" konumu bile yakıştırılamaz. Halbuki
O'nun da bir iradesi ve aklı mevcut idi ve Allah bunları O'na boş yere
vermemişti.
Rasullullah'ın Uhud savaşma çıkarken "Medine içinde mi kalalım, dışanya
mı çıkalım?" şekilli bir istişaresi dahi tek başına, vahyi gayri metlüvü
olumsuzlayan bir örnektir. Rabbinden bir vahiy alsaydı ashabı ile neyi
tartışacaktı ki?
Eşi Hz. Aişe'ye yapılan iftira (ifk) hadisesinde de aynı Peygamber'in,
izdıraplı bir otuz gün beklemek zorunda kaldığını görüyoruz. En sonunda
gelen bir vahyi metlüv ile (24/11-12) bu çirkin iftira herkesin gözünde
aydınlanmıştı. Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür.
Vahyi Gayri Metlüve Örnek Olarak Gösterilen Hadiseler
Tahrim olayı, kıblenin tahvili ve Rasulullah'ın Hz. Zeyneb'le evlenmesi
gibi olaylar, yanlış yorumlar neticesinde vahyi gayri metlüv için örnek
olarak gösterilmektedir.
Örneğin tahrim olayına baktığımızda görüyoruz ki, ilgili ayetteki (66/3)
"Allah, (Peygamberi) o sırra vakıf kıldı" anlamındaki metin, "gizli bir
vahiyle bildirdi" şeklinde anlaşılmak istenmektedir. Halbuki durum
şöyledir:
Rasulullah (a.s.) bir hanımına bir sır veriyor. O hanımı, söz verdiği
halde bu sırrı başka birine ifşa ediyor. Hz. Peygamber ise eşinin, sırrı
tutamayıp yaydığını duyuyor. Muhtemelen bir ikinci eşi bu bilgiyi
getiriyor. Rasulullah da birinci eşinin ayıbını yüzüne vuruyor; niçin
sırrı ifşa ettiğini sorguluyor. Eşi ise, suçu açığa çıkan kişinin haleti
ruhiyesi ile paniğe kapılıyor ve "bunu sana kim söyledi?" şeklinde
sormak zorunda kalıyor. Rasulullah da o anda. verilebilecek en münasip
cevabı veriyor:
"Alîm ve habîr olan (Allah) haber verdi" Rasulullah orada, kendisine bu
haberi getiren ikinci eşinin adını verse onu zor durumda bırakırdı,
ahlaki açıdan da doğru olmazdı. Böylesi ifadeleri bizler de çok sık
kullanmaktayız. Çok zor durumda kalan bir insan, bir yardım eden bulduğu
zaman "Rabbim verdi" der.
Nitekim aynı örneği Hz. Meryem'in, kendisine gelen rızıkları, "o Allah
indindendir" diye adlandırmasında (3/ 37) buluyoruz. Meryem, kendine
gelen rızkı, Allah'ın bir lütfü ve ihsanı olarak anmakta, rızkı getiren
insanların adlarını saymamaktadır.
Kıblenin tahvilinde ise, ilk kıblenin gizli bir vahiyle tesbit edildiği
iddia edilmektedir. Sayın Said Çekmegil Beyefendi de aynı kanaati
benimsiyor olmalı ki. kitabında konuyla ilgili ayetleri vahyi gayri
metlüvün isbatı sadedinde referans göstermiştir (12). Oysa ki, ilk
kıblenin vahiyle belirlendiğine dair bir bilgi yoktur (13). Kabe'nin
kıble yapılması ise 2/142-144 ayetleriyle sabittir. Zaten 144. ayette
Rasulullah'ın, Kabe'nin kıble olmasını arzu etmekte olduğu
bildirilmektedir. Bunu ayetteki "Biz senin yüzünü göğe doğru çevirmekte
olduğunu görüyoruz..." ifadesinden anlıyoruz. Bu ifade O'nun, Rabbinden
bu doğrultuda bir emir beklediğini' gösterir. Şu halde kıblenin
değiştirilmesi vahyi hafî ile değil, vahyi celî (Kur'an) ile
gerçekleşmiştir.
Hz. Peygamber'in Zeyneb (r.a.)ı nikahlaması ise 33/37. ayette
bildirilmektedir. Nikahın önceden gizli bir vahiyle yapıldığına
inandıracak herhangi bir bilgiye sahip değiliz.
Haşr suresi 5. ayetinde anlatılan (Nadiroğullarının hurmalarının
kesilmesi olayı) Hz. Peygamber ve müslümanlar tarafından
gerçekleştirilmiş fakat Allahu Teala, bu olayı haklı bulmuş, kendi
rızasına aykırı bulmamış, tabir caizse olaya sahiplenmiştir.
Kudsi Hadis
Bu
konuda son olarak kudsi hadis terimine de kısaca değinmemiz
gerekmektedir.
Genel tarife göre, manası Allah Teala'ya, lafzı Hz. Peygamber'e ait olan
ve "Rasulullah'ın Rabbinden rivayet ettiği hadiste..." gibi sened
kaydıyla rivayet edilen sözlere hadis-i kudsî veya ilahi ve Rabbani
hadis denmektedir (14).
Aslında kudsi hadisler konusu dikkatlice incelenirse, bunların bir
kısmının Kur'an'daki ayetlerin meali olduğu görülür. Diğer bazıları da,
ya Kitab'ı mukaddesten uyarlanmış sözler, yahut da, sufilerin vahdet-i
vücut felsefelerine kaynaklık eden uydurmalar olduğu zanni galibi hasıl
olmaktadır.
Nitekim, "Ben gizli bir hazine idim, bilinmiyordum, bilinmek istedim..."
kudsî hadisi (!) de bunun en açık örneğidir. Ulema bu hadisin aslının
olmadığını ortaya koymuştur (15).
Allah Rasulü'nün, ashabına, mescidindeki hurma kütüğü üzerinden hitap
ederek onlara dini anlatırken, "Rabbim şöyle şöyle buyurdu...", "Rabbim
diyor ki..." gibi ifadelerle söze başlaması, bu minvalde onlara
Kur'an'ın yorumunu yapması gayet doğal bir durum diye düşünüyoruz. Fakat
belli ki, zaman içerisinde bu anlatım biçimi kudsi hadis diye bir
kavrama dönüştürülmüş durumdadır.
Kudsi hadis denen vahyin neden Kur'an'a alınmadığı. "zikir" adı altında
Kuranla özdeş tutulan kudsi ve diğer hadislerin neden Allah'ın koruma
vadinde bulunduğu vahiy kapsamına alınmadığı, cevap bekleyen sorulardır.
Nasıl olur da Allah Rasulü, kendisine gelen vahiy sözlerini normal bir
şeymiş gibi geçiştirir, bunların Allah'dan gelen özel haberler (vahiy)
olduğunu vurgulamaz? Bunun yanında kendi sözlerini (hadisleri) yazmaktan
sahabeyi menetmekte idi. En azından kudsi hadislerin yazımı için çok
özel bir itina göstermesi gerekmez miydi? Oysa, Hz. Peygamber'den yüz
sene sonra derlenmeye başlayan hadislerin zayıfı, sahihi, uydurması,
kudsisi hepsi birbirine karışmış, eldeki hadis kitaplarındaki hadisler
tamamen, hadis ulemasının kendi geliştirdikleri kriterlere göre
sağlamlık-zayıflık tasnifine tabi tutulmuşlardır. Bu hadis külliyatından
kudsi olanını, olmayanını ayırmak hemen hemen imkansız bir durumdadır.
Belki de son çare olarak bütün hadisler "kudsî" kabul edilmek icab
edecektir!
Sonuç olarak, adeta Kur'an'dan başka bir kitabı çağrıştıracak "vahyi
gayri metlüv" tezi sağlam bir delile dayanmamaktadır. "Vahyi gayri
metlüv yoktur sözünün ilmi bir dayanağı olmadığını" ileri süren
müslümanlara, en büyük kanıt olarak Kur'an'ı işaret ediyoruz. Kur'an
çerçevesinde bu konuyu tartışmaya açık olduğumuzu duyurmak istiyoruz.
Öyle İmam Şafi'nin dediği gibi "dininden, aklından, ilminden razı
olduğumuz" ama kimliğini bile bilmediğimiz kişilerin sözlerine istinad
ederek, Kuranla çelişen bir görüş ortaya koymanın ilmî tarafı olmadığı
kanaatindeyiz.
Kudsi hadisler meselesi tabir caizse islam kültürünün yumuşak karnı
kılınmış, isteyen, istediği bozuk akideyi saf islam akidesine
sokuşturmak için bu kanalı kullanmıştır. Kur'an elbette bütün hurafeleri
silip süpürücü özelliktedir. Önemli olan ona ram olmaktır.
Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, kullarım hidayete erdirendir.
NOTLAR:
1-
İmam Şafi. el-Ümm, Darül Maarif, Beyrut, C.5, s. 128.
2- a.g.e..s. 127.
3- Said Çekmegil, Kur'an'a Muhatap Olmak, ist-1996, s. 136.
4- İbn Cerir et-Taberi, Camiul Beyan, Mısır-1954. C.24, s.42.
5- Fahreddin er-Razi, Mefatihul Gayb. C.7, s.728-729.
6- Razi. 7/729.
7- Abdurrahman ibnul Cevzi, Zadul Mesir fi llmit-Tefsir. 1987, C.8,
s.63. '
8- Prof. Dr. Süleyman Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, C.9, s.
101-104,
9- Mecmuatun Minet Tefasir, C.3, s.550.
10-aynı yer.
11-aynı yer.
12-Çekmegil. s. 138.
13-Doç. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu. İslam Düşüncesinde Sünnet-Yeni Bir
Yaklaşım, Ank-1993, s.263.
14-Subhi Salih. Hadis İlimleri ve Istılahları, Ank-1973, s.8-9.
15-el-Aclunî. Keşful Hafa. 1352 (H.) Beyrut, C.2. s.132. http://www.kuranislami.com/sunnet/vahymetluv.html
__________________ Yunus 105. Şu da emredildi: "Yüzünü dine bir hanîf olarak çevir. Sakın müşriklerden olma!"
|
Yukarı dön |
|
|
emre Uzman Uye
Katılma Tarihi: 04 kasim 2005 Yer: Turkiye Gönderilenler: 137
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
aliaksoy Yazdı:
Selam,
İnternet sitemde bir arkadaş aşağıda sunduğum yorumu gönderdi. Düşüncelerinizi paylaşırsanız sevinirim.
*************************
Yani Resulullah (as), Zeyd’i Zeyneb ile evlendirirken daha işin başında ne olacağını biliyordu. Konuyla alakalı olarak İbn Kesirde şöyle bir rivayet geçiyor: İbn Ebu Hatim der ki, “Bize babam… Ali b. Zeyd ibn Cüdandan nakletti ki o şöyle dedi:. Hüseyin oğlu Ali bana. “Allah’ın açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyor, insanlardan da gizliyordun.” Kavli hakkında ne dediğini sordu. Ben de ona anlattım. Sonra dedi ki: “Hayır, Allah Resulü onu Zeyd’le evlendirmezden önce, Zeyneb’in kendi eşleri arasında olacağını çok iyi biliyordu. .Zeyd eşinden şikayet etmek üzere Peygambere gelince, Resulullah ona Allah’tan kork ve eşine sahip ol, dedi. İşte bunun üzerine Allah Teala Resulüne buyurdu ki: Ben, seni onunla evlendireceğimi haber vermiştim. Sen ise“Allah’ın açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyorsun.” |
|
|
Selam,
Konu ile ilgili düşüncelerim şunlar:
Peygamber efendimiz ve saygıdeğer annemiz, o rivayet zincirleri karanlığında yapılmış o yorumlardan beridirler.
Selam olsun Muhammed Peygambere ve Saygıdeğer Eşine
|
Yukarı dön |
|
|
aliaksoy Uzman Uye
Katılma Tarihi: 05 subat 2007 Yer: Turkiye Gönderilenler: 989
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Bu yazı Kuran İslamı sitesinden alıntıdır.
İnanmak ve Yaşamak III, Ercümend Özkan.
Kur’an,
Allah’ın Resulü vasıtasıyla kullarına gönderdiği vahiyden meydana gelen
kitabın adıdır. Peygambere gönderilen vahyin hiçbiri bu kitabın dışında
kalmış değildir. Yani vahiy klasik tabiriyle tilavet olunan vahiydir.
Ve bu vahyin tümü de Kur’an’ın içindedir. Kur’an’a girmemiş, dışında
kalmış (tilavet edilmemiş) vahiy yoktur. Her ne kadar sonrakiler
tilavet olunmamış vahiyden bahsetmiş ve geleneksel kültürümüzün içinde
bu «vahy-i gayri metluv = tilavet olunmamış vahiy» bulunmakta ise de
Kur’an’a bakıldığında böylesi bir vahyin mevcudiyetini gündeme
getirecek herhangi bir işarete, bir gönderiye rastlamak mümkün değildir.
Zaten vahiy, dini oluşturan şey ise -ki öyledir-vahyin tümü
Kur’an’da toplanmıştır. Kur’an dışında herhangi bir vahiy kalmamıştır.
Daha sonrakiler metni baki, manası kaldırılmış veya manası baki, metni
kaldırılmış olarak adlandırdıkları türden vahiy mevcudiyeti ile ilgili
elimizde herhangi bir ciddi delile rastlamak da mümkün değildir. Bütün
bu ve benzeri şeyler sonrakilerin ortaya attıkları ve müslümanların
giderek Kur’an İslamı’ndan uzaklaşmalarında büyük rolü bulunmuş şeyler
olarak günümüzde dahi ciddi şekilde mes’elenin üzerine gitmeyenlerce
etkinliğini sürdüren ve Kur’an’a dayalı bulunmayan şeylerdir.
Kur’an, Allah’ın kullarına elçisi vasıtasıyla gönderdiği
mesajların-toplandığı kitabın adı olduğuna ve bu adı da ona Allah
verdiğine göre Allah dinini bu kitapta toplamış, bu kitapla
anlatmıştır. Kendisine yine o kitapta ‘iman nedir, kitap nedir
bilmezdin’ (Şura 42/52) buyuran Allah, elçisinin de Allah’ın dinini bu
kitaptan öğrendiğini görüyoruz, biliyoruz. 23 Kameri yılda yaşanan bir
hayatın içinde zaman zaman indirilen ayetlerin gösterdiği istikamette
Allah’ın dinini kişiliği ile teşekkül ettirmede baş rolü oynadığını
bildiğimiz Peygamber bu kitabı ahlak edinmiş; akide ve amellerine bu
kitapta bulunan mesajları esas alarak ümmetinin de aynı şeyi yapmasını
onlara Allah’ın emirleri istikametinde göstermiş, öğütlemiştir.
Kur’an ahlak edinilsin için gönderilmiş bir kitaptır. Kur’an önce
Peygamberin, onu takiben de ona inananların dünya görüşlerini
(akidelerini) ve buna bağlı olarak da amellerini düzene koymalarını
âmir bir kitaptır. Peygamber de ona tabi olanlar da bu kitabı ahlak
edinmeye özen göstermişler, bu kitabı düşünce ve davranışlarının
düsturu (esas temeli) kabul etmiş ve etmeye çalışmışlardır.
Diğer bir deyimle Kur’an sünnet edinilsin diye gönderilmiş bir kitaptır.
Sünnet deyimi üzerinde kısaca durursak şunları söyleyebiliriz:
Sünnet kişinin yapmayı adet haline getirerek kendisinden sapmayı
düşünmediği düşünce ve yaşam biçimidir. Bu genel tanımın -özellik
kazandıracak olursak Sünnetullah- Allah’ın yapmayı adet haline
getirdiği ve kendisinden şaşmadığı esaslar bütünü anlamında iken ve
bunu Kitab’ında vurgulayarak belirtmiş iken, kullarına gönderdiği
vahyin toplamı olan Kur’an’ın da başta Resulü olmak üzere ona tabi
olanlardan da bu Kitabta bulunan esasları düşünce ve yaşam tarzı haline
getirmelerini, bir diğer tabirle sünnetleştirmeleri gerektiğini
belirttiğini biliyoruz.
Bu manada sünnet fıkıhta kullanılan ve bir ayrı manası da nafile
anlamını taşıyan sünnetten kesin olarak farklıdır ki nafile manasında
kullanılan sünnetin istenilip yapılan, istenilip vazgeçilen ve yapılıp
yapılmaması insanın ihtiyarına ve isteğine bağlı bulunan davranışlar
manasına geldiğini biliyoruz. Bizim konumuz olan sünnetin ise nafile
manasındaki sünnetle alakası bulunmamakta olduğu bilinmelidir. Bizim
burada üzerinde durduğumuz ve açıklamaya çalıştığımız sünnetin farz
anlamına, yani yapılıp yapılmamasında insanın muhayyer bırakılmadığı ve
zorunluluk taşıyan keyfiyet manasında bulunduğunu belirtmeliyiz.
Sünnet bağlamında bizi burada ilgilendiren ‘Sünnet-i Resulullah’tır.
Resulullah’ın sünneti denildiğinde ise anlaşılması gereken şey;
Resulullah’ın Allah’ın Kitabı Kur’an’dan anlayıp uyguladıklarıdır. Bu
tarifin kapsamında kalan ve bulunan sünnetin ise bütün müslümanları
ilzam ettiği (bağlayıcı bulunduğu) bilinmelidir. Zira Resulullah,
Allah’ın elçisidir. O’nun dininin ilk kabul edeni ve ilk uygulayanıdır.
Gerek vahyin kendisine ilk geldiği kimse olması, gerekse bu vahyin
içerdiğini düşünce ve ameller haline getirmede ilk uygulayıcı olması
bakımından peygamber biz müslümanları bağlar. Bu bağlama, esas
itibariyle Kur’an’ın bağlamasıdır. Zira peygamberi de bağlayan
Kur’an’dır.
Bizim Resulullah’a bağlanmamız da Onun Kur’an’a bağlanmasına
bağlanmamız manasındadır, ki O kendiliğinden bir din koymayan,
kendiliğinden bir söz uydurup da Allah’a isnat etmeyendir. Resulullah
din adına ne demiş ve ne yapmış ise Allah’ın kendisine vahiy yoluyla
bildirdiği ve bilahare Kur’an’da toplanan vahiy ile demiş ve yapmıştır.
Kur’an dışında vahiy bulunmadığına göre Onun söyledikleri ve yaptıkları
esas itibariyle vahye dayalıdır. Kendisine gelen vahyi din edinmiştir
Resulullah. Zira din vahiyden oluşmakta ve vahiyde bulunmaktadır. Bütün
vahiy de Kur’an’da bulunmaktadır.
Kur’an’ın dışında vahiy aramanın hiçbir anlamı yoktur. Zira Vahiy dini
oluşturduğuna göre, bu vahiylerin bir kısmının Kur’an’a alınması ve
Kur’an olarak Allah’ın korumasında bulunması, diğer bir kısmının
(vahy-i gayr-ı metluv denilegelmiş kısmının) da Kur’an’a alınmayıp,
Allah’ın korumasına da alınmamış bulunması izah edilemez bir husustur.
Böyle olsa idi bu takdirde dinin bir kısmı korunmuş, diğer kısmı ise
korunmaya alınmamış ve bu yüzden de şunun bunun rivayetine bırakılmış,
insanların aralarında ihtilafa sebep olacak şekilde bırakılmış olması
anlamına gelirdi ki işte bunu açıklayabilmek ve savunabilmek gerçekten
mümkün değildir.
Bunu savunanların esası bulunmayan ve esastan yanlış bir şeyi
savunduklarını burada açıkça belirtmekte zaruret görüyoruz. Eğer din
vahiyden oluşuyorsa ve vahiy de korunmaya alınmışsa -ki öyledir- bu
takdirde korunmaya alınmamış vahiyden söz etmek mümkün bulunmamaktadır.
Vahiy denildiğinde anlaşılması gereken Allah’ın gereğinin yerine
getirilmesi için yarattığına verdiği talimat olmalıdır. Bu cümleden
olarak Kur’an’da bahsi geçen vahiylerle ilgili bazı değiniler yapalım.
Allah hem eşyayı yaratmış, hem de bu eşyanın herbirine kendine has
özellikler vermiş ve bu özellikleri eşyanın tabiatı yapmıştır. Örneğin
ateşin yaratılması Allah’tan olduğu gibi, yakması da Allah’tandır ve bu
yakma özelliğini de ateşe Allah vahyetmiş (vermiş)tir. Güneşi yoktan
yaradan Allah olduğu gibi, güneşe ısı ve ışık saçması ve belli bir
mekanda yerini değiştirmeden durması talimatını veren (vahyeden)’de
Allah’tır.
Yine üzerinde yaşadığımız dünyayı üzerinde yaşayanlarla birlikte yoktan
vareden Allah olduğu gibi, dünyaya 23 derece eğiklik vererek hem kendi
ekseni etrafında 24 saatte bir devir tamamlamayı, hem de bir yörünge
üzerinde güneşin etrafında dönerek 365 günde bu devrini tamamlamayı
emreden (vahyeden) yine Allah’tır.
Kısaca bu demektir ki Allah hem eşyayı (bütün şeyleri) yoktan varetmiş
ve hem de bu yarattıklarının herbirine özellikler (görevler,
nitelikler) vererek bu nitelikleri üzerlerinde taşıma görevlerini
vermiştir. İşte bu görevleri eşyaya veren (vahyeden, uyulması zorunlu
emirler olarak veren)de Allah’tır. Kur’an bizlere bu anlamda vahiyden
söz etmektedir. “Arı’ya vahyettik” ifadesi de bunu açık olarak anlatan
vahiy türü ile ilgili Allah’ın açıklamasıdır. Bu anlamdaki vahiy,
uyulması zorunlu bulunan vahiydir ki bu vahye uymanın sorumlulukla,
sevab veya ceza ile ilgisi bulunmamaktadır.
İkinci olarak yine Kur’an peygamberlere vahyden bahsetmektedir. Allah
kendisi ile kulları arasında elçilik görevi için seçtiği (meb’us)
kişilere kullarına iletilmesi gereken mesajını bildirmektedir. Bu tür
vahiy, ilk vahiy gibi insanların seçimine bırakılmamış vahiy değildir,
yani zorunlu olarak ve irade dışı uyulacak vahiy olmayıp, insanın gerek
kendisine gönderilen elçi, gerekse elçinin tebliğ ettiklerinin ihtiyarı
ile uyup uymamakta zorlanmadığı vahiydir.
Adem’den bu yana, seçilmiş hiçbir elçinin kendisine vahyedilmesini
reddetmediğini bildiğimiz bu vahiy, kendisine bildirilenin isteği ile
kabul etmesi esasına dayalı vahiydir. Kendisine vahyedilen Yunus’un,
vahyin kendisine yüklediği görevden bir bakıma bıkkınlık göstermesi ve
görevini ihmal eder tavrı sonuç olarak bize göstermektedir ki
insanların bu tür vahiy söz konusu olduğunda ihtiyarı ön plandadır.
Görevi ile ilgili tavrı yüzünden Yunus (a.s.)’ın hesabı ahirete
bırakılmayıp bu dünyada yakasına yapışılmıştır. Yani görevi kabul
ettikten sonra onu ihmal etmesine müsaade edilmemiştir.
Peygamberlerle gönderilen vahiy, insanlara açıklanmakta ve insanların
bu vahye tabi olması istenilmektedir. Fakat insanların bu vahye uyması
zorunlu bulunmamaktadır. Allah, insanlara doğruyu ve eğriyi bildirmekte
ve doğruyu seçmelerini öğütlemekte, tavsiye etmektedir. Doğruyu kabul
etmeleri halinde kendileri için iyi olanı seçmiş olacaklarını
belirtmektedir. Ama yine de insanları bu seçimlerinde zorlamamaktadır.
Ve kendisi insanları zorlamadığı gibi, insanların da diğer bir insanı
bu konuda zorlamaması gerektiğini belirterek “Dinde zorlama yoktur”
(2/256) buyurmaktadır.
Kısaca özetlersek bu tür vahiy insanların seçimlerinden sonra, bu
seçimlerine bağlı olarak uymayı kendilerine sorumlu kıldıkları türden
vahiy olur. Allah’ın kullarını birinci türdeki vahiyde olduğu gibi
zorlamadığı vahiydir.
Bir diğer vahiy ise insanların tümünü ilgilendirmeyen, insanlara
tebliği gerektirmeyen, kişiye özel diyebileceğimiz vahiy türüdür. Bu
tür vahyin en belirgin örnekleri ise Musa ve İsa’nın annelerine
gönderilen vahiydir. Kur’an bu konuda açıklama yapmaktadır. İsa’nın
annesi Meryem temiz ve iffetli bir bakire olarak ibadet için mescide
çekilmiş ve insanlarla ilişkide bulunmamaktadır. Derken günün birinde
karnının şiştiği ve giderek büyüdüğünü görerek üzüntüye kapılır ve ‘Ben
namuslu bir bakire olduğum, evli bulunmadığım ve hiçbir erkekle de
ilişkide bulunmadığım halde benim bu halim nedir? Bunu insanlara nasıl
açıklarım ne derim insanlara bu halimle ilgili olarak diye üzülür ve bu
halden kurtulmak için belki de çocuğu düşürmeyi düşünür.
İşte bu durumda Allah Ona vahyederek kendisinin korktuğu gibi
olmadığını, bu çocuğu Allah’ın gönderdiği elçinin ilka ettiğini,
üzülmemesi ve teskin olmasını isteyerek ona teminat verir ki Meryem bu
çocuğa birşey yapmayı düşünmesin ve çocuğu doğursun. Ki Allah bu çocuğu
(İsa) elçi olarak seçecektir. Nitekim Allah’ın murad ettiği olmuş ve
Meryem teskin olarak çocuğu düşürmeyi aklından çıkarmış ve üzüntüsü son
bulmuştur.
Zira Allah kendisine gönderdiği vahiyle bu konuda onu teskin etmiş,
sakinleştirmiştir. Neticede bildiğimiz gibi çocuk doğar ve annesinin
kucağında iken de topluma karşı annesine edilen vahiy istikametinde
konuşarak toplumun bu konuda Meryem’i kınamasına meydan verilmemiş
olur. İşte Meryem’e vahyedilmesi bu sebebledir ve bu vahiy Meryem ve
İsa ile ilgili olarak işlevini görmüştür. Fakat insanlara tebliği ve
onların bu tebliğe uyması (Peygamberlere gönderilen vahiyde olduğu
gibi) değildir bu olaydaki görülen vahiy.
Yine Musa’nın annesine de yakın sebeblerle, yani çocuğunun elçi olarak
görevlendirileceği sebebi ile çocuğun korunması ve annesi tarafıdan
çocuğa zarar verilmemesine yönelik olan bu vahiyde de Allah, çocuğu
korumak için Musa’nın annesine yapması gereken şeyi vahyetmiştir.
Bilindiği gibi Musa’nın doğduğu günlerde Mısır’daki Fir’avn
rüyasında topraklarında yaşayan Benî İsrail’den birinin doğacak veya
doğmuş bir erkek çocuğunun kendi başına iş açacağını görmüştür. Bu
(Fir’avn’a göre) beladan kurtulmanın tek yolu ise doğmuş ve doğacak
bütün Benî İsrail çocuklarının öldürülmesi olarak kafasında yer eder ve
bunu kanunlaştırarak emri verir ve bütün çocuklar kapı kapı
dolaşılarak, evler aranarak öldürmek için alınır ve öldürülür.
Bu durumda Musa’nın annesi Fir’avn’ın askerleri tarafından hunharca
öldürülmesine tahammül edemeyerek ne olsa öldürülecek olan çocuğuna
kendi eliyle belki de daha güzel bir ölümle onu öldürmeyi düşünebilir.
Zira anne şefkati çocuğunun ölmesine razı olmadığı gibi, öldürülmesine
hiç razı olmayacak boyutlardadır. İşte burada Allah Musa’nın annesine
vahyederek çocuğu ile ilgili talimat verir ve onu bir sepete koyarak
Nil’e bırakmasını bildirir. Nil, Mısır’da çok durgun akar, adeta bir
göl suyu gibi görüntüsü vardır ve aktığı sezilmez. Ama Akdeniz’e doğru
da akmaktadır. Nil’e bırakılan Musa’nın içinde bebek olarak bulunduğu
sepet akıntı ile, daha sonra büyüyeceği ve emin olarak büyütüleceği
Fir’avnın Nil kıyısındaki sarayının yakınlarına kadar yüzer ve bu
sepeti adamlarına getirterek onun sarayında Musa (a.s.) öldürülmekten
emin olarak büyür, büyütülür ve sonunda Allah bu çocuğa elçilik görevi
verir, ki bu çocuk Musa (a.s.)’dır.
İşte Musa’nın annesine de çocuğu ile ilgili olarak ‘kişiye özel bir vahiy’ göndermiş ve bu kişi de bu vahye uymuştur.
Bu iki örnek vahiyden sonra herhangi bir kimseye ve herhangi bir
nedenle vahiy gönderildiğine dair elimizde bir delil bulunmamaktadır.
Allah, Kitabı Kur’an’da yukarıda bahsettiğimiz vahiy türlerine
değinmekte bu konuda biz kullarını bilgilendirmektedir. Bizim bilgimiz
de O’nun bildirmesinden ibaret bulunmaktadır. Bu bilgilere ekleyecek
herhangi bir bilgimiz bulunmamaktadır vahiy konusunda.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi ‘Vahy-i gayr-ı metluv’ diye bir
şeyin söz konusu olmadığı, böylesi bir vahiy türünü peygamberden sonra
gelenlerin zorlama sonucu gündeme getirip, gündemde tuttuklarını ve
üzerinden geçen asırlarla da söylemlerine sanki kesinlik
kazandırdıklarını görüyoruz. Hiçbir yanlış, üzerinden asırlar geçtiği
için doğrulaşmaz. Putlara tapılması, onların Allah’a eş koşulması da
üzerinden asırların geçtiği bir vakıa olduğu halde asla gerçek değildir
ve bir sapıklık kıdemlendikçe gerçek haline dönüşemez, dönüştürülemez.
İnsanlar bunu bilmelidirler.
Günümüzdeki kavram kargaşasında vahy-i gayr-ı metluv söyleminin en
temeldeki sebeb olduğunu görüyor ve biliyoruz. Müslümanlar böylesi
esassız Kur’an dışı söylemlerden vazgeçmedikçe, her konuda olduğu gibi
bu konuda da Kur’an’a dönmedikçe kavram kargaşasından asla
kurtulamayacaklardır. Aralarındaki ihtilafların en temeldeki sebebi ise
Kur’an İslamı’ndan uzaklıklarıdır.
Bu uzaklığı yakınlığa dönüştürmedikçe, Kur’an’a yaklaşarak Kur’an ile
kendi aralarındaki mesafeyi yok etmedikçe bu tür ve benzeri
ihtilaflardan kurtulamazlar. Kurtulmanın tek yolu ise bu mesafeyi
kaldırmaktır. Asırlardan beri böyle söylenegelmesi, böyle bilinegelmesi
gibi hiçbir değer bulunmayan şeyleri yeniden gözden geçirmeliler ve
Kur’an’ın tuttuğu ışığın aydınlatması ile gerçekleri görmelidirler.
Kendisine bakılan Kur’an, hiçbir ayetinde vahy-i gayr-ı metluv’dan
bahsetmemektedir. Biz kimi vahyi yazdırır ve koruruz, kimini de
yazdırmaz ve insanların hafızalarına teslim ederiz denilmemektedir.
Allah, elbette dinini koruyandır. Dininin yazılı bulunduğu Kitab’ı
indiren ve korumasına alandır. Allah gerçekten Külli şeyin kadirdir’.
Şayet hadisler de vahiy olsa idiler, bu takdirde Allah’ın gücü onları
da korumasına alacak güçte olduğundan onları da korur ve insanların
üzerinde ihtilaf edip durdukları kiminin reddettiği, kiminin kabul
gösterdiği şeyler olmaktan çıkarırdı. Ki böyle olmadığını, yani
hadislerin Allah’ın korumasına alınmadığını Kur’an açıkça bize
göstermektedir.
Zaten hadis, peygamberin sözü değil, Onun sözleri denilen sözlerdir. Ki
bu yüzden daha peygamberin sağlığından beri hadis diye işitilen sözler
hep eleştiri konusu olmuş, duyulan şahıstan işitildiğinde hemen kabul
görmemiştir. Muhaddislerin de aynı eleştiriyi yaptıkları kitablarında
yazmaktadır, ki bunlar yüzbinlerce hadisi attıklarını, kitablarına
almayı uygun görmediklerini söyleyegelmişlerdir.
Müslümanlar, kavramlarını Kur’an ışığında gözden geçirmek ve
farklılıklarını gidermek zorundadırlar. Bunu yapmamaları halinde ne bu
dünyada Tevhid üzerinde bir vahdet oluşturabilirler, ne de ahirette
hesabı kolay verebilirler. Bu açık olarak bilinmelidir.
Kur’an’ın baz aldığı din İslamdır. Ki Resulullah da Kur’an’ı baz alarak
İslam olmuş, risâletini yürütmüş ve Rabbi Allah’ı razı etmiş,
edebilmiştir. Zannına ve hevasına uyarak Allah razı edilemez.
__________________ "(Onu size indirdik ki) <Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o Kitâpları okuyamıyor, dillerini anlayamıyorduk)> demeyesiniz."(En'am,156)
|
Yukarı dön |
|
|
dost1 Admin Group
Katılma Tarihi: 28 haziran 2006 Yer: Turkiye Gönderilenler: 538
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Selamün Aleyküm! Değerli Aliaksoy Kardeşim!
Bu konudaki bir çalışmayı bilgilerinize sunmak istiyorum.
Sürekli tartışılmış olan bu konu burada, tartışmalara konu olan boyutları ile değil, itiyadımız olduğu üzere Kur’an ışığı altında aklen değerlendirilmiştir.
Hadis-i kutsî; “Ahad yolla (bir-iki kişinin anlatımıyla) peygamberimiz tarafından nakledilmiş, manası yine peygamberimiz tarafından Allah’a nispetle ifade edilmiş hadislerdir.” diye tanımlanır.
Bu tanıma göre “hadis-i kutsî”lerin sözleri peygamberimize, manaları ise Allah’a ait olmaktadır.
Ama bu hadislerin, hem manalarının hem de sözlerinin Allah’tan olduğunu iddia edenler ve öyle olduğuna inananlar da vardır.
Böyle kabul edilmesine rağmen neyse ki Kur’an gibi mucize özellikleri olduğuna dair bir yakıştırma yapılmamış olan bu hadisler,
“namazda okunamaz”
olarak benimsenmiş ve bu hadisleri inkâr edenlere “kâfir” denmesi uygun görülmemiştir.
Bilindiği gibi Rabbimiz rahmeti gereği insanlara peygamberler göndermiş ve bu peygamberlere, insanlara tebliğ ve tebyin etmeleri için vahyler indirmiştir.
Peygamberler, kendilerine gelen vahyleri saklamadan, değiştirmeden, olduğu gibi insanlara aktarmak zorunda olduklarından, elçilik görevlerini gerektiği gibi yerine getirmişler ve Yüce Allah’ın mesajlarını insanlığa ulaştırmışlardır.
Peygamberimiz de bu ilâhî sistem içinde yer alan elçilerden biridir ve o da Allah’tan aldığı vahyleri saklamadan, değiştirmeden, olduğu gibi insanlara aktarmıştır.
Peygamberimizin, Yüce Allah’tan aldığı vahyleri eksiksiz ve doğru olarak aktardığı ve bu vahylerin, hem vahyedilme aşamasında hem tebliğden sonra Rabbimiz tarafından korunma altına alındığı, Kur’an’da bir çok yerde bildirmiştir:
Maide; 67:Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun verdiği elçilik görevini iletmemiş (yerine getirmemiş) olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez.
İsra; 73-75:Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize isnat edesin diye fitneye düşüreceklerdi (sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı). İşte o takdirde seni Halil (izdaş, yoldaş, dost) edinirlerdi.
Ve eğer Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, gerçekten onlara birazcık meylediverecektin.
O durumda sana hayatın da ölümünde iki katını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın.
Hakka; 44-47: Eğer o (elçi; Muhammed) bazı sözleri bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi,Kesinlikle ondan sağ elini koparırdık (tüm gücünü alırdık).
Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik.
Sizin hiç biriniz ona siper de olamazdınız.
Yunus; 15-16:Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir.” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.”
De ki: “Allah dileseydi, ben onu size okumazdım, onu size bildirmemiş de olurdu. Ben ondan önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”
Hicr; 9:Zikr’i Biz indirdik ve Muhakkak onun koruyucuları da Biziz.
Yukarıdaki ayetlerden kolayca anlaşılmaktadır ki, Kur’an’ı Allah indirmiştir ve onu kaybolmaktan, tahriften (ilâve ya da eksiltilme yapılmasından, tağyirden, tebdilden), kısaca her türlü beşerî saldırıdan da Allah koruyacaktır.
Nitekim Kur’an, başka hiçbir eserin, kitabın korunmadığı bir şekilde korunmuş olarak, orijinal ifadeleri ile bugüne gelmiştir.
Yine yukarıdaki ayetlerden anlaşılmaktadır ki peygamberimizin, Allah’ın vahyettiklerine (dine) herhangi bir şey ilâve etmesi veya eksiltmesi söz konusu olamaz.
Yani Yüce Allah’ın peygamberimize vahyettiklerinin tümü, hiçbir değişikliğe uğramadan, olduğu gibi sadece Kur’an’da mevcuttur.
Bunun aksini iddia etmek, peygamberimizin elçilik görevini tam yapmadığını ve Rabbimizin de bize bildirdiğinin aksine, vahyettiklerinin Kur’an’da yer almamasına göz yumduğunu, yani Kur’an’ı korumadığını kabul etmek demektir.
Bütün bu gerçeklere rağmen, peygamberimizin ölümünden iki yüz sene sonra, peygamberimize atfedilen sözler “hadis” adı altında toplanmaya başlanmıştır.
Kur’an’daki ilkeleri yaşamakla yükümlü ve din adına sadece Kur’an’ı tebliğ etmekle görevli olan, yani dine kendisinden bir şey ilâve etmesi veya eksiltmesi söz konusu olmayan peygamberimiz, bu konuda bir takım saptırma girişimlerinin vaki olabileceğini düşünmüş olmalı ki, sağlığında, Kur’an’dan olduğunu bildirdikleri dışında kendisinden bir söz veya davranış yazılmasına izin vermemiştir.
Aslında, elde Kur’an gibi mucizeleri sürekli olan (hiç bitmeyen) bir hakikî delil kaynağı dururken böyle bir teşebbüste bulunmanın hiçbir anlamı yoktur.
Ama ne yazık ki, bu anlamsız teşebbüs sürdürülmüş ve sonuçta günümüze, değil yaşanması okunması bile peygamberimizin 23 yıllık elçilik hayatına sığmayacak genişlikte ve uydurmalarla dolu olan bir biyografi intikal etmiştir.
Peygamberimizin davranış ve sözlerinden oluşan bu biyografinin uydurmalarla dolu oluşunun en belirgin örneği, peygamberimizin on binlerce insanın önünde yaptığı “Veda Hutbesi”dir.
Veda Hutbesi, büyük bir insan kitlesinin şahit olması sebebiyle en sağlam, üzerinde tartışılamayan bir hadis olması gerekirken, günümüze değişik metinler hâlinde ulaşmıştır.
Peygamberimiz bu söylevinde, ölümünden sonra sapmamaları için Müslümanlara;
bazı rivayetlere göre, KUR’AN, SÜNNET ve EHLİ BEYT’i
bazı rivayetlere göre, KUR’AN ve SÜNNET’i
bazı rivayetlere göre de sadece KUR’AN’ı bıraktığını bildirmiştir.
Görüldüğü gibi, en sağlam olması gereken hadis bile günümüze doğru olarak gelmemiş, peygamberimizin on binlerce kişi önünde söylediği sözleri çarpıtılmıştır.
Bu demektir ki, peygamberimizin sözleri Kur’an gibi Allah’ın koruması altında değildir, ilâve ve eksiltmelere uğrayabilir ve uğramıştır da.
Koruma garantisini sadece Kur’an için veren Rabbimiz, eğer peygamberimize elimizdeki Kur’an ayetlerinden başka herhangi bir vahy indirseydi, peygamberimiz onların da tebliğ ve tebyini ile birlikte yazdırılmasını ve ezberletilmesini sağlar, böylece de o vahyler “haber-i ahad (bir kaç kişi söylentisi)” düzeyinde kalmaz, Kur’an içinde yerini alır ve Rabbimizin koruması altına girmiş olurdu.
Ya da bu vahyler Kur’an’da yer almamışsa, vahyin tebliğ ve muhafazası engellenmiş, yani peygamberimiz görevini ihmal etmiş olurdu.
Bu durumda peygamberimizin, değil tüm söz ve davranışlarının, sadece “hadis-i kutsî”lerde olanların bile vahy olduğunu iddia etmek, bu vahylerin peygamberimiz tarafından tebliğ edilmediğini ve böylece de vahyin korunmadığını, değiştirildiğini kabul etmektir.
Bu kabul ise aynı zamanda peygamberimizin görevini yapmadığı anlamına gelmektedir. Çünkü, tüm topluma tevatür derecesinde bildirilmeyen, vahy kâtiplerine yazdırtılmayan, ezberletilmeyen vahylerin tebliğ edilmiş sayılmaları mümkün değildir.
Yani peygamberimiz, Kur’an’da yer almayan vahylerin bulunduğunu kabul eden bu zihniyet tarafından, tebliğ görevini yerine getirmemiş durumuna düşürülmüş olmaktadır.
Ama sonuçları itibariyle de çok ağır bir suç olduğunu yukarıdaki ayetlerden anladığımız bu davranış, asla peygamberimize uygun düşen bir davranış değildir.
Zaten yukarıdaki ayetlere dikkat edilirse, peygamberimize sadece Kur’an’ın vahyedildiği görülmekte ve Mekkeli müşrikler ile peygamberimiz arasındaki tartışmaların da, peygamberimizin kendi sözleri ve davranışları ile ilgili olmayıp, Kur’an ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla vahy olduğu hâlde peygamberimizin Kur’an’a yansıtmadığı herhangi bir söz veya davranışının bulunması söz konusu değildir.
Onun vahy olan söz ve davranışlarının tümü Kur’an’da mevcut olup, peygamberimizin bu sözleri ve davranışları da Müslümanlar tarafından baş tacı yapılmıştır.
Allah tarafından peygamberimize vahyedilmiş olup da Kur’an’da yer almayan bir söz veya sözcüğün mevcut olamayacağının anlaşılması, aşağıdaki bakış açısı ile mantıken de mümkündür.
Bilindiği gibi Kur’an’da, sadece peygamberimizi ilgilendiren, onun aile mahremiyetini içeren, aile sırlarını konu alan ve şahsî hatalarını ortaya döken ayetler vardır. Bu ayetler, peygamberimizin dışında kimseyi ilgilendirmemekte hatta başkaları tarafından bilinmemesi peygamberimiz açısından belki daha iyi olacak ayetlerdir.
Ama peygamberimizin bazı aile sırlarını ve kendisinin yanlış davranışlarını ifşa eden, daha doğrusu kıyamete kadar ilân eden bu ayetler Kur’an’da yer almıştır (örneğin; Enfal; 67, 68, Tövbe; 43, Tahrim; 1, Ahzab; 37, Abese; 1-10. ayetler).
Acaba peygamberimiz, kendi aleyhine olan, aile sırlarını ifşa eden, kişiye özel bu vahyleri tebliğ etmiş, yazmış, yazdırtmış ve Kur’an’da yer almasını sağlamıştır (zaten başka türlüsü de düşünülemez) da, tüm insanları ilgilendiren, onların hidayetine sebep olacak olan bazı vahyleri (hadis-i kutsî denilen sözleri) neden Kur’an’ın içine dahil etmemiştir?
Buradaki “neden” sorusuna mantıklı bir sebep bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla, eğer gerçekten “hadis-i kutsî”lerin anlam ve sözlerini ihtiva eden bir veya bir kaç vahy olsa idi, mutlaka onlar da tebliğ edilir ve Kur’an’da yer alması sağlanırdı.
Yani, ne Kur’an’da yer almayan bir vahy vardır, ne de Kur’an’da vahy olmayan bir söz vardır!
“Hadis-i kutsî”lerin sayıları yüz civarında olmasına rağmen, bu konudaki eser sahipleri hep “KIRK KUDSİ HADİS” başlığı ile kırk tanesini ele almışlardır.
Bunlara bir örnek olarak, İmam-ı Gazalî’nin de yer verdiği, kırk “kutsî hadis”in 22 numarada yer alanını dikkatlerinize sunuyoruz.
“Allah teâla şöyle buyuruyor :
Ey insanoğlu! Bir kendine, bir de bütün yarattıklarıma bir bak. Eğer kendinden daha üstün birini bulursan, iyiliği ona yap.Yoksa tevbe ederek ve sâlih amel işleyerek kendine iyilik yap. Nefsin kendine göre aziz olunca, günahlarla onu kötüleme ve cehennem azabına onu hazırlama.
Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve bir de sizinle sözleşme yaptığı mîsâkını hatırlayın. Hani siz, “işittik ve itaat ettik” demiştiniz.
Şu günler gelip çatmadan önce Allah’tan korkun: kıyamet gününden önce, Aldanma gününden önce, azap gününden önce, miktarı ellibin yıl olan bir günden önce, İnsanların konuşamayacağı günden önce, ma’zaret dilemek için insanların izin alamadıkları günden önce, felaket gününden önce, kıyametin korkunç sesinden önce, çirkin yüzlü ve çatık suratlı bir günün dehşetinden önce, hiç kimsenin hiçbir kimseye bir şeyle sahip olamadığı ve işlerin ancak Allah’a ait olduğu günden önce, kasıp kavurucu günden önce, zelzele gününden önce, yine dağların düşüşü dehşetinden, ibret örneği uzun bir azaptan, azabın çabuklaştırılmasından ve dehşetinden çocukların ihtiyarlayacağı bir günün vuku bulmasından dolayı Allah’tan korkun. İşittik deyip de söz kabul etmeyen kimseler gibi olmayın.”
“Hadis-i kutsî” denilen bu metin, bazı Kur’an ayetlerinin parça parça edilmesi ve bu parçalardan bazılarının tekrar bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur.
Bu metnin oluşturulduğu ayetler aşağıda olup, bu ayetlere Kur’an’dan bakıldığı takdirde, “hadis-i kutsî” metninin, ayetlerin parçalanmasından oluştuğu kolayca görülecektir:
Maide; 7, Mümin; 3, 18, Teğâbün; 9, Mearic; 4, Mürselât; 35-38, Naziat; 34, Abese; 33, Kaf; 42, İnsan; 10, İnfitar; 13-19, Şems; 14, Tur; 10, Secde; 21, Müzzemmil; 17-18, Enfal; 21, Hakka suresi ve Zilzal suresi.
Aslında çok güzel bir va’z olan ve çok güzel nasihatler içeren bu metin, açık ve net olan Kur’an ayetlerinin, Tevrat’taki “Süleymanın meselleri”ne ya da Zebur’daki mezmurlara benzetilmeye çalışılmasıyla oluşturulmuş bir aşure çorbasıdır.
Gerçekten de mevcut kitaplardaki “hadis-i kutsî” diye ortaya atılan rivayetler tek tek incelendiğinde görülmektedir ki bu metinler, ya üç beş Kur’an ayetinden parçalar alınıp birleştirilmesinden ya da Tevrat, İncil veya Zebur bozmalarından oluşmaktadır.
Hatta bu kitaplardaki bazı metinler “hadis-i kutsî”lerin içinde kelimesi kelimesine aynen yer almaktadır.
Sonuç olarak:
“Hadis-i kutsî” inancı, İslâm dışı güçlerin Müslümanları fesada uğratabilmek için geliştirdikleri bir formüldür. Bu formül, fesat kapısını aralayıp, İslâm’ı yozlaştırmak amacına yöneliktir. Müslümanlar arasındaki tüm sapık inanç ve kabuller de, işte bu şekilde açılan deliklerden girmiştir.
Kaynak: İşte Kur'an (Hakkı Yılmaz)
Kusursuzluk sadece Allah’a özgüdür.
En doğrusunu bilen Alah’tır.
Sevgi,saygı ve muhabetle.
Allah’a emanet olunuz.
|
Yukarı dön |
|
|
Alperen Admin Group
Katılma Tarihi: 09 nisan 2005 Gönderilenler: 2974
|
Gönderen: 30 kasim 2019 Saat 00:16 | Kayıtlı IP
|
|
|
Kudsi Hadisler hakkında Hayri Kırbaşoğlu'nun görüşü:
http://www.kuranislami.com/sunnet/kudsi_hadisler.html
__________________ Yunus 105. Şu da emredildi: "Yüzünü dine bir hanîf olarak çevir. Sakın müşriklerden olma!"
|
Yukarı dön |
|
|
|
|